Baba Evinden Koca Evine Göç: Aidiyet ve Kimlik Sorununun İki Model Oyunla İncelenmesi

Bu yazı Ezgi Deniz Alpan tarafından yazılmış ve 19-21 Ekim 2016 tarihlerinde gerçekleşen Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi II. Sanat ve Tasarım Kongresi‘nde sunulmuştur.

ÖZET

Kadın, demokrasinin beşiği olarak betimlenen Antik Yunan’dan günümüze baba evinden koca evine giden, vatandaş statüsünü baba ya da kocası ile edinebilen, sosyal ilişkilerini bu eril iktidar dolayımıyla kurabilen bir ikincil cinsiyet olarak inşa edilmektedir. Basitçe “kalıcı yerleşme” anlamına gelen göç hareketi esas itibariyle mekansal bir değişiklik olsa da bu fiziki hareket insanların anlam dünyalarında ciddi, kalıcı değişimler yaratır. Bu bağlamda “baba evi”ne geri dönülmeksizin “koca evi”ne gitmek Türk toplumunda yaygın kabule sahip bir mikro ölçekli göç hareketi olarak nitelendirilebilir. Kadın kendi evi, kendi düzeni seçeneği sunulmayarak kimliksizleştirilir, erkek olana bağımlı kılınır, toplumsal cinsiyet kalıp yargılarına hapsedilir.

Bu çalışmada her ikisi de Nisan 2015 tarihinde prömiyer yapan Zehra İpşiroğlu’nun yazdığı Lena, Leyla ve Ötekiler ile Seray Şahiner’in yazdığı Antabus oyunları incelenecektir. Her iki oyunda da göç olgusu çift katmanlı olarak ele alınmıştır: Lena, Leyla ve Ötekiler oyununda Lena’nın ilk göç katmanı Ukrayna’dan Türkiye’ye yerleşmesidir. İkinci göç katmanı ise Türk inşaat işçisi Mustafa’yla imam nikahıyla evlenerek onun dünyasına dahil olmasıdır. Antabus oyununda ise yine Leyla ismine sahip karakterin ilk göç katmanı bir kamyonetin arkasında köyden büyükşehire, İstanbul’a yerleşmesidir. İkinci göç katmanı ise baba evindeki şiddetten kurtulmak için yaşlı bir tüccarla evlenmesidir. Her iki kadın karakter de bir bölgeden başka bir bölgeye göç etmenin getirdiği sosyal sorunlarla boğuştukları kadar, eş seçiminin getirdiği, geri dönüşün ya da üçüncü seçeneğin imkansız olduğu kişisel göç serüvenlerine de atılmıştır. Bir erkeğin dünyasından kaçıp daha iyi şartlarda yaşamak umuduyla diğer erkeğin dünyasına yaptıkları göç Leylalar’ın hayatlarını istediği düzende yaşamalarına olanak vermez. Şehre göç etmeleriyle şehir hayatının kurallarına göre yaşamak zorunda kalan kadınlar, bu kez de diğer erkeğin kurallarına hapsedilmiş, onların istekleriyle kısıtlanmıştır. Çalışmanın amacı bu çokkatmanlı göçün yarattığı aidiyet ve kimlik sorunlarını tartışmaktır.

GİRİŞ

Geleneksel ataerkil toplumlarda kadının yaşam alanı çoğunlukla baba evinde başlar, koca evinde son bulur. Kocanın erken ölmesi, kadının erkek çocuklarının evine yerleşmesini ya da kocasının erkek kardeşiyle birlikteliğini (leviratusu) gerekli kılar. Yani kadın kendi yaşam alanını, kendi düzenini kuramaz, var oluşu daima erkek olanın düzenine bağlıdır.

Toplumsal cinsiyet çalışmalarının değindiği önemli problemlerden biri, kadının maruz bırakıldığı yaşam alanı sorunudur. Peki bu sorun neleri kapsar?

