Arayış Yılları
Doksanlı yılların başlarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dramaturgi ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nün bir projesi olarak[1] bir ilköğretim okulunda eğitimde tiyatro çalışmalarını başlatmıştık. O dönemde benimle birlikte çalışan genç arkadaşlar asistanlar ve yüksek lisans öğrencileriyle okula gittiğimizde, amacımız on, on beş kişilik küçük bir çalışma grubu oluşturmaktı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü hiç beklenilmedik bir ilgi ve coşkuyla karşılaşmıştık. Çocuklar çalışmalara katılmak için birbirleriyle yarışarak şarkıcıların taklidinden ayağını yere vura vura bağıra çağıra şiir söylemeye, televizyonda izledikleri ucuz güldürü taklitlerinden göbek atmaya değin tüm becerilerini canla başla sergiliyorlardı. Sonunda küçük öbekler oluşturarak tiyatro çalışmalarına katılmak isteyen yaklaşık yetmiş çocuğu da kabul etmek zorunda kaldık. Çocuklardan kimi alışılagelen türde bir müsamere yapılacağını düşünüyor, kimi de televizyonda gördüğü komedyenleri ve şarkıcıları taklit ederek bir gösteri hazırlanacağını sanıyordu. Oysa amacımız çok farklıydı. Ne onlara ‘şu iyidir şu kötüdür’ gibi yüz binlerce kez duya duya kanıksadıkları kalıpları öğretmeyi, ne müsamerelerden alışık oldukları gibi vatan millet sakarya edebiyatı yapmayı, ne de onları ucuz medya esprileriyle eğlendirmeyi istiyorduk. Tek amacımız vardı, onların sesine kulak vermek, onlarla diyaloga girmek… Kimdi bu çocuklar, sevinçleri, üzüntüleri, gözlemleri, yaşantıları, kaygıları, korkuları, beklentileri neydi? Nasıl bir çevrede yaşıyorlar, ne tür sorunlarla karşılaşıyorlardı? Onların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri, duygularını, düşüncelerini dile getirebilecekleri yapıcı bir ortam yaratarak, özgün seslerini yakalamak istiyorduk. Çocuklar birden kendilerini hiç beklemedikleri bir çalışmanın içine buldular böylece. Çok kısa bir süre içinde doğaçlama çalışmalarına gösterdikleri uyum şaşırtıcıydı. Almaya açık, uyanık ve esnektiler ve her şeyden önemlisi çalışmalardan inanılmaz keyif alıyorlardı. Sanki ders çalışma ve okul korkusuyla ya da boş zamanlarını geçirdikleri televizyonun etkisiyle bastırılmış olan yaratıcı gizilgüçlerini çıkartan büyülü bir değnek vardı elimizde. Bu değnek mucizeler yaratıyordu. Küçük büyük herkes heyecan içindeydi, çocukların dünyasını bulgulamanın heyecanı. Çocuklar yaşamlarında belki de ilk kez önemsendiklerini, ciddiye alındıklarını ayrımsamışlar ve kendilerine sunulan bu olanağa dört elle sarılmışlardı. Çalışmalar sırasında ortaya çıkan güçlükler yok muydu? Elbette vardı, yedi sekiz yaşlarındakilere ulaşmak büyüklere oranla daha kolaydı ama disiplini sağlamak, oyun oynamanın da kurallarını olduğunu göstermek hiç de kolay değildi, buna karşılık oyunun kurallarına daha çabuk uyum gösteren büyükler kendilerini özgürce ifade etmede zaman zaman zorlanıyorlardı. Öte yandan öğretim üyeleri yardımcılarının, grup liderleri işlevini gören üniversite öğrencilerini de yönlendirmeleri ve her grubun kendi iç dinamiğini sağlamaları hiç de kolay değildi.
