Duvarları rutubetten lime lime olmuş, pencere pervazları kırılmış her yeri dökülen bir köşk. Ellili yılların eski püskü mobilyalarıyla tıka basa doldurulmuş bir salon, tam ortada da dev büyüklüğünde bir yatak… İnsanın içini daraltan bu çöküş içindeki dünyada küçük oyunlarla zamanlarını öldürmeye çalışan insanlar. İlk gece hayalleriyle Figaro ile evlenmek üzere olan hizmetçisi Susanna’nın peşinde olan aynı zamanda karısını ölesiye kıskanan bir Kont, ona oyunlar oynamaya çalışan hizmetkarı Figaro, Kont’un çocuk Cherubino ile gönül eğlendiren yalnız ve mutsuz karısı, zekâsı ve kurnazlığıyla herkesi parmağında oynatan Susanna… Hayaller, aşk, kıskançlık ve içgüdülerin etkisiyle dönen dolaplar… Ve finalde bütün oyunların açığa çıkması, maskelerin inmesiyle sevenlerin birbirlerini bulmaları ve mutlu son…
Uyumlu sahne yorumu…
Bonn Operası’nda yönetmen Aron Stiel ile Şef Dirk Kaftan’ın yönetimindeki “Figaro’nun Düğünü”nün galasında Bravo seslerinden ve alkıştan salon inliyor. Şef Kaftan’ı bir gün önce Kardeş Türküler programıyla Beethoven orkestrasının yönetiminde izlemiş çok etkilenmiştim. Şimdi de seslerin, oyunculuğun, sahnelemenin birbiriyle bütünleştiği inanılmaz uyumlu bir sahne yorumuyla karşı karşıyayız. O kadar ki bir dönem ortalığı birbirine katan bu operanın devrimci niteliğinin de’si bile kalmamış. “Bizi ilgilendiren konunun toplumsal ve politik yanı değil sevgi aşk gibi evrenselliğini her zaman koruyan öznel bireysel öyküler” diyor Stiel. Bu sözleri de sanatta günümüzde egemen olan apolitik eğilimi gündeme getiriyor.
Canlılık ve inandırıcılık…
Kuşkusuz bireysel olanla toplumsal olan özellikle Figaro’da birbirinden kolay kolay ayrılmayacağına göre karakterler bu sahne yorumunda bir türlü yeterince canlılık dolayısıyla da inandırıcılık kazanamıyorlar. Böylece ne Kont’un himayesindeki insanları sömürmesine, kadınları taciz etmesine, kıskançlığı yüzünden gencecik bir delikanlıyı yaka paça savaşa göndermesine, maço tavırlarıyla kendi karısını kıyasıya ezip geçmesine tanık oluyoruz ne de kadınlar arasındaki eşi az görülür direnişe ve dayanışmaya. Böylelikle ezilenlerin zaferleriyle noktalanan gizli başkaldırıları ise müziğin büyüleyiciliği içinde yitip gidiyor. Gerçekten de Mozart’ın müziği o kadar güzel ki, opera sanatçıları da öylesine mükemmeller ki operada çoğu kez olduğu gibi şimdi de konuyu hiç ciddiye almadan da müziğin tadına varabiliyoruz.
Oysa Beaumarchais’nin Fransız Devrimi’nden birkaç yıl önce tiyatro oyunu olarak kaleme aldığı “Figaro’nun Düğünü”nde hem sosyal çatışmalar zenginlerin yoksulları ezmeleri ve sömürmeleri hem de kadınların hiçe sayılması gibi konular öyle çarpıcı bir biçimde gündeme geliyor ki, oyunun galasında çıkan olaylarda üç kişi ezilerek ölüyor. Kral 16. Louis de oyunu yasaklıyor. Napoleon ise bu oyunun Fransız devrimini öngören devrimci niteliğinden söz ederken devrimin ilk tohumlarının Bastille hapishanesindeki baskından çok daha önce bu oyunun sahnelenmesi ile atılmış olduğunu söylüyor. Sonraki yıllarda da Mozart’la librettoyu yazan Lorenzo da Ponte’nin operayı liberalliği ile tanınan İmparator II. Josef’e kabul ettirmeleri bile kolay olmamış. Ponte “Figaro’nun Düğünü’nün sahnelenmesi için izin almak üzere İmparator’la görüşmesinde bu operada yönetenleri tedirgin edici hiç bir şey olmadığını vurguladığı gibi müziğin bütün sivrilikleri yumuşatan, güzelleştiren huzur verici ve rahatlatıcı etkisinden de söz ediyor. Böylece Ponte’nin ikna gücüyle “Figaro’nun Düğünü” ilk kez Viyana Burg Tiyatrosu’nda sahneye konuyor ama pek hoş karşılanmıyor ve birkaç temsilden sonra kaldırılıyor.
Suya sabuna dokunmayan
Almanya’da son yıllardaki opera sahnelemelerinde tıpkı tıyatroda olduğu gibi ele alınan konuyu bugüne kazandırma gibi bir eğilim ağırlık kazanıyordu. Şimdi bu eğilimin yerini suya sabuna dokunmayan yaklaşımlar alıyor ki bu da metni ciddiye almak, içkin okuma yapmak, evrensel olana yönelmek, bireysel ve öznel öyküleri önemsemek ve didaktik olmamak gibi gerekçelerle destekleniyor. Sosyal çatışmalar ve kadına karşı şiddet gibi sorunlar gücünü bugün de sürdürdüğüne göre bu sorunlarla sanatın hesaplaşması bizlere neden bugün absürd geliyor? Yoksa sanatla sosyal ve politik sorunlar arasına set çekilmesi bazılarının işine mi geliyor? Öte yandan sadece tiyatronun değil operanın bile onu fildişi bir kuleye kapamadığımız sürece bize hâlâ söyleyeceği şeyler olamaz mı?