Kadın çağlardır ev içi olarak tanımlanan özel alanla, erkek ise ev dışı olan kamusal alanla özdeşleştirilmiştir. Bu dolayım kadını aileyle, doğal görülenle, erkeği toplumla, kültürel olanla ilişkilendirir. Kadın toplumsal olanla ilişkisini doğrudan değil, erkek aracılığıyla kurmaya mecbur bırakılır. Bu mekan özdeşleştirmesinin getirdiği ilk sorun kadının toplumsal olanla ilişki kurma biçimiyken, ikinci sorun kimlik oluşumuna etkisidir. Geçtiğimiz yüzyılda sosyal bilimler alanında mekanla kurulan ilişkinin, kimliği kuşatan makro boyutu fark edilmiştir. Böylece bireysel kimlik ve kolektif kimlik tanımlamalarının yanına yer kimliği tanımlaması eklenmiştir. Yer kimliği kavramı göç hareketliliği içinde ele alınır ve göç edilen yere mekansal, kültürel uyumu kapsar. Ancak bu çalışmada incelenecek olan göç biçimi, kadınların bir evden (baba evinden) diğerine (koca evine) gerçekleştirdikleri mikro boyuttaki göç örneğidir.

Kadının ev içi, özel olan yerle kimliklenmesi, özellikle 19’uncu yüzyılda şekillenmiştir. Fransız Devrimi’nin etkisiyle kamusal olan ve özel olan ayrımlarının adları konmuş, ailenin değeri artırılmış, siyasetçi erkekler ile ev kadınları karşı karşıya getirilerek cinsiyetlerin rolleri biçimlendirilmiştir (Philippe ve Duby, 2007:17). Ahlaki düşüncede çiftestandartlı görüş egemen olmuştur; kadınlar, erkeklerden daha ahlaklı, namuslu olmakla yükümlü kılınmıştır. Kamusal alandan gelebilecek kötülüklerden korumak için kadın, eve hapsedilmiştir. Kadın kimliğinin ideal görevleri temizlemek, düzenlemek, düzeni korumaktır, yani yardımcı görevlerdir. Böylece erkek kimliğinin oluşumu desteklenirken, kadın kimliği anonimleşir.

Baba evindeki kız çocuğu rolünden çıkıp, koca evindeki ev kadını rolüne uyum sağlamak, insanın temel ihtiyaçlarından olan aidiyet hissini doyurabileceği gibi, çatışmalara da neden olur. Kadınlar bu evlerin kurallarına uymakla yükümlüdür. Kimlik sorunu pekişir: bir kadın kimdir? Benliğinden gelen nitelikleri mi bu soruyu cevaplar, yoksa “evin kızı ya da gelini, kocasının eşi, çocuklarının annesi” cevapları yeterli midir?

Peki bu kimlik sorununa niçin razı olunur?

Radikal feminist yazar Andrea Dworkin, kadınların benliklerinden vazgeçme pahasına baba evinden koca evine, oradan da mezara gitmeyi göze almalarını çoğunlukla şiddet kaynaklı görür. Mümkün olduğunca güvende hissetmek için şiddet eğilimi hiç olmayan ya da babadan daha az olan erkeklerin tahakkümüne boyun eğilir (akt. Mann ve Suzanne, 1985:7). Bu gönüllü teslimiyet, Deniz Kandiyoti’nin “ataerkil pazarlık” kavramı ile açıklanabilir. Kandiyoti, kadınların haklarını savunmak için benimsediği yolların içinde bulundukları sistemin mantığıyla değerlendirilmesi gerektiğini söyler. Ataerkil pazarlıkta karşılıklı bir anlaşma vardır. Örneğin erkek, kadını dış dünyanın kötülüklerinden koruyacak güvenli ortamı sağlamakla yükümlüdür. Bunun karşılığında kadınlar, erkeğin beklentilerine göre özel alanda, evde çeşitli fedakarlıkta bulunurlar (Kandiyoti, 2013:14-15).

Böylece denilebilir ki hayatta kalma isteği, kimliklenme isteğinin önüne geçer. Ancak eril tahakkümden kurtulmak kolay değildir. Bu çalışmanın amacı, model oyunlardaki kadın karakterlerin aidiyet problemlerini, kimliksizleşme süreçlerini, buna bilinçli olarak gözyummalarının nedenlerini feminist bir perspektifle tartışmaktır. Aşağıda aidiyet ve kimlik sorunu başlıklarında oyunlara değinilecektir. Bunu yaparken izlenecek yol eril tahakküm örüntülerini değil, kadınların bu tahakküme uyum ve direniş biçimlerini incelemektir.