Tüm güçlüklere karşın yaşadığımız bu ilk olumlu deneyim bizlere yeni bir çalışma alanı açmıştı. Zaman içinde bu alan giderek yeşerdi. Üniversitedeki asistanların yönetiminde yüksek öğretim öğrencileriyle birlikte İstanbul’un çeşitli semtlerindeki okullarda sürdürülen çalışmalar özellikle yoksul ailelerden gelen çocuklara ulaşmayı hedefliyordu. Okul, okuldaki sorunlar, otoriter eğitim, aile içi ilişkiler, kuşaklar arası çatışma, medyanın yaşamımızdaki etkisi, çevre kirlenmesi, arkadaşlık, kız erkek ayrımcılığı, ekonomik sorunlar, kısaca çocukların yaşamına giren her şey ama her şey inanılmaz derecede zengin bir çalışma malzemesi sunuyordu. Kuşkusuz çalışmaların sürdürüldüğü yöreye ve katılan öğrencilere göre, karşılaşılan sorunlar da sürekli bir değişim gösteriyordu. Kimi yörede çocukların güvenini kazanmak, onların özgün sesini duymak hiç de kolay değildi, çalışmalarda inanılmaz bir sabır, süreklilik ve disiplin gerektiriyordu. Ama yöreden yöreye değişen sorunlara karşın, ortak olan çocukların, ciddiye alındıklarını, önemsendiklerini çok kısa bir sürede algılayabilmeleriydi.
Bir başka önemli olgu da çalışmaların düzenli olarak yapıldığı okullarda çocukların gelişmelerini somut bir biçimde gözlemleyebilmemizdi. Örneğin Kasımpaşa’da bir okulda bugün tanınmış bir çocuk tiyatrosu uzmanı olan Y. Doç. Dr. Nihal Kuyumcu’nun yönetiminde başlatılan çalışmalarda sürekli olarak baskı ve cezaya maruz kalan çocukların sindirilmişliği ya da saldırganlığı göze çarpıyordu. Öyle ki bu okulda uzun bir süre eğitimde tiyatro çalışmalarını başlatamamış, tiyatro çalışmalarına ön hazırlık niteliğinde görme, duyma, dinleme ve konuşma becerilerini geliştirici alıştırmalar yaptırmıştı. Ancak model olarak seçilen bu okulda sürdürülen yaz ve kış okulu kurslarına katılan çocuklar birkaç yıl içinde korkularını ve kaygılarını yenerek ve özgüven kazanarak öylesine bir gelişim gösterdiler ki, büyük Yalova depreminden sonra depremzede kardeşlerine para toplamak amacıyla kendi girişimleriyle olağanüstü bir sokak gösterisi düzenlediler.
Güncelleştirerek oynadıkları sokak gösterisi bir masala dayanıyordu. Bir gün Ali adında genç bir köylü bir dervişle karşılaşır. Derviş Ali’ye köyünün yakınından geçen dere suyunun zehirli olduğunu, köy halkının bu sudan içmemesini, sudan içenlerin pek yakında akıllarını yitireceklerini söyler. Ancak Ali dervişin uyarısını diğer köylülere aktardığında, bu uyarıyı kimse ciddiye almaz. Bunun üzerine Ali köyünü terk eder. Yıllar sonra döndüğünde zehirli sudan içen köylülerin gerçekten delirmiş olduklarını görür. Ne var ki eğriye doğru doğruya eğri diyen köylüler, bu kez de Ali’yi alaya alıp ona köyün delisi damgasını vururlar. Bu durumda Ali ne yapmalıdır? Tekrar köyden çekip gitmeli midir, yoksa zehirli sudan içip uyum mu sağlamalıdır, yoksa bu durumu değiştirmek için başka bir şeyler mi yapmalıdır?
Sokak gösterisine katılan çocukların güncelleştirerek değiştirdikleri bu masalda derviş deprem tehlikesini gündeme getirerek köylüleri zamanında uyaran bir bilim adamı olmuştu. Köylüler tehlikeyi duyunca paniğe kapılarak imama, muhtara ve köyün diğer büyüklerine başvururlar. Ancak imam dua etmek ve üfleyip püflemekten başka bir şey yapmadığından, Ali bir şeylerin değişebileceğine olan umudunu yitirip köyden çekip gider, bir süre sonra döndüğünde ise, köyün depremden büyük hasar gördüğünü görür. Oyun köylülerin köye böylesine zarar veren imamı tekme tokat köyden kovmalarıyla sonuçlanır. Böylece geç bile olsa insanların akılları başlarına geldiği için bir umut ışığı doğar.
