Merhaba öncelikle okurlarımızın sizi tanıması için kendinizden biraz bahseder misiniz?
Akademik bir yazar olarak yıllardır İstanbul Üniversitesi’nde kendi kurduğum Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nde ve Almanya’da çalıştığım Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde verdiğim yaratıcı yazma ve röportaj derslerinde kadın sorunlarından göçmenlerin sorunlarına, sokakta yatan varoşların yaşamından Almanya’daki göçmen çocuklarının sorunlarına değin çeşitli konulara yer verdik. Ama bu konuların başında hep kadınların sorunları gündeme geliyordu. Kadın ve göç, kadın ve şiddet, namus sorunu, töre cinayetleri vb. konular gündemimizden hiç çıkmıyordu. Zaman içinde çok zengin bir malzeme oluştu. “Lena Leyla ve Ötekiler” oyunum bu çalışmaların bir ürünü. Belgeselle kurmacanın harmanlandığı bir çalışma. Bu çalışmada kadın ve göç sorununu ilk kez bir tiyatro oyunu olarak ele alıyorum.
Önceki yıllarda bu doğrultudaki çalışmalarım doğrudan röportaj çalışmaları olarak gelişiyordu. Sözgelimi Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülü aldığım “Özgürlük Yolları” sekiz gencin yaşamından yola çıkarak Almanya’daki göçmen kuşağın sorunlarını irdeleniyor. Ataerkil aile yaşamı ve yabancıları kolaylıkla dışlayan Alman toplumunun içindeki sıkışmışlığı, gençlerin mücadelelerini gündeme getiriyor. Çınar yayınlarında çıkan bu kitabı okuduğunuza bu sıkışmışlığı türlü mücadelerle aşmayı başaran gençlere inanılmaz bir saygı duyuyorsunuz. “Özgürlük Yolları”ndaki öyküler Essen Üniversitesi’ndeki gençler tarafından Theater an der Ruhr’un tanınmış tiyatro pedagoğu Bernhard Deutsch’un yönetiminde oyunlaştırıldı ve Almanya’nın değişik kentlerinde sergilendi, büyük ilgi gördü.
Cumhuriyet yayınlarında çıkan “Aydınlanan Yollar, Kardelen Öyküleri”de Van ve Ağrı Bölgesindeki Kürt kızlarının inanılmaz mücadelesini anlatıyor. Bu kızlar okuldan alınma, erken evlendirilme, berdel korkusu içinde öyle bir kıstırılmışlar ki, yaşama dört elle sarılmaları, kurtulmak için harcadıkları enerji, savaşımları sizi haliyle çok ama çok etkiliyor. “Aydınlanan Yollar” bir röportaj ve yolculuk kitabı.
Son yazdığım ve bu yıl Duygu Asena roman ödülünü alan “Haneye Tecavüz” ise yine belgeselle kurmacanın harmanlandığı bir belgesel roman. Yedi kadının yaşamından yola çıkarak farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınların kuşatılmışlığını ve bunu kırma mücadelesini anlatıyor. Bu roman da şu sıralarda Ali Berktay tarafından oyunlaştırılıyor.
Son yıllarda hep belgelerle kurmacanın içiçe geçtiği çalışmalara yöneldim. Çalışmalarımın temelini toplumsal cinsiyet oluşturuyor.
Lena Leyla ve Ötekiler Çok karakterli, sancılı, tek kişilik bir oyun. Oyunda bir kadın aslında birçok kadını anlatıyor. Lena; muhafazakâr bir çevre içinde var olma savaşı veren kadının mücadelesini, Leyla ise; kendine dayatılan tüm rolleri kabul eden ve bunlarla var olmaya çalışan bir kadını anlatıyor. Tek gerçek ise kadının yaşamını yok sayan eril sistem. Siz bu mücadeleyi nasıl yorumladınız? Oyuna hazırlanışınızdan bahsedebilir misiniz?
Tiyatro öğrencilerimden Emine Harmanlı Ukrayna’dan evlenerek gelip Türkiye’ye yerleşen ve ailenin isteği üstüne müslüman olup kapanan bu kadınla iş yerinde tanışmış ve ondan çok etkilenmişti. Bu nedenle onunla uzunca bir röportaj yaptı. Okuyunca ben de etkilendim ve kadınla tanışmak istedim. Türbanlı, aydınlık yüzlü güzelce bir kadın geldi evime. “Siz benimle acaba Lena mı yoksa Leyla olarak mı konuşmak istersiniz?” diye sordu. Bu soru tabii çok tuhafıma gitti, kendini nasıl rahat hissediyorsa öyle davranmasını söyledim. Bunun üzerine paltosuyla birlikte başörtüsünü de çıkardı. Uzun uzun konuştuk. Söyleşi sırasında tuhaf bir şey farkettim. Lena Leyla’yı hep ötekileştiriyordu. Ona göre yaşadığı sorunların düğüm noktası Leyla’nın kişiliğinde odaklaşıyordu. Yüzeysel olarak baktığınızda öyle tabii Lena kültürlü bir aileden geliyor, üniversite okumuş, evlenip türlü hayallerle Türkiye’ye geliyor. Öte yandan Leyla yaşamı mahalle baskısıyla kısıtlanmış ve iyice kapatılmış bir varoş kadını. Ama sorunun derinine indiğinizde yaşadıklarının tek sorumlusunun Leyla olmadığını, Lena’nın da bu işte çok payı olduğunu görüyoruz. İşte bu ikilem beni çok ama çok etkiledi. Böylece onun yaşamını bir tiyatro oyunu olarak kaleme aldım. Oyunun galasında kendisi de geldi, oyunu ağlayarak izledi. Kırmızı bir türbanı vardı. Oyun sonrasında kırmızı türbanıyla kırmızı şarap içerken ki görüntüsü gözümün önünden gitmiyor… Bu oyun tek bir kadının kimliğinde modern yaşam ile geleneksel yaşam arasındaki çatışmayı gösteriyor. Geleneksel yaşamda kadının adı bile yok, modern yaşamda ise daha rahat ve özgür gibi görünse bile yine eril baskıların içinde. Aksi takdirde Lena bu kadar kolay tuzağa düşmezdi.
“Lena, Leyla ve Ötekiler” bağlamında da sormak istiyoruz. Tiyatro-seyirci ilişkisini nasıl ele almak gerekiyor?
Oyunumu birkaç kez izledim, oyun sonrası oyunun yönetmeni Ayla Algan’ın da katılımıyla izleyicilerle söyleşi yapıyorduk. İzleyicilerden inanılmaz güzel tepkiler geliyordu. Her seferinde verimli bir tartışma ortamı yaratıldı. Sonrasında çevremi saran ve heyecanla “Siz benim öykümü anlatmışsınız” ya da “Ben de buna benzer bir şey yaşadım” ya da “Yaşadığım ortam kendimi bulmamı engelliyor” diye kendi duygularını ve düşüncelerini dile getiren türbanlı kadınlarla konuştum. Bu çok etkileyiciydi. Çünkü biz kendimize benzemeyeni çok kolay ötekileştirme eğilimindeyiz. Kadınlar arası tam bir köprü kurulmuştu bence. Öte yandan bu konulara aşırı duyarlı erkek izleyiciler de çoktu…Bütün bunlardan çıkardığım sonuç, oyun sonrası konuşmaların ve tartışmaların çok ama çok verimli olduğu. Bu tür etkinlikler mutlaka yapılmalı ve tiyatro üzerine yapıcı bir tartışma ortamı yaratılmalı. O zaman hem tiyatrocular izleyicinin nabzını yoklayabiliyorlar hem de izlenen oyun belleklere daha iyi yerleşiyor. Aslında bu tür etkinlikler yurt dışında sürekli yapılıyor. Sözgelimi her tiyatronun bir tiyatro pedagoğu var, liselere, üniversitelere gidip atölye çalışmaları yapıyor, gençleri gidecekleri oyuna hazırlıyor, oyun sonrasında da yazar, yönetmen ve oyuncularla hararetli tartışmalar oluyor. Ben Essen Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda tiyatronun t’sini bile bilmeyen göçmen işçi çocuklarıyla entelektüel çıtası çok yüksek olan oyunlara gitmişimdir. Ama öğrencilerimin tiyatro dünyasına girmesinde tiyatro eğitimcilerinin de payı büyüktü. Uzun yıllar tanınmış tiyatro pedagogları Günay Köse ve Bernhard Deutsch ile birlikte çalıştım, onlara çok şey borçluyum. Öğrencilerimden bazıları tiyatro eğitimi alanında uzmanlaştı, dahası bazıları tiyatro eleştiri yazıları bile yazmaya başladılar. Toplumumuzda tiyatroya büyük bir ilgi var bunun daha iyi değerlendirilmesi gerekiyor.