1. Aidiyet Sorunu, Göç ve Toplumsal Cinsiyet

Göçmenler genellikle iktisadi ve etnik temelleri olan iş bulmak, konut edinmek, okula gitmek gibi konularda aidiyet sorunu yaşarlar. Bu sorunlar yeni çevrenin gündelik yaşam pratiklerine, mekanlarına, adetlerine uyum sağlamakla aşılır. Göç öncesi insanlar belirli kimliklere sahiptir, ancak yeni çevrenin beklentileri kimi değişimleri gerekli kılar; böylece insanlar nereye ait olduklarını sorgulamaya başlar. Aidiyet ve kimlik arasındaki bağlantı burada ortaya çıkar: aidiyet ihtiyacı ve isteği, kimliği şekillendirmek için gereklidir; neyin, nasıl olması gerektiğini belirler.

Erkek bir coğrafyaya, toplumsal sınıfa, mesleğe ait olabilir; ancak kadın öncelikle, kocasına ait görülür, onun üzerinden tanımlanır. Cordelia Fine’ın çağrışımsal bellek kavramına dayanarak bir örnek vermek gerekirse (Fine, 2011:28-29), İzmir’li Süleyman dendiğinde muhtemelen bir şarkıcı akla gelecekken, İzmir’li Perihan dendiğinde bu tanımlama, istenmeyen web reklamlarında sıkça görülmesiyle müsemma, hafifmeşrep bir kadını çağrıştırır. Kadının ait olduğu ilk ve en genel katman olarak erkek, yalnızca sezilen bir varoluş biçimi değildir. Kutsal olanda, psikanalizde, felsefede, iktisatta bunu kadının doğal aidiyeti olarak gören düşünceler oldukça fazladır.

Baba evinden koca evine gerçekleşen göçte kadından beklenen, ait olduğu bu yeni erkeğin mekanındaki kuralları benimsemesi, önceki aidiyetiyle kıyaslama yapmaması, hatta mümkünse unutmasıdır. Öyle ya çoğu geleneksel toplumda, baba evinden bir kez çıkıldı mı artık o mekanla bağlar kopmuştur, geri dönülemez.

1.1. Lena, Leyla ve Diğerleri Oyununda Aidiyet Sorunu: “Uyum mu, Özgürlük mü?”

Zehra İpşiroğlu’nun 2014 yılında yazdığı Lena, Leyla ve Diğerleri oyununda Lena aşık olduğu adamın peşinden Kiev’den, İstanbul’un küçük Güneşören Mahallesi’ne göç etmiş, Leyla olmuştur. Burada aidiyet sorununu iki katmanlı olarak incelemek gerekir: dış göç makro örneği ve baba evinden koca evine göç mikro örneği.

Lena’nın dış göçü Kiev’den İstanbul’a olmuştur. Kiev’de, Sovyetler Birliği döneminde sosyoloji eğitimi almıştır, orada yaşarken yüzmeye, pikniğe, operaya, tiyatroya, dansa meraklı bir genç kızdır. Ancak kocası, Mustafa’yla evlenmesini izleyen süreçte Sovyet Sosyalist sistem çökmeye başlar, Çernobil faciası meydana gelir. Lena’nın ardında bıraktığı Ukrayna artık tanıdığı, ait olduğu toplumsal ortam, kültür değildir. Iki yılda bir gerçekleştirdiği Kiev ziyaretlerinde ailesinin ekonomisinin, sağlığının, sosyal alışkanlıklarının değişimine şahitlik eder. Çernobil sızıntıları babasını hasta etmiş, ağabeyisinin oğlunu sakat bırakmıştır, her hafta Kiev Devlet Tiyatrosu’na giden aile, artık ev içi eğlencelerle betimlenir, on beş yıldır bir kez bile kızlarını görmeye İstanbul’a gelecek maddi güçleri olmamıştır. Diğer yandan Leyla’nın İstanbul’da ait olduğu yeni kültürde ev içinde eğlenecek kadar dahi özgürlüğü yoktur. Öyle ki bir gün temizlikten sonra kayınvalidesiyle ‘çay keyfi’ yapmak ister, ancak bu bile hoş karşılanmaz. Yine de Lena, Leyla’yı savunur, onu uyum sağlamaya teşvik eder: “Oralarda sürünseydim daha mı iyi olurdu? Çernobil’i yaşasaydım daha mı iyi olurdu? Ukrayna’da her şey bitmiş, tükenmiş, insanlar umutsuz. Çünkü neden? İnanç yok, maneviyat yok, sevgi yok…” (İpşiroğlu, 2014:27). İnanç, maneviyat, sevgi kavramları Lena’nın göç etmesinin ardından yeniden tanımlaması gereken kavramlar olmuştur. Geldiği bu yeni kültür ve yeni ev, daha kapıdan girer girmez onu namuslu olması gerektiği konusunda uyarmış ve başına bir örtü geçirivermiştir. Lena, inancındaki değişimi şöyle vurgular: “Sovyetler Birliği’nde dini toptan yasaklamışlardı, Marx’a göre din afyonmuş, yani bir tür uyuşturucu. Tam tersi Marx Efendi, tam tersi, din insanların uyanmalarını, şöyle bir kendilerine gelmelerini sağlıyor, bunu sen de anlamışsındır artık” (İpşiroğlu, 2014:28).