O dönemde üniversite öğrencileri olan, bugün de bu alanda uzmanlaşmış olan Emre Erdem’in ve Burçak Karaboğa’nın yönetiminde çalışan bu grubun tiyatro gösterisi çok beğenilmiş, bu nedenle de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği tarafından deprem bölgesinde bir tiyatro turnesi düzenlenmişti. Bugün kimi meslek yaşamına atılmış olan, kimi lisede okuyan bu çocukların kişilik gelişmelerinde eğitimde tiyatronun çok büyük bir katkısı olduğu çok açık.
Doksanlı yıllarda eğitimde tiyatro çalışmalarında başı çeken öğretim üyesi yardımcıları ve genç arkadaşlar hem kuramsal bir birikim elde etmeye çalışıyorlar, hem de yurtdışından çağırılan çeşitli uzmanların desteğiyle farklı çalışma tekniklerini ve yöntemlerini öğreniyorlardı. Üniversite bünyesinde gençlerin kendilerini geliştirebilecekleri yepyeni bir çalışma alanı oluşmuştu. Bugün bu alanda büyük bir başarıyla çalışan yeni bir kuşağın yetiştiğini söyleyebiliriz.
Eğitimde Tiyatroda Kuramsal Temelin Atılması
Eğitimde tiyatro doğaçlamaya dayanıyor. Doğaçlamayla bir sorundan ya da bir konudan yola çıkılarak kurmaca bir durum yaratılıyor ve bu durum rol paylaşımıyla canlandırılıyor. Katılımcıların sürekli rol değişimiyle, günlük yaşamlarından canlandırabilecekleri kesitler, kendilerini başkalarının yerine koyma yetilerini geliştiriyor, böylece farklı roller ve söylemler aracılığıyla bir sorunu yalnızca kendi açılarından değil, başka açılardan da görüp değerlendirebiliyorlar. Eğitimde tiyatroda gözlemcilik kadar önemli olan, empati yetisinin geliştirilebilmesi. İnsanlar nasıl konuşuyorlar, nasıl davranıyorlar, davranışlarının ardında ne tür nedenler yatıyor, hangi söylemlerin etkisi altındalar, hangi değerlere bağlılar, ilişkilerdeki çatışmalar nasıl ortaya çıkıyor gibi sorular yüzeyde görünenin ardında olanı anlamamızı sağlıyor. Bu tür çalışmalar çok gerçekçi bir düzlemde geliştirileceği gibi, taşlama, tersinleme, soyutlama vb. tekniklerden de yararlanılarak sürdürülebiliyor. Amaç bir sorunu abartma, çarpıtma, parodi yoluyla yabancılaştırarak alışılmadık bir açıdan sergilemek. Çalışmalar bu doğrultuda gelişecekse, reklamlardan masallara, karikatürlerden çizgili roman ve video kliplerine değin parodiye uygun olan her tür malzemeden yararlanılabiliyor.
Doksanlı yıllarda başlattığımız eğitimde tiyatro çalışmalarında farklı yöntem ve tekniklerle yaratıcılıkla eğitim ve öğretimi bütünleştirmeye çalışırken kısa bir süre önce yitirdiğimiz ünlü tiyatrocu Augusto Boal’in Ezilenlerin Tiyatrosu kuramı bizlere yepyeni bir ufuk açmıştı. Tiyatro aracılığıyla kendi ülkesindeki geniş halk kitlelerine, okuma yazma bilmeyenlerden ezilen alt katman kadınlarına değin çeşitli gruplarla ulaşmaya çalışan ünlü Güney Amerikalı tiyatrocu Augusto Boal’in tiyatrosu ezilenlerden ve sömürülenlerden yanadır, tiyatro aracılığıyla onların sorunlarına çözümler üretmeye, onları bilinçlendirmeye çalışır. A. Boal tiyatrosunda izleyici de etkin bir konumdadır, böylece izleyiciler ve oyuncular oyunu birlikte oluştururlar.