Sahnede siyahlar giyinmiş dört kadın. Anlatıyorlar, acıyı, şiddeti , adaletsizliği. Amaçları suçlamak değil, sadece şaşkınlıklarını, çaresizliklerini dile getirmek…
Kadınlar anlatıyor, ben dinleyemiyorum, gözüm ikide bir de yanı başımda oturan Cumartesi Anneleri’ne kayıyor. Özellikle de yüzünde bin tane kırışık olan, acıdan kavrulmuş yüzlü Emine Ocak’a.
O anlatsaydı nasıl anlatırdı, ne söylerdi? Yüz hatları bile o kadar etkileyici ki, gözlerimi ayıramıyorum. Sahnede okuma tiyatrosu gibi sunulan öyküler ile bu kadının duruşu arasında dağlar var. Kadının yüzü konuşuyor ama sahnede anlatılanlar hiç konuşmuyor. Oysa Metin Balay’ın Berat Günçıkan’ın kitabından yararlanarak hazırladığı kurguda ritm var, akış var, şiirsellik var. Belli ki oyuncuları yönetirken sade oynamalarını önermiş, duygusallığa kaçmadan, mesafeli oynamalarını istemiş. Gerçekten de en büyük yanlış kadınların melodramatik bir yorumla kurban olarak gösterilmesi olurdu. Ama metin yine de izleyiciye geçmiyor. Aynı ses tonunda kuru bir anlatımın, ifadesiz mimiklerin, donuk bakışların amaçlanan mesafeyle uzak yakın ilgisi yok. Kısaca metin içeriğin çarpıcılığına rağmen, canlanmıyor, yaşamıyor. Her öyküden sonra laytmotif olarak tekrarlanan “Şeytan onlar şeytan” sözleri ise çok rahatsız ediyor. Acaba toplumumuzda aklına gelince bazı insanlara saldıran şeytanlar mı var? İyi de bu şeytanları yönlendiren kim ve neden?
Oyunda anlatılmak istenen sadece çocuklarını kaybeden annelerinin acılarının belgelenmesi, bir insan bir insana nasıl böyle bir şey yapar sorusundan yola çıkarak bu alanda bir duyarlılık oluşturulması, yoksa politik bir sistem eleştirisi değil; bu da ister istemez öyleyse neden belgesel tiyatro sorusuna yol açıyor. Belgesel tiyatronun işlevi olayların içyüzünü göstermek değil mi? Ben sadece kurbanların açısından da olsa olayların belgelenmesinin yine de önemli olduğunu düşünüyorum. Hangi dünya görüşünde olursak olalım bu oyunu gördüğümüzde yüreğimizin sızlaması önemli. Amaç da bu, ama bu amaca ulaşılamıyor.
Acı çeken birini hiç gözlemlediniz mi, seçtiği sözcükleri, kullandığı beden dilini, duraksadığı anları, sözcükleri aradığı ama bulamadığı suskunluk anlarını, ağlamamak için kendini tutma anlarını, sözcüklerin ötesinde olanı anımsama, anlama ve anlatma çabasını? Ve bir oyuncunun yaşamla dehşet arasındaki o anın, o boşluğun sözcüklerle nasıl dile getirilebileceğini gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Bu çok sözcük, çok hareket gerektirmiyor, tam tersi, ancak minimalist bir oyunculuk özgünlüğün kapısını aralayabilir.
Evet, acı nasıl anlatılabilir? Acıyı yaşamayan bilemez ama yüreğinin derinliklerinde hissederek öğrenebilir. Acıyı yaşayanlarla konuşarak, onların dünyalarına girerek, onları gözlemleyerek, acılarını paylaşarak, anlamaya, hissetmeye çalışarak… Ancak böyle bir olgunlaşma sürecinden sonra kendi kişiliğini ve yaşam deneyimini de katarak böylesine zor, neredeyse imkânsız bir rolün üstesinden gelebilir. Bu iyi bir oyuncunun bile kolay kolay başaramayacağı bir şey bile olsa mümkündür.
Ülkemiz ne yazık ki insan, kadın ve çocuk hakları ihlalleri konusunda tam bir belgesel tiyatro cenneti. Cumartesi Anneleri’nden mültecilerin ve göçmenlerin sorunlarına, çocuk tacizinden kadın cinayetlerine değin öyle çok konu var ki ele alınabilecek. Ama tiyatrolar bu tür konuları görmezden geldikleri gibi belgelere ya da gerçek yaşam öykülerine dayanan tiyatroyu tiyatro bile saymıyorlar. Bu açıdan Cumartesi Anneleri gibi bir konunun gündeme gelmesi hem çok cesur hem de heyecan verici. Ama anlatılanlar kadar nasıl anlatıldığı da unutulmamalı. Sonuçta tiyatroyu tiyatro yapan da bu değil mi?