Ortodoks kutsallık inançlarında kadının aidiyet merkezi, erkek olarak sabitlenmiştir. Biyolojik zaman boyutunda kadın erkeği doğururken, kutsallık boyutunda bunun tam tersi söz konusudur. Kadın erkekten sonra ve onun bedeninden yaratılmıştır. Olayların zaman dizilimi, kronoloji hiyerarşisi, canlıların birbirleri üzerinde kurdukları iktidar ilişkisini de belirler. Yani yetişkin erkek doğrudan Tanrı’ya hizmet etmek için yaratılmışken; kadın ve çocuk doğrudan Tanrı’ya değil, yetişkin erkeğe ve onun aracılığıyla Tanrı’ya hizmet edebilirler (Sabbah, 1995:101). Böylece cinsiyet rolleri belirginleşir.

Lena’nın ikinci göç katmanı, yani baba evinden göç ettiği koca evi, yukarıda değinilen kültür farklarının da etkisi ile ait olduğu yeni mekanı, kültürü, sınıfı, rolü, sosyalleşme biçimini, her şeyi kapsar. Lena için kocasının evi dışındaki tek hayat, kayınvalidesinin evindeki hayattır, ancak aralarında fark yoktur. Lena’nın günlük görevleri kahvaltıyı hazırlamak, evi süpürüp temizlemek, çocukları okula göndermek, yemek pişirmek, kayınvalidenin evine gidip orayı temizlemek ve ona yemek yapmak şeklinde sıralanır.

Her gün yapılan düzenleme, temizleme işi Simone de Beauvoir’in benzetmesiyle Sisyphos’un işkencesine benzer: ev kadını adeta hiçbir zaman yenemeyeceği bir savaşa her gün yeniden başlar, “dolap beygiri gibi olduğu yerde döne döne yıpranmakta, hiçbir şey yapmamakta, yalnızca şimdiki zamanı sürdürmektedir” (Beauvoir, 1970:61). Oysa Leyla, ücretli bir işte çalışmak istemektedir. Nitekim bir iş bulur ve kimlik sorunu başlığında değineceğimiz üçüncü/ara kişiliği Leyna, bu gelişmeyle ortaya çıkar. Ancak iş bulmak sadece kimlik sorununu doğurmaz, aidiyet sorununu da pekiştirir. Çünkü cinsiyetlerarası hiyerarşinin temel dayanaklarından biri iktisadi boyuttur, yani kutsal aidiyetin yanına böylece iktisadi zorunluluk eklenir.

Ataerkil toplumlarda temel bir düşünce vardır: Her kişi geçimini kendi olanaklarıyla karşılar; ancak kız çocuklarının geçimi babaları, evli kadınların geçimi ise kocaları tarafından sağlanmalıdır. Bu, giriş bölümünde değindiğimiz Kandiyoti’nin ataerkil pazarlık kavramında erkeğin kadının güvenliğini sağlama yükümlülüğüne benzer, özellikle Ortadoğu ve Güney Asya’da bu pazarlık, erkeğin evin tüm maddi ihtiyaçlarını karşılamasını gerektirir. Nafaka denilen bu kavram, kadının barınma, giyinme, beslenme gereksinimlerini kapsar ve tabii ki karşısında talepler bulunur.