[2] Çalışmalarımızı Augusto Boal’in kuramına dayandırırken, amacımız hem çocukların ve gençlerin dünyasını bulgulamak, onların özgün seslerini yakalamak, hem de onların yaşadıkları dünyayı daha iyi irdeleyebilmelerini sağlamaktı. Daha somut bir deyişle katılımcıların yaratıcı gizilgüçlerini ve eleştirel düşünme, irdeleme ve çözümleme yetilerini etkin kılmaktı. Bu açıdan bu çalışmalar sadece bireyin kendi duyularını bulgulamasını, kendini keşfetmesinde odaklaşan ve bizde de giderek rağbet gören yaratıcı dramanın sınırlarını kendiliğinden aşıyordu. Sosyal sorunlara duyarlılık, eleştirel bakış ve sorunların çözümü doğrultusunda geliştirilen yapıcı seçenekler eğitimde tiyatroyu farklı kılıyordu. Üniversite bünyesinde yıllarca sürdürülen bu çalışmalarda yüksek öğretim öğrencilerinden de beklenilen alışık olmadıkları bir etkinlikti. Bu alanda kendilerini yetiştirmek isteyen gençlerin kendi düşünme ve çözümleme yetilerini ve yaratıcılıklarını etkin kılmayı ve kuramla uygulamayı bütünleştirmeyi öğrenmeleri gerektiği gibi okullarda yapılan her çalışmanın bir ilk olduğunun da bilincinde olmaları ve bunun heyecanını duyumsayabilmeleri ve sorumluluğunu üstlenebilmeleri gerekiyordu. Deneysellik ve yaratıcılık eğitimde tiyatronun temelini oluşturduğundan, her çalışma yepyeni bir yaşantı sunuyordu. Ve her yaşantıyla birlikte hep birlikte aşılması gereken yeni yeni sorunlar oluşuyordu. Bu açıdan da bu çalışmalar büyük bir özen, disiplin, süreklilik kimi kez de özveri gerektiriyordu.
Göçmen İşçi Kökenli Gençlerle Forum Tiyatrosu
İki binli yılların başında Duisburg-Essen Üniversite’sine gittikten sonra göçmen kökenli Türk işçi çocukları ve gençlerle çalışmaya başladım. Bizde Nihal Kuyumcu ve Jale Karabekir birbirinden ilginç projelerle eğitimde tiyatro çalışmalarını sürdürürken, ben de bu alandaki çalışmalarımı Almanya’ya kaydırmıştım böylelikle. Ancak birbirimizle, özellikle de eğitimde tiyatro alanındaki yayınlarıyla da uzmanlaşan Nihal’le sürekli bir düşünce alışverişi ve işbirliği içindeydim. Hedef gruplarımız, toplumun alt katmanından gelenler olduğundan, sorunlar da doğal olarak ortaktı. Ekonomik zorlukların getirdiği sorunlar, modern yaşamla geleneksel arasındaki sıkışmışlık, ataerkil aile yapılanması, çocukların, gençlerin ve genç kızların ve kadınların üzerinde yarattığı baskılar çok katmanlı bir çalışma ve araştırma malzemesi sunuyordu bizlere.
Bu dönemde Ezilenlerin Tiyatrosu temel taşını oluşturan Forum Tiyatrosu bizlere özellikle yol gösterici olmuştu. Forum Tiyatrosu’nda güncel bir sorun doğaçlama yoluyla canlandırılıyor, sonra da izleyicilerin katılımıyla sahnede canlandırılan soruna çeşitli çözüm önerileri aranıyordu. Böylece sürekli rol değişimiyle aynı oyunun farklı çeşitlemeleri oynanıyordu. İzleyicinin etkin katılımını öngören Forum Tiyatrosu aracılığıyla hem kendimizi, içselleştirdiğimiz değerleri, rolleri, gelenekleri, tabuları, hem de yaşadığımız çevreyi, toplumu daha iyi alımlama olanağını buluyorduk. Sorun odaklı bir anlayışı gündeme getiren bu tiyatroda çocukların ve gençlerin ilgisini çekecek bir sorun seçilerek hedef gruba oynanıyor ve sonra da izleyici çocukların katılımıyla gündeme getirilen soruna çözüm üretilmeye çalışılıyordu. Bu çerçeve içinde okullarda çocuklara yönelik gösterilerde aile içi çözülme, anne ve babanın ayrı yaşamasından dolayı çocuğun yaşadığı baskı ve ayrımcılık, kız erkek ayırımcılığı, yabancı düşmanlığı, şiddet, kuşaklar arası kopukluk, ailelerin çocukların üzerinde yarattıkları baskılar, meslek seçiminde gençlerin güdümlenmesi, çıkarcılık ve ikiyüzlülük, çevre ve mahalle baskısı gibi sorunlar tüm çarpıcılığıyla gündeme geliyordu.
