Yaz aylarının dünyaca ünlü müzik festivallerinden biri olan Münih Opera Festivali’ndeyim. Dünyanın dört bir yerinden en iyi opera şarkıcılarının bir araya geldiği, operaların en yeni sahne yorumlarıyla sahnelendiği bu festivale rağbet büyük. İzlediğim operaları yakında okuyucularımla yakında Oyun Teb dergisinde paylaşacağım. Bugün sadece Verdi’nin “Kaderin Gücü” operası ile ilgili küçük bir anımı anlatmak istiyorum.
Avusturyalı tiyatro yönetmeni Martin Kusej’in sahneye koyduğu “Kaderin Gücü”nde farklı toplumsal katmanlardan gelen iki aile arasındaki çatışma olayları tetikliyor. Leonora’nın (Anna Harteros) tutucu, dinci ve ırkçı ailesi göçmen kökenli sevgili Alvaro ile (Jonas Kaufmann) evlenmesine engel oluyor. Kusej’in yorumunda Leonora’nın ailesi mafya babası olarak gösteriliyor. Uvertürde perde açılırken mumlarla süslenmiş şık bir yemek sofrasında bir araya gelmiş olan aileyi dua ederken izliyoruz. Kapıda silahlı korumacılar nöbet tutuyorlar. Bir sonraki sahnede ailesi ile sevgilisi arasında kalan Leonora’nın sevgilisi Alvaro ile kaçmak isterken bir kaza kurşunuyla babasının ölümüne neden olmasını izliyoruz. Ağabeyi Carlos’un namusunu temizlemek için sevgililerin peşlerine düşmeleriyle artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı bir olaylar zinciri başdöndürücü bir hızla birbirini izliyor.
Sahnelemede Kusej’in yorumu ile Verdi’nin büyüleyici müziği arasında bir uyuşmazlık hissediliyor. Özellikle savaşa gönderme yapan kitle sahnelerinde yaşam dolu neşeli bir müzikle savaşı alkışlayan halk bütünüyle duyarlığını yitirmiş, yozlaşmış bir kitle olarak gösteriliyor. Bir din adamının çığırından çıkmış halka “Siz insan mısınız yoksa Türk mü?” diye parlaması beni bir anda bugüne getirse bile müziğin büyüsüyle yine uzaklaşıyorum. Leonora’nın ritüellerle manastırda gizlenmesine izin veren din adamları da korkutucu bir biçimde canlandırılıyorlar. Savaşın bu şiddet dolu eril dünyayı nasıl etkilediği, dinin de bu bağlamda nasıl olumsuz etkisi olduğu bu sahne yorumunun en belirgin özelliği.
Kusej kendi kaderimizi kendi çizdiğimizi de vurgulayarak kader konusuna getirdiği modern yaklaşımını “Kaderin gücü diye bir şey yok” diye açıklıyor bir söyleşisinde. “Kader dediğimiz kilisenin uydurması. Din böylece insanları parmağının ucunda oynatıyor”.
Kusej’in bugüne gönderme yapan eleştirel yaklaşımındı ataerkil koşullanma, militarizm, din gibi olgular oldukça radikal bir biçimde günümüze taşınıyor, öyle ki namus ve din adına kadınların ezilmesi, töre cinayetleri vb. güncel olaylar klasik opera seyircisini rahatsız edici bir biçimde gündeme geliyor.
Operada yanımda oturan bir bey not aldığımı görünce nereye yazdığımı sordu. “Türk basınındanım” sözüme şaşırsa bile renk vermedi. Sadece “Siz insan mısınız yoksa Türk mü” deyişini hatırlatarak “Bunu yazacak mısınız?” diye sordu.“Belki yazarım” dedim. ”Olumsuz Türk imgesinin kökenleri geçmişe gitmiyor mu?” Bunun üzerine namusunu temizlemek ve intikam almaktan başka bir şeyi gözü görmeyen mafya bozuntusu Carlos’a değinerek “Bu adam sizce de tipik bir Türk değil mi?” dedi. “İlkel insanlar dünyanın her yerinde olduğuna göre neden tipik bir Türk olsun?” diye yanıtladım.
Türklere bu bakış canımı acıttı mı? Hayır, operanın öylesine büyüsüne kapılmıştım ki ülkemden ve sorunlarından uzak bambaşka bir dünyanın içindeydim. Çünkü sahnelemenin ve seslerin dört dörtlük olduğu iyi bir operanın büyüsü gerçekten müthiş. Sonradan adamın patavatsızlığına şaşırmakla beraber hiç de haksız olmadığını düşündüm. Dahası Carlos ailesi Türk kökenli bir aile olarak tasarlanarak kadınların kıyasıya ezildiği, namus cinayetlerinin hiç de eksik olmadığı memleketime de gönderme yapabilirdi pekâlâ. Ama bugünkü gerilimli ortamda bunu gerçekleştirmek yürek ister, bu da ayrı bir konu.