Leyla kendi nafakasını kendisi karşılamak istemesinden ötürü Güneşören Mahallesi ve hane halkı tarafından, nihayetinde de iş yerinden dışlanır. Böylece tüm aidiyet mekanları birer birer çöker. Artık Ukrayna’ya ait değildir; çünkü o ülke, bıraktığı gibi bir yer değildir ve zaten geri dönemez, kocasının evine ait değildir çünkü kocası Mustafa ile hiçbir iletişimi kalmamıştır, Güneşören Mahallesi ise onuişe girdiği için namusunu yitirmekle suçlayarak dışlar.

Ön oyunda, Leyla’nın sonunda bir sinir krizi geçirerek hastaneye yatırıldığını biliyoruz. Peki sonunda Leyla kurtuluşu, aidiyeti nerede görüyor? Biricik büyük oğlu Mehmet’te! Mehmet annesinin mutsuz olduğunu görünce onu teselli eder:

“Ben büyüyünce güçlü olacağım. Seni korkutan ne varsa yok edeceğim, göreceksin, seni koruyacağım. Kimsenin seni mutsuz etmesine izin vermeyeceğim, kimsenin…” (İpşiroğlu, 2014:48).

Leyla’nın son aidiyet mekanı hastane, ait olduğu kişi ise doktordur. Hastaneden çıkmasının tek yolu vardır, tüm kimliklerini, Lena’yı, Leyla’yı, Leyna’yı, doktorun deyimiyle unutması. Mehmet annesini ziyarete geldiğinde ona Adlar ve Anlamları isminde bir kitap getirmiştir, görülen o ki ilk ismiyle Lena, bu kez de Mehmet’in alanına uyum sağlamak zorundadır: çocuğunun önerisine göre Ayda ya da Su ismi ile. Leyla teslim olmuş gibi görünmesine karşın, ilk kimliği, Lena, onun elini bırakmaz ve daima sorar: uyum mu, özgürlük mü? Görülen o ki çocukluk hayalleri olan dünyayı gezmek, yeni maceralara atılmak, yeni deneyimler edinmek; yani Lena’nın benliği, toplumsal kimliklerinin altında ezilmeyecek, sıkıştırılmaya çalışıldığı özel alanlardan sızmayı sürdürecektir. Lena hastaneden çıkınca bu kez geleceğe yolculuk yapmak ister, artık ait olduğu zaman, yeniden, gelecektir.

1.2. Antabus Oyununda Aidiyet: Köy mü, Kent mi? Baba mı, Koca mı? Şiddet mi, Ölüm mü?

Seray Şahiner’in 2014 yılında roman olarak yazıp oyunlaştırdığı bu oyunda da ana karakterin adı Leyla’dır. Leyla henüz 15 yaşındayken ailesi köyden kente, İstanbul’a göç etmiştir. Önceleri kızının ne okumasına ne çalışmasına izin veren babası, şehirde zengin olma hayaliyle kızını bir fabrikaya işçi olarak verir. Ancak Leyla burada önce patron Hayri’nin, sonra ustabaşının tecavüzüne maruz kalır. Leyla başka bir adamla evlendirken, ailesi Hayri’nin verdiği kan parasıyla zenginleşir. Leyla baba evindeki gibi koca evinde de fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalır, üstelik artık annedir. Oyunun ilk finalinde hamile Leyla, bir eliyle küçük kızını tutarak balkondan atlar, intihar ederler; oyunun ikinci finalinde ise Leyla, kocasını öldürür ve nefsi müdafaadan serbest kalır.

Bu oyunda da aidiyet sorunu iki katmanlıdır: köyden kente gerçekleşen iç göç ve baba evinden koca evine gerçekleşen göç. Leyla, köyde de ataerkil aile yapısını sürdürdüğünden, kente göç ettiğinde aidiyet dolayımında bir değişiklik yaşamamıştır. Ancak çocuk yaşta girdiği iş hayatı, buradaki rekabet, cinsiyetçilik onun aşina olmadığı bir ortamdır ve mağdur etmiştir. Bu mağduriyet giderilmemiş, yeni bir mağduriyetle üstü kapatılmıştır. Böylece ikinci göç gerçekleşir: baba evinden koca evine.