Ancak Almanya’daki Türklerle sürdürülen çalışmalarda gündeme farklı biçimlerde gelen temel sorun hep toplumsal cinsiyet sorununda odaklaştığından, zamanla doğrudan kadınlara yönelik çalışmalara da ağırlık vermeye başlamıştık. Örneğin ataerkil aile yapılanmasının sorgulandığı bir Forum çalışmasında ithal gelin sorunu gündeme gelmişti. Oyunumuzda Almancı koca bulup Türkiye’den Almanya’ya gelen gelin artık elini ete süte değdirmeden yaşayabileceği hayalindedir; dil öğrenecek, okuyacak, belki para kazanabileceği bir uğraşı bile olacaktır. Ancak evdeki hesap çarşıya uymaz. Gelin Almanya’ya gelip de kayınvalidenin eline düştüğü anda bütün hayalleri bir anda uçuverir. Pısırık kocası ve ailesi tarafından öylesine kuşatılmıştır ki, nasıl kurtulacağını bilemez. Köln’deki gösterinin bu aşamasında, insanın içine işleyen derin bir suskunluktan sonra izleyen kadınlar ağlamaya başlamışlardı. Ama düşler dünyasında olmayacak şey yoktur, burada da farklı çözümler üretilmişti. Böylece bir anda izleyiciler oyuncu, oyuncular izleyici olup, kadınlar kıkırdaşmalar, kahkahalar arasında kendilerini sahnede bulmuşlardı. Kadınlar çıkış arayışı içinde rolden role giriyor, her biri ünlü komedyenlere taş çıkartacak bir oyunculuk sergiliyordu. Roller sürekli değişiyor, kimi kayınvalide oluyordu, kimi gelin, kimi görümce, kimi koca… Çatışmanın biçimi sürekli değişiyor ama özü bir türlü değişmiyordu. Çözüm bulmak hayal düzleminde bile olsa hiç de kolay değildi. Sahnede oynanan oyunun her çeşitlemesinde saldırı, şiddet, korku, baskı ve bol bol gözyaşı vardı. Ama sorular da vardı: Sorun kimde, kayınvalide de mi, kocada mı, gelinde mi, yoksa bu ilişkileri körükleyen feodal gelenekler de mi? Gelenekler değişebilir mi, nasıl?
Kadınlarla yıllardır uyum çalışmasını sürdüren sosyal danışman Nurten Kum’a göre, bu oyun sayesinde kadınlar ilk kez kendi sorunlarını böylesine açık yüreklilikle tartışabiliyorlardı. Oyun sonrası yapılan tartışmada göçmen kadınlardan birinin ‘Doğruyu söyleyin, içimizde kocasından dayak yememiş bir kadın var mı?’ sorusu şimdiye değin tabu olan bu konuyu birden bütün çıplaklığıyla gündeme getirmişti. Aynı oyun üniversite çevresinde oynandığında, göçmen kökenli üçüncü kuşağın tepkisi göçmen kadınlarınkinden farklıydı. Gözyaşı yerine direnme, tartışma ve başkaldırı vardı. Bu böyle ama hep böyle kalmalı mı sorusu yeni çözümler üretiyordu. Dilin bir baskı ve ezinç aracı olmaktan çıkıp, diyaloga dönüşmesinden kadınlar arası dayanışmaya kadar farklı çözümler getiriliyordu.
