Sahnede siyah giysiler ve yüksek ince topuklu ayakkabılarıyla birbirinden şık ve güzel iki genç kadın. Masa başında Dilşad Budak’ın anılarını okuyorlar. Dilşad’ın düğünüyle başlayarak geriye dönüşlerle onun yaşamından kesitler sunan bu multimedial okuma performansı (Entropi Sahne) yine düğün sahnesiyle sona eriyor. Türkiye’de seksenli yıllarda doğan Dilşad sosyalist bir ailenin kızı. Seksen darbesinden sonra babasının hapishaneye girişi, apar topar kaçışları, Almanya’ya mülteci olarak sığınmaları, tutucu bir taşra kentinde geçen çocukluğu sahnede hem okunuyor hem de pandomim, dans gibi ögelerin katılımıyla canlandırılıyor. (Yönetmen: İrem Aydın). Arka plandaki barkovizyonda Almanya’ya göçü gösteren silik görüntüleri izliyoruz. Ancak görüntüler de performans da o an ilgimizi çekse bile sabun köpüğü gibi uçup gidiyor. Belleğimize yerleşen sadece Alman Türk ilişkilerini irdeleyen zeki ve esprili bir metin. Keskin bir gözlemcilik yer yer abartı ve çarpıtmayla düşündürücü bir mizaha dönüşüyor. Sözgelimi yıllar sonra İstanbul’a yerleşen ve burada kendine yeni bir yaşam alanı kurmaya çalışan Dilşad’ın Alman arkadaşlarıyla telefonla görüşmek istediğinde onlarla konuşabilmek için haftalarca önceden randevulaşması Almanya’daki emprovizasyona sıfır toleranslı planlı yaşamı dile getirirken, Türkiye’de her an beklenilmedik sürprizlerle dolu yaşama gönderme yapıyor. Spontanitenin ve doğaçlamanın olmadığı bir yaşam bizde hayal bile edilemezken Almanya’da duvarlara tosluyor. Bu gibi gözlemler metnin kurgusunu oluştururken toplumsal ve politik gelişmeler yaşam öyküsüyle iç içe geçiyor. Böylece düşünce ve yaşantı düzeyinde kurgulanmış olan anlatı, sahne performansını geride bırakıyor. Kimdir Dilşad göçmen kökenli bir Alman mı, Almancı mı, politik bir mülteci mi, işçi çocuğu mu? Kendine ille bir kimlik seçerek belli bir çekmeceye yerleştirilmesi şart mı; farklı kimliklerin aynı anda yaşanması mümkün değil mi?
Almanların Türkiyelileri kolaylıkla ötekileştirmeleri, Türklerin ise oldukları yerde saymaları, taşra kentinin tutuculuğu Dilşad’ın en dibe vurmasına yol açsa da sonunda kendi yolunu buluyor. Tıpkı bundan on yıl önce işçi edebiyatı ödülü alan ve Almancaya da çevrilen “Özgürlük Yolları” kitabımda anlattığım üçüncü kuşak öykülerde olduğu gibi. Üçüncü kuşak gençleri sımsıkı saran ataerkil yapılanmanın getirdiği baskılar kendilerine benzemeyeni kolaylıkla ötekileştiren bir toplumun zihniyeti ile bir araya geldiğinde öyle bir sıkışmışlık yaşanıyor ki genç bir insanın bundan kendini kurtarması mucizeye dönüşüyor. Ama “Özgürlük Yolları”nın diğer gençleri gibi Dilşad da bu mucizeyi başarıyor. Arada kalmanın getirdiği benzer sıkışmaların, kutuplaşmaların uç noktada yaşandığı ülkemizde de sürdüğünü biliyoruz. “Türkland”ın da bizde çok ilgi görmesinin nedeni bu olmalı.
Dilşad’ın öyküsü zekice yazılmış bile olsa yer yer soyut kalıyor. Kimlik arayışını anlatırken kendi yaşamından daha somut örnekler getirmeye cesaret edebilse daha vurucu olabilirdi. Ancak her iki topluma karşı eleştirel duruşu metnin dramaturjik yapısının sağlamlığını sağlıyor. Anlatılanlar uçup gitmiyor, tersine belleğe yerleşiyor. Bu yapı temel alınarak yaşam öyküsünden daha somut örneklerin verilmesi bu performansa çok şey kazandırabilirdi. Öte yandan pandomim, dans, metnin Ilgıt Uçum’un katılımıyla iki kişiye paylaştırılarak okunması gibi görsel ve biçimsel ögelerin bu metne tam uyduğunu söyleyemeyiz. Sözgelimi daracık siyah giysiler, ince topuklu ayakkabılar, kırmızı dudaklar oyundaki düğün atmosferine uygun bile olsa günümüz kadın klişesini sergilemekten öteye geçmiyor. Oyunun finalinde kendi düğününü yabancılaşarak yaşayan Dilşad’ın amacı bu klişeye mi uymak, yoksa kendini mi bulmak?
Öykünün özgünlüğüne uygun bir tasarım daha anlamlı olmaz mıydı? Belki de performansın yerine canlı müzik eşliğinde metni okunması ya da bir tür anlatı tiyatrosu olarak sahnelenmesi metne daha uygun düşerdi. Çünkü performansta yaşanılan an ve uyandırdığı çağırışımlar ve yoruma açık sahneler önem kazanırken, yazılı metin ikinci plan itiliyor. Oysa “Türkland” gücünü metinden alıyor. Öte yandan performans türünün açık biçiminin ve esnekliğinin yeni denemelere yol açabileceğini düşünüyorum. Sonuçta göç, ayrımcılık, ötekileştirilme ve kimlik arayışı üzerine mutlaka görülmesi gereken çarpıcı bir performans “Türkland”.