Leyla’nın bu göçten umudu vardır: “Baba evimden kötü olacak değil ya koca evi, olurmuş meğer” (Şahiner, 2016:38). Ancak Leyla artık baba evine geri dönemez. Burada, Remzi’nin evinde varolmak zorundadır. Oyunun ilk finalinde Leyla başarılı olamayıp intihar ederken, ikinci finalinde direnişe geçer. İntihara sürüklenen Leyla ne evi terk edebilir ne aklına koyduğu sığınma evine gitme planını gerçekleştirebilir, pasifize olmuştur ve ait olduğu iddia edilen yere, kocasının evine adeta yaşarken gömülmüştür.

İkinci finaldeki Leyla ise kendine ve çocuklarına yeni bir aidiyet ortamı yaratma tutkusundadır. İlk çözüm olarak kocasının alkol sorununu, oyuna adını veren Antabus ilacını gizlice vererek çözmeyi dener. Ancak ilaç işe yaradığında kocasının alkolsüzken de iyi biri olmadığını fark eder. Ikinci çözüm kocasıyla konuşarak boşanmaktır, bu da işe yaramaz. Diğer çözüm kocasından gizli para biriktirip kendine ait bir eve sahip olmaktır; ancak kocası bunu fark edince Leyla’yı ve çocuğunu öldüresiye döver. Ve beklenen son gelir: Leyla, Remzi’yi öldürerek bu şiddet sarmalından kurtulur ve kendine, çocuklarıyla birlikte yeni bir dünya kurar. Bu finaldeki Leyla isyankardır, kendi ailesinden de tanıdığı eril kadere boyun eğmez.

2. Kimlik Sorunu, Göç ve Toplumsal Cinsiyet

Aidiyet başlığında değinildiği gibi göç, yeni ortamla uyumlu bir kimlik değişimini gerektirir. Kimlik insanın toplumsal yaşamda var olabilmesi için inşa edilen, benliği içine alan, onu sınırlandıran ve toplumla uyumlu hale getiren bir kavramdır. Kimlik soyut insan varlığına sosyal mevcudiyet kazandırır, kişiye gündelik hayatta rol verilmesini sağlar.

Bir kişiyi tarif etmek için kullandığımız her kelime, onun kimliğini belirtici karakteristiktedir: baba, sanatçı, profesör, yaşlı, yakışıklı, Hindistan’lı, Müslüman gibi akla gelecek tüm sıfatlar kimlik bağlamını oluşturur. Kimlik tanımının toplumsal karakteristiği kişiye roller yükler. Bu açıdan kadınlık ve erkeklik de kimliği tanımlamaya hizmet eden bağlamlardır.

Kadınlık kimliği domestik, duygusal, kırılgan, pasif, anlayışlı, şefkatli olmak gibi özelliklerle ilişkilendirilir. Erkeklik ise iktidarı elinde tutan, güçlü, başarılı olan, sorunları gerektiğinde şiddet kullanarak çözen, duygularıyla değil aklıyla hareket eden, bağımsız, yönetici, maceracı gibi davranış özellikleriyle ilişkilendirilir (SANCAR, 2013:28). Böylece kendini kadın kimliğinde tanımlayanların kadınsı, erkek kimliğinde tanımlayanların erkeksi özellikleri benimsemesi, toplumsal pratikler içinde normalleşmiş beklentilerdir. Ancak bu toplumsal yapıyla, kültürle sıkı sıkıya ilişkili bu kimlik beklentileri karşılanmadığında ya da birbirleriyle karşıt düştüğünde kimlik çatışmaları doğar.

2.1. Lena, Leyla, Leyna ve Diğerlerinin Çatışması

Oyunun adından da anlaşılacağı üzere bu karakterde, tamamen toplum baskısıyla ve kültürel değişimle şekillenen, karakterin kendi benliğinden kaynaklanmayan çok sayıda kimlik çatışması yaşanmaktadır.