Toplumsal cinsiyet sorununun üstünde okullarda gençlere yönelik çalışmalarda da önemli ölçüde durduk. Her Forum Tiyatrosu’yla yeni bir yaşantı ve deneyim alanı oluşuyordu. Kimi kez somut çözüm önerileriyle Forum Tiyatrosu’nun ana hedefine ulaşabiliyorduk, ama çoğu kez de sadece bir tartışma alanı yaratarak sorunları gündeme getirmekle yetiniyorduk. Özellikle ataerkil yapılanmanın aşırı derecede içselleştirildiği tutucu ortamlarda herkesi doyuracak bir çözümü bulmak kolay değildi çünkü, ama en azından kafamızdaki tabuların sorgulanması sağlanıyordu. Gençlerle yapılan Forum Tiyatrosu’nda gündeme gelen temel sorun kız erkek ayırımcılığıydı. Örneğin baba işsizdir. Üniversiteye giden çocukların giderek yükselen üniversite harçlarını karşılayacak parası yoktur. Bu nedenle kız ve erkek çocuk arasında ayırımcılık yaparak kızın okumasını engellemek ister. Bu durumda kız nasıl çıkmazdan kurtulacaktır? Ya da kız hukuk okumak istemektedir ama aile kızı bir an önce evlendirerek borçlarını ödemek istediğinden, kızın okumasına kesinlikle karşıdır. Bu durumda kız ne yapacaktır? Çözüm önerilerinde dikkati çeken, çözümün genellikle hep anneden beklenmesiydi. Anne babayı ikna etmeye çalışırken kimi kez başarılı oluyor, kimi kez de ataerkil düzenin kurallarını kıramadığı için tam bir çıkmaza giriyordu. Sözgelimi kızına üniversite harçlığını sağlayabilmek için anne, babadan izin alarak dışarıda çalışmaya başlar. Ancak bu kez kurban durumuna düşen annedir, çünkü hem günde on iki saat çalışmakta hem de ev işlerinin ağır yükünü tek başına kaldırmakta aşırı derecede zorlanmaktadır. Bu durumda ne olacaktır? Anne dışarıda çalışmaktan vazgeçecek midir, yoksa kız mı okumaktan vazgeçecektir, yoksa baba mı davranışını değiştirecektir? Sahnelediğimiz bu gösteride evde boş oturan işsiz babanın ev işlerini üstlenerek anneye yardımcı olması önerisi inanılmaz bir tepkiyle karşılanmıştı. Katılımcı ve izleyicilerin pek çoğu sorunun önemini görüyor, ancak iyice içselleştirilmiş olan kadın erkek rollerinin sorgulanmasından duyduğu tedirginliği de açıkça gözler önüne seriyordu. Böylece herkesi tatmin edilecek bir çözüm bulunamadı ama en azından ataerkil aile düzenindeki rollerin sorgulandığı hararetli bir tartışma ortamı yaratılabildi.
Almanya’da eğitimde tiyatro alanında sürdürülen çalışmalar çerçevesinde Biyografik Tiyatro da önemli bir yer tutuyor. Essen Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra Türk kökenli üçüncü kuşak işçi çocuklarının yaşam öykülerini toplamaya başlamıştım. Bu öykülerin içinden zamanla bir eleme yaparak Özgürlük Yolları (Çınar) kitabımı kaleme aldım. 2008 Abdullah Baştürk İşçi edebiyatı ödülünü kazanan bu kitapta yer alan öyküler bir tiyatro gösterisine de uygun bir malzeme sunuyordu. Böylece yaşam öykülerinden yola çıkarak doğaçlama çalışmalarıyla geliştirilebilecek bir tiyatro oyunu kurguladım. Bu oyun Theater an der Ruhr’un tiyatro eğitimcisi Bernhard Deutsch tarafından yaklaşık üç yıl süren tiyatro atölye çalışmalarında giderek geliştirildi ve sonunda ‘Özgürlük Yolları’ sahnelendi. Önce Theater an der Ruhr’da gösterilen sonra da Ruhr bölgesinde turne yaparak büyük beğeni kazanan bu oyunda gençler kendi yaşamlarını, düşlerini, sorunlarını, çatışmalarını ve savaşımlarını özgün bir biçimde anlatıyorlardı. Belgelere dayanarak geliştirilen ancak gerçeküstü ve kara mizah öğelerine de geniş çapta yer veren bu gösteride temel sorun modern yaşamla gelenekler arasındaki çatışmada düğümleniyordu. Sahnede canlandırılan ise bu çatışmayı aşmayı bin bir güçlükle başarabilenlerin öyküleriydi.
