Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali çerçevesinde izlediğimiz görsel ağırlıklı performans türü oyunların tersine sadece dile dayanan Rus yapımı “İran Konferansı” (Yazar: İvan Vyrypaev) dünyanın bugünkü durumu üstüne tartışma yaratan gerçekten çok şaşırtıcı bir oyun. Birbirleriyle çatışan karakterler, gerilimli olaylar yok bu oyunda; sadece farklı söylemler, düşünceler ve dünya görüşleri var. Yine de hiç mi hiç sıkıcı olmayan, dahası gerilim yaratan, dahası bizleri birlikte düşünmeye, tartışmaya çağıran çarpıcı bir oyun.
Danimarka gibi demokrasi anlayışı gelişmiş bir ülkede Kopenhagen’de bir araya gelen ünlü düşünürler, bilim adamları ve sanatçılar günümüz sorunları üstüne konuşuyorlar. Tartışmanın odak noktasını da insan haklarının sürekli hiçe sayıldığı İran alıyor. Ama İran gibi bir ülke üzerinde konuşurken Avrupa ülkelerinin sorunları da gündeme geliyor. Kısaca oyunda İran’dan yola çıkılarak bugün nasıl bir dünyada yaşadığımız çeşitli boyutlarıyla irdelenmeye çalışılıyor.
Batılı konuşmacıların ortak yanı özgün duruşları. Her birinin kendine özgü bir duruşu, beden dili ve ifade biçimi var. Gergin ve sinirli, umursamaz ve rahat, kin ve öfke dolu, hüzünlü… Ama hepsi mutsuz; yürümeyen, yolunda gitmeyen bir şeyler var bu dünyada, bunu dile getirmeye çalışıyorlar. Ortak yanları kendilerini ifade ederken kendi gözlemlerinden ya da yaşam deneyimlerinden yola çıkmaları. Bu tür tartışmalarda sık sık tanık olduğumuz gibi soyut, kuramsal bilgiler yok, bilgiler diğer konuşmacılar ve tartışmacılar üstünde üstünlük kurmak ya da diğerlerini manipule etmek için kullanılmıyor. Öte yandan konuşmacılardan hiç biri rol kesmiyor, hepsi gerçekten bu çıkmazdan kurtulma arayışı içindeler. Ama bu kurtuluş nasıl olacak?
Oyunun ana izleği insanların hep tüketmeye dayalı günümüz tüketim dünyasında inançlarını iyiden iyiye yitirmiş olmaları. İzleyici postmodern bir görecelik anlayışından yeniden dine dönmeyi öneren bir bakışa, insan haklarını savunmadan her şeyi reddeden bir nihilizme kadar farklı duruşları dile getiren söylemleri savunan insanları izlerken kendi bakışını da sorguluyor: Nasıl bir dünyanın içindeyiz ve bu dünyaya hangi pencereden bakıyoruz, hayatımıza nasıl bir anlam veriyor ya da veremiyoruz, yaşamın neresinde duruyoruz, neden bazı ülkelerde insan hakları, kadın hakları böylesine yerle bir ediliyor, buna karşı duruşumuz ne olmalı, mutluluk nedir, nasıl oluyor da sefil koşullarda yaşayan insanları mutluluğu buluyorlar da, uygarlığın içinde yaşam sevinci ve mutluluk duygusu böylesine kolaylıkla yitirilebiliyor, insanlar nasıl bir dünyada yaşamak istiyorlar, özgürlük nedir, biz ne derecede özgürüz ya da değiliz, insan hakları, özgürlük mutluluk gibi kavramlara ne tür anlamlar yüklüyoruz gibi sorular gündeme gelirken herkesi ve her şeyi kucaklayan evrensel bir sevgi anlayışının özlemi de çok yoğun hissediliyor. İnsan insanı sevebilse, doğayı ve yaşamı sevebilse yaşamımız çok farklı olurdu duygusu. Öte yandan Tanrı, doğa, evrensel enerji gibi farklı biçimlere giren bu sevgi her bireyin kendi yaşadığı ortama ve koşullara göre çözmesi gereken bir sır olarak kalıyor. Farklı görüşler arasında ortak noktaların keşfedilemediği, köprülerin kurulamadığı bir dünyada birbirimizi anlamaya çalışma, diyalog kurma, dayanışmaya giden yolları keşfetmeye çalışma gibi bir arayış da bu nedenle bir türlü gündeme gelemiyor.
Oyun boyu dikkatimi çeken konuşmacıların, hep bir arayış içinde olmalarına rağmen, sorunlara sadece kendi pencerelerinden bakmalarıydı. Öyle ki diğer konuşmacılarla ortak bazı noktalar keşfetme kaygısından çok uzaktılar. Bu nedenle de sürekli olarak duvarlar örülüyordu aralarında. Buna en çarpıcı örneği insan ve kadın hakları savunucusu Astrid’le her şeyi göreceleştiren liberal yazar Gustav arasındaki çatışma veriyordu. Çatışmasının doruk noktasında ikisinin bir süre mutsuz bir evlilik sürdürmüş oldukları, oğullarının ise intihar etmiş olduğu gerçeği şaşırtıcı bir sürpriz oluşturuyordu. Oyunlarında hep insanlar arası iletişim sorunları üzerinde duran yazar Vyrypaev bir söyleşisinde belirttiği gibi çatışmalar en küçük birim ailede başlıyor..
Öte yandan konuşmacılar kendi yaşam deneyimlerinden yola çıksalar bile sorunları hep bir dış gözlemcinin bakışıyla akılcı bir açıdan irdelemeye çalışıyorlardı. Yüreklerinden çok akıllarıydı konuşan ya da belki de yürekleriyle konuşabilme yetisini çoktan yitirmişlerdi. Oysa akılcı düşünmenin dar sınırlarını kıran bir arayışın içindeydiler. Oyun bu yönüyle gerçek yaşamda da tanık olduğumuz kutuplaşmalara ve çatışmalara ışık tutuyordu.
Oyundaki bu çelişki, yani çatışmaları aşmaya çalışırken yeni çatışmaların oluşması tuhaf bir kısır döngüye işaret ediyordu. Sonuçta dünyamıza kuş bakışı bakan çok düşündürücü ve hüzün verici bir oyun. Çünkü çözüm yok ya da çözümü herkesin kendisi için bulması gerekiyor. Oyunun finalinde baskılı bir ortamda kendine bir özgürlük alanı yaratmaya başaran ama gerçek aşkı bulduğu anda özgürlüğünü de bırakabilen İranlı yazar kadının duruşu ise bildiğimiz din anlayışından uzak farklı bir sevgi duygusunu sergiliyordu. Bu metafizik bir sevgi mi, esoterik bir duygu yoksa yaşamın daha farklı olabileceğine dair bir gönderme mi? Şimdiye değin yazdığı bütün oyunlarında mutluluğun izini süren Vyrypaev bir söyleşinde yaşamın tek anlamının “ben neden yaşıyorum, yaşamımın amacı ne?”sorusuna yanıt vermek olduğunu söylüyor.
Oyun sonrası tartışmalarda sahneye gözleri dolarak çıkan yönetmenin (Viktor Ryzhakov) içtenliği de beni çok şaşırdı. Tiyatronun içi boşatılmış bir eğlence kültürüne dönüştüğü bir ortamda gerçekten çok özgün, içten ve düşündürücü bir oyun. Keşke bu tür oyunları daha çok izleme fırsatını yakalayabilsek.