Lena karakterin benliğine, öznel yanına en yakın kişidir. Yetiştiği aileyi, sanatsal ve sosyal faaliyetlerini, eğitim hayatını, dolayısıyla kişiliğinin oluşumundaki en önemli süreçleri kapsar. Denilebilir ki bu daha özgür yaşam bilinci genç kıza Kiev’den İstanbul’a göç etme cesaretini vermiştir. Ancak Leyla karakteri, Lena’nın ölümünü gerektirir: tüm mevcudiyeti ev mekanı ve ev görevleri ile tanımlanmış, hiçbir sızıntıya göz yummayan tamamen kendinden ibaret bir kültüre girmiştir. Buradan çıkış için bir ara karakter yaratır: Leyna. İş yerinde ortaya çıkan Leyna, başı açık, neşeli bir kadındır; ancak bu kez işvereni buna müsaade etmez: işyerinde de dışarda olduğu gibi başını kapamalıdır. Yani bu kez Leyna da öldürülür. Karakterin oyundaki son mekanı hastanedir; burada doktor bir çeşit kimliksizleşme önerir. Tabii ki buna karşı önerisi olan bir erkek daima vardır: bu kez oğlu, ona yeni kimlikler sunar: Ayda veya Su. Bu kez ödevi muhtemelen bu genç delikanlıya hizmet etmekle ve ona ait mekanla sınırlanacaktır.

2.2. Antabus Oyununda Kimlik Çatışması

Leyla daha küçük bir çocukken benlik, kendilik düşüncesi geliştirmesi engellenmiştir. Dört oğlan çocuğunun ardından gelen kız çocuğudur Leyla. En sevdiği oyuncağı, süt kuzusu Mazlum ailesi tarafından kesilip afiyetle yenmiştir: bu onun ilk travmasıdır, suçluyu, muhatabını bulamaz. Şehirde patronun, ustabaşının tecavüzüne uğradığında da suçlanan kendisi olmuştur. Patron kız olduğunu söylememekle suçlar, ustabaşı ve ardından ona her gün tecavüz eden kocası da artık kirlendiği gerekçesiyle. Çocuğu kandıranın, tecavüz edenin, buna göz yuman ailenin, şiddete ses çıkarmayan komşuların suçluluğundan hiç bahsedilmez.

Girard şiddetin şu özelliklerine dikkat çeker: açığa çıkmak için hiçbir sebebe ya da gerekçeye ihtiyaç duymaması ve şiddeti yatıştırmanın onu uyandırmaktan çok daha zor olması. Buna göre şiddetin yarattığı kirliliğin temizlenmesi için gereken şey bir günah keçisi (pharmakos) ya da kurbandır (Girard, 2005:16). Bu günah keçisi tüm şiddet uygulayıcılarının ve ona karşı ses çıkarmayanların kirliliğini üzerinde toplayacak, ölümüyle ya da sürgünüyle herkesin masumiyetini sağlayacak, en kolay feda edilebilir varlık: yani buradaki Leyla’dır. Bir kız çocuk olarak ailesine faydalı değildir; ancak para karşılığı evlendirildiğinde fayda sağlar. Evlendiğinde ise iffetsiz bir kadın olarak görüldüğünden eşi Remzi’ye faydalı değildir. Remzi’nin Leyla’ya uyguladığı sistematik şiddetin nedeni, onu bir anlamda arındırmak, namuslu kılmaktır. Ancak Leyla’nın suçlu olmadığı herkes tarafından bilinmektedir.

Oradan oraya savrulan Leyla, kızının gözünde ise bambaşka bir kimliğe sahiptir. Kızına karşı korumacı yaklaşımı, uyku haplarına müptela olup onu ihmal ettiğinde dahi, kahraman/kurtarıcı gibi görünmesini gerektirir. Yani buradaki Leyla farklı isimlere sahip olmasa da, “bir evin bir kızı Leyla”, “namussuz Leyla”, “Remzi’nin karısı Leyla”, “kızının kurtarıcısı Leyla” olarak farklı kimliklenmektedir.

SONUÇ

Her iki oyunda da göç olgusu çift katmanlı olarak işlenmiştir. Leyna’nın yaşadığı dış göç, onun nispeten modern bir kültürden ataerkil bir kültüre adapte olmasını gerektirmiştir. Leyla ise köyden kente göç etmişse de eril tahakkümün boyundurluğunda yaşamaya devam etmektedir.