Anadolu’da Eğitimde Tiyatro
İki yıldır Fethiye’de düzenlediğimiz Yunus Nadi Günleri’nde de eğitimde tiyatrodan geniş çapta yararlanıyoruz. Yunus Nadi Günleri’nde bir araya gelen çeşitli sanatçılar, tiyatrocular, tiyatro eğitimcileri, yazarlar, yontucu ve ressamlar, filmciler kendi uzmanlık dallarında ilk ve orta öğretim okullarında çocuklara ve gençlere yönelik atölye çalışmaları yapıyorlar. Bu çalışmaların içinde Tijen Savaşkan ile Nihal Kuyumcu’nun yönlendirdikleri eğitimde tiyatro da önemli bir yer tutuyor.
Örneğin Fethiye’deki 2009 Yunus Nadi Günleri’nde izlediğimiz Forum Tiyatrosu gösterisinde birbiriyle diyalogu kopmuş olan klasik bir aile canlandırılmıştı. Oğullardan biri bir kıza aşık olduğundan bunalım içindedir, böylece kendisinden ve ailesinden para koparmayı amaçlayan iki serserinin etkisi altına girer. Bu durumda aile ne yapmalıdır? Ailede ne tür bir değişiklik olmalıdır ki bu soruna yapıcı bir çözüm bulunabilsin? Oyunun çeşitlemelerinde geliştirilen öneriler ataerkil bakışın nasıl içselleştirilmiş olduğunu açıkça gözler önüne seriyordu. Almanya’daki göçmen çevrede de gözlemlediğim gibi burada da katılımcılar sorunun temeline inmekte aşırı derecede zorlanıyorlardı. Birkaç öneride baba rolünün üzerinde önemle durularak otoriter ve baskıcı değil, tersine oğullarına arkadaşça yaklaşan anlayışlı bir baba yaratılmaya çalışıldı, ancak bu kez de bütün sorumluluk anneye atılmıştı. Oyun nasıl gelişirse gelişsin, anne hep edilgin ve çaresiz kaldığı gibi çocuklarını iyi yetiştiremediği için suçlu duruma düşüyordu. Sonunda izleyicilerden biri klasik anne rolünü değiştirme cesaretini gösterince, beklenilmedik bir gelişim oldu. Anne birden her işe koşan ve herkese yaranmaya çalışan pasif rolünden kurtularak babaya sorumluluğu birlikte taşıdıklarını anımsattığı gibi, ne istediğini bilen kendine güvenen kararlı duruşuyla belli bir sınır çizince, birden ailede herkes birbirine girdi. Babanın bu duruma iyice tepesi atmış, oğulları şaşkına uğramışlardı. Serseri arkadaşlar da sonunda çözümü çekip gitmekte buldular. Oğul da gerçi anneyle inatlaşarak onlarla birlikte gitti ama ailesinden para koparamadığı için kendisini sömürmeye çalışan bu ne olduğu belirsiz arkadaş çevresinde pek barınamayacağı da oldukça açıktı. Böylece tam bir çözüm değilse bile bir umut ışığı doğmuş oldu. Ne var ki katılımcıların da izleyicilerin de pek çoğu klasik rollerin böylesine kurcalanıp sorgulanmasından hiç de hoşnut kalmamışlardı. Gene de kafalarda bazı sorular oluşmuştu. Aile yaşamının nasıl olması ve anne-babanın nasıl davranmaları gerekir ki, çocuklar bu tür dış tehlikelere karşı korunabilsinler? Bu soru üzerinde gösteri sonrasında da günlerce konuşulup tartışıldı.
Küçük çocuklara yönelik çalışmalarda çocuklara alışılmışın dışına çıkan farklı bir bakış kazandırılmaya çalışırken masallardan yararlanıldı. Örneğin Külkedisi artık kendisini kurtaracak olan prensi beklemekten bıkıp usandığından özgürlüğü seçer, bundan sonra kendi yaşamını kendi belirleyecektir ya da tembellikle suçlanan ağustos böceği aslında bir müzisyendir ya da kardeşleri kış için erzak toplarken dalga geçmekten başka hiçbir şey yapmayan, bu nedenle de diğerleri tarafından dışlanan tembel fare aslında bir öykücüdür, kış günlerinde dünya güzeli öyküler anlatır, çünkü diğer fareler erzak toplarken, o da çevresinde olup bitenleri izleyerek öyküler kurgulamıştır kafasında. Doğaçlamadan yola çıkarak hazırlanan maskelerle ve kostümlerle renklendirilen bu gösterilerde yer alan çocuklar düş güçlerini kullanmanın, oyun oynamanın ve elbirliğiyle çalışarak bir gösteri sunmanın tadını sonuna kadar çıkarıyorlardı. Önümüzdeki yıllarda bu çalışmaları giderek daha geliştirerek sürdürmeyi planlıyoruz.
Gücünü Yaşamdan Alan Tiyatro
Eğitimde tiyatroyla şimdiye değin İstanbul’un kenar semtlerindeki ve Fethiye’deki okullarda ve Almanya’nın Ruhr bölgesindeki işçi çevresinde başta çocuk ve gençler olmak üzere çok geniş bir çevreye ulaşabildik. Başlangıçta İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dramaturgi ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nde bu çalışmaları sürdürürken, o yıllardaki üniversite yönetiminin bağnaz ve gerici tutumunun bilincinde olduğumdan, çağdaş bir yaşam biçimini ve demokratik bir duruşu benimseyen Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’yle birlikte çalıştığımızı bile özenle gizliyordum. Amacımız öğrenci odaklı bir eğitim anlayışı içinde, hiçbir dayatma yapmadan eleştirel düşünebilen ve sorgulayabilen, her gördüğünü olduğu gibi kabul etmeyen ve kendi yaratıcı gizil gücünü keşfeden bireyler yetiştirmekti. Buna gelen olumsuz tepkiler de doğal olarak yoğundu. Ne var ki bu tepkilerin ardındaki ideolojiler farklıydı. Geleneksel ve tutucu bir çevre bu çalışmalara kendi ideolojisine birebir ters düştüğü için doğal olarak karşı çıkarken, göreceliği (yani herkes kendi yağında kavrulmalı gibi bir görüşü) dünya görüşü olarak içselleştirmiş elitist postmodern bir çevre de (ki bunların içinde ne yazık ki tiyatrocular da azımsanamayacak kadar çok) bu çalışmaları ya önemsemiyor, dahası açıkça karşı çıkıyordu. Bundan birkaç ay önce İstanbul Üniversitesi Dramaturgi ve Tiyatro Bölümü’nde yaptığımız açık oturumda da dinleyicilerden gelen kimi tepkiyi, örneğin ‘Siz de kendi ideolojinizi dayatmak istiyorsunuz!’ buna örnek getirebilirim. Çünkü bu tür bir tepkinin ideolojik bir saptırmadan başka bir şey olmadığını düşünüyorum. Yaklaşık yirmi yıldır sürdürdüğümüz bütün bu çalışmaları yönlendiren tek güç insan-, kadın-, çocuk- haklarına saygılı bir duruş. Türkiye’de yıllardır süregiden otoriter ve ezberci eğitim sistemine sanat ve tiyatro aracılığıyla karşı bir seçenek oluşturmayı amaçlıyoruz. Kuşkusuz bu hiç de kolay değil, çünkü sorun sadece öğrenimde değil, kendini toplumun her alanında gösteren otoriter, baskıcı ve ataerkil yapılanmada odaklaşıyor. Bunun da yüzyılların getirdiği geleneklere dayandığını ve dünden bugüne değişmesinin kolay olmadığını biliyoruz. Ama en azından kendi koşullarımız, olanaklarımız ve birikimimiz çerçevesinde, bu alanda çaba göstermeye çalışıyoruz.
Bu yazının dar çerçevesi içinde getirdiğim örnekler sadece kendi çalışmalarımızı kapsıyor. Ancak benzeri çalışmaların yıllardır başka kuruluşlar, dernekler, okullar, tiyatrolar tarafından da farklı biçimlerde sürdürüldüğünü biliyorum. Umarım bu konuda çıkabilecek olan başka yazılar aracılığıyla birbirimizin deneyimlerinden yararlanarak verimli bir tartışma ortamı yaratabiliriz. Çünkü bu tür bir düşünce alışverişine ve dayanışmaya dinci ve milliyetçi ideolojilerin ve bağnazlığın giderek yükseldiği bir dönemde her şeyden çok gereksinimiz olduğu açık.
[1] Bu proje Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Beyoğlu Şubesi’yle işbirliğiyle geliştirilmiştir.
[2] Nihal Kuyumcu, Augusto Boal Tiyatrosu, Ankara Kültür Bakanlığı Yayınları 2001.