Sahnede palyaçolar fink atıyor. “Moskova” hayalleriyle yanıp tutuşan kardeşler şişme bir dev şiltenin üstünde zıplayıp hoplayan birer palyaço olarak karşımızdalar. Yerleri süpüren kırmızı bir palto giymiş olan Maşa kâh askeri konutlarla kardeşlerini yönlendiriyor kâh siyah mini eteğini savurarak erkeklerle flört ediyor. Ortanca kardeş Olga ayakları üstünde duramayan dev bir balon olarak sergileniyor, küçükleri ihtiyar yüzlü İrina ise yüzünden akan palyaço makyajıyla belki de en hüzünlüleri. Gösterilen çöküş içinde bir toplum.
Al sana sirk dünyası Al sana Çehov…
Çehov’un replikleri ile bu sirk ve palyaçolar atmosferi tuhaf bir karşıtlık oluşturuyor. Verilmek istenen hüzün, hüznü de bir palyaçodan başka kim bu kadar iyi sergileyebilir? Çehov’da insanların hayalleri ile yaşam karşısındaki davranışları arasındaki kopukluk, boş konuşmaktan başka hiçbir şey yapmamaları, pasiflikleri, belki de ne istediklerini bile bilememeleri, absürt tiyatroyu andıran bir palyaço gösterisi olarak sunulabilir mi? Palyaçolar yaşıyorsa, bize dokunabiliyorsa, onların hüzünlerini yüreğimizde hissedebiliyorsak neden olmasın? Ama işte sorun bu ki bu palyaçolar ölü doğmuşlar, hiç yaşamıyorlar. Onlar sadece yapay birer kukla. Bir süre sonra da giderek otomatlaşan kuklaları izlemekten sıkılıyoruz. Sahnede hiçbir şey bize inandırıcı gelmiyor çünkü. Çehov’u bilmeyen bir izleyici metni yok sayarak renkli bir sirk gösterisinin tadını çıkartabilir, bilen izleyici ise oyunu gözlerini kapatarak izleyebilir, yani bir taşla iki kuş …Şöyle de denebilir: Birbirine hiç uymayan şeyleri bir araya getirmek postmodern felsefenin özünü oluşturmuyor mu? Al sana sirk dünyası, al sana Çehov… İyi de bolca şeker, bolca tuz, az buçuk sirke ile lezzetli bir pasta yapılabilir mi?
Pınar Karabulut bir süredir Köln Schauspiel’de çalışan, önceleri de önemli tiyatrolarda kendini kabul ettirmiş genç bir yönetmen. “Üç Kızkardeş” yorumu da Almanya’daki beklentileri “fazlasıyla” karşılayan “dört dörtlük” bir sahneleme. Soru şu: Almanya’da giderek teknik performans ve oyuncu mükemmelliğinde odaklaşan, içeriği ve anlamı alabora eden, empati, dayanışma, insan sıcaklığı gibi duyguları çoktan unutmuş olan, geçmişin büyük tiyatro ustalarını hiçe sayan bir tiyatro anlayışı onu acaba nasıl etkileyecek ? Türkiye’de hâlâ canlılığını koruyan tiyatroyla ve en önemlisi de tiyatroya inanan heyecanlı izleyiciyle karşılaşsaydı yaratıcı gizilgücü daha mı ortaya çıkardı, eğer yetenekliyse evet. Ama biz onun yetenekli olup olmadığını bile anlayamıyoruz, çünkü yönetmenin özgün duygularını, düşüncelerini gösteren bir şeyler yakalayamıyoruz.
Düşünme ve yaratıcılık…
Çok değil bundan otuz yıl önce Karabulut gibi bir yönetmenin hiç şansı olamazdı tiyatroda. Ama sadece onun mu bugün Alman tiyatrolarında cirit atan bir sürü ‘tiyatro cambazı’nın da şansı olamazdı. Çünkü tiyatro denince kültürel bir birikim beklenirdi, düşünme ve yaratıcılığın sentezi beklenirdi, heyecan beklenirdi. Bugün beklenense sadece teknik performans. Geçenlerde Stuttgart’daki Tiyatro Festivali’nde Londra’dan gelen genç bir Shakespeare oyuncusu dikkatimi çekmişti. Çünkü tipik bir Peergynt’tü gözümde. Bunu ona söylediğimde şaşırdı, çünkü Peergynt’ün adını bile duymamıştı. Yazarının Henrik İbsen olduğunu söylediğimde daha da çok şaşırdı, çünkü İbsen’i de duymamıştı. Oyunun genç yönetmein de “Kim bu, önemli biri mi?” diye sordu, sonra hemen cebini çıkartıp goggle’da baktı. Eminim bu genç tiyatrocular Shakespeare ile ilgili kendi oynadıkları kolajın dışında da bir şey bilmiyorlardı.
Öte yandan demokrasinin yerleşmemiş olduğu ülkelerde tiyatronun bambaşka bir anlamı ve işlevi var. Tiyatrolara karşı hiç bitmeyen baskılar bunu göstermiyor mu? Keşke refah toplumlarındaki yetenekli genç tiyatroculara bizim gibi ülkelerde kendilerini geliştirme fırsatları daha çok tanınsa…Yaratıcılık kendi sınırlarımızı aşmakla başlıyor. Batı ülkelerindeki tiyatrocuların da kendi dar sınırlarının dışına çıkabilmeleri önemli.
O zaman belki bugün moda olan teknik becerilerin, oyuncu performansının, göz alıcı efektlerin, kuklaların, eğlenme ve gülme kültürünün ötesinde de bir şeyler yakayabileceklerdir. O zaman belki bugün Almanya ve dünyada yaşanan sorunlara da hem daha duyarlı olacaklar hem de alternatif modeller geliştirmeye çalışacaklardır.