Lena ve Leyla, koca evinde kamusal olan her şeyden mahrum bırakılmıştır. Her ikisinin de alışverişe gitmek dışında sokağa çıkmaları yasaktır. Özel alanlarında da özgür değildirler: iki karakter de kocalarıyla sözlü iletişim kuramaz; Leyla’nın kocası ona her gün tecavüz etmek üzere yanaşırken, Lena’nın bu tarz bir ilişki biçimi yaşayıp yaşamadığına dair bilgi yoktur. Leyla bir günah keçisiyken, Lena duygularına yenik düşmüş, nispeten masum kadındır.

İki karakter de istemedikleri bir hayatı yaşamak zorunda bırakılmıştır. Bu hayattan kopamamalarının iki nedeni vardır: çocukları ve maddi bağımlılıkları. Her iki kadın da evil olmalarına karşın çocuklarına yalnız başlarına ebeveynlik yapmaktadır; ancak yine de eve para getiren bir baba figürü bu geleneksel toplum için, bekar bir anne olmaktan çok daha iyidir. Oysa çocukların yalnızca maddi değil, psikolojik ihtiyaçları olduğu gözardı edilmektedir. Tahakkümle sürdürülen bir yaşantıda sevgiden bahsetmek oldukça zordur.

Bu kadınlar kendileri değil, bir erkeğin ötekisi olarak mevcudiyet kazanabilirler. Geleneksel ailede iktidar olgusu (evin direği) önemlidir ve bunun varlığı için, egemen olmayanın kimi niteliklerinin yok edilmesi gerekir. Kadının nesneleştirilmesi ataerkil egemenlik ilkesinin baş koşuludur. Bu nesnenin her türlü iradeden yoksunlaştırılması gerekir.

Ancak bu sistem çözülmeye başlamıştır. Lena da Leyla da mutluluk oyunu oynayamadıklarından kendilerince direnme, isyan etme ve yeniden başlama eğilimlerindedir. Sadece aile değil eğitim, istihdam, sosyal güvenlik alanlarında eril tahakküme maruz kalınsa da kadınların özellikle çalışma yaşamına katılmaları, Lena’nın temizlikçilik yapması, Leyla’nın para biriktirmesi, bir şeyler satması, evlilik ilişkilerini yeniden gözden geçirecek gücü bulmalarını sağlar. Günümüz Türkiye toplumunda, toplumsal cinsiyet bir yandan siyasal ideolojilerle sınırlandırılmaya çalışılmakta, diğer yandan iş gücüne kadınların katılımıyla farklı bir görünüm almakta olduğundan çelişkili bir görünüm içindedir.

Model oyunlara baktığımızda ne ebeveynler ne çocuklar ne de kadınlar mutludur. Bu temel sorunların varlığına işaret eder. Toplumsal cinsiyet sorunu sadece kadınların değil, tüm cinsiyetlerin sorunudur. Göç ister makro ölçekte ister mikro ölçekte olsun, elbette uyum çabalarını gerektirir; ancak bu tahakkümle değil, özgür iradeyle yapıldığında anlamlıdır.

KAYNAKÇA

  • De Beauvoir, Simone (1970). Genç Kızlık Çağı, çev. B. Onaran, İstanbul: Payel Yay.
  • FINE, Cordelia (2011). Toplumsal Cinsiyet Yanılsaması, çev. Kıvanç Tanrıyar, İstanbu:Sel Yay.
  • Girard, Rene (2005). Günah Keçisi, çev. Işık Ergüden, İstanbul: Kanat Kitap.
  • Kandiyoti, Deniz (2013). Cariyeler, Bacılar ve Yurttaşlar, İstanbul:Metis.
  • İpşiroğlu, Zehra (2014). Toplu Oyunları, İstanbul:Mitosboyut Yay.
  • Mann S, Patterson A (2015). Reading Feminist Theory, Oxford University Press.
  • Philippe A, Duby G. (2007). Özel Hayatın Tarihi – 4 Fransız Devriminden Büyük Savaşa, İstanbul:YKY.
  • Sabbah, Fetna Ayt (1995). İslamın Bilinçaltında Kadın, çev. Ayşegül Sönmezay, İstanbul:Ayrıntı Yay.
  • Sancar, Serpil (2013). Erkeklik İmkansız İktidar, İstanbul:Metis Yay.
  • Şahiner, Seray (2016). Antabus, İstanbul: Can Yay.
İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *