“Ya dünyayı birbirine katan çılgınlar, Trump, Putin ve daha niceleri bir gün uyandığımızda hepsi bir kâbustu mu diyeceğiz? Tiyatroda her şey mümkün tabii hayallerin sınırı yok ki ya yaşamda?”
Bonn Kammerspiele’de Olağanüstü Bir Sahneleme
Kat kat yükselen cam pencerelerden oluşan yuvarlak bir kafesin içinde iskambil kartları gibi oradan oraya savrulan insanlar. Önüne arkasına bakmadan yürüyenler, ikide bir de tökezleyenler, iç çekip inleyenler, oldukları yerde tepinenler…Sonra ortalığı saran bedenleri dövmeli, delici bakışlı kapkara Nazi hayaletleri; tek bir işaret, garip bir tıslama, bir hırıltı, acaip bir sıçrama cam pencerelerin bir anda kıpkırmızı olması, ardından havaya uçanlar, cama çarpanlar, yerlere yapışanlar; Naziler tarafından öldürülen ya da kendini öldürmeye zorlanan insancıklar… Şimdi umursamazlık, iftira, ihbar zamanı; acaba yeni kurban kim olacak? Şimdi acı zamanı, acaba piyango kime vuracak?
İşte şu an cephedeki oğlundan bir haber geldi Anna’ya. Eşi Otto onu tutmaya çalışırken inanılmaz biçimlere girerek eğrilip bükülmesi, düşme kalkma, tekrar düşme, bedenin bir çöp torbası gibi yere yığılıp kalması, sonra yine cansız bir bebek gibi eşinin kollarında oradan oraya sürüklenmesi…
Bir kâbus mu? Hans Fallada’nın “Herkes Tekbaşına Ölür” romanından Bonn Schauspiel’de S.Strunz ve V.Hasselberg’in uyarladığı bu uyarlama bir direniş öyküsünü anlatıyor. Suya sabuna dokunmadan yaşayan küçük burjuva çift Anna ile Otto oğullarının ölümünden sonra Hitler’e direnen posta kartları yazıp şurada burada dağıtmaya başlarlar. Kimsenin umurunda değildir bu direnme eylemi, tersine kartları bulan gestapoya teslim eder. Aldırmazlık mı, bana dokunmayan yılan bin yaşasın mı, korku mu? Sonuçta bu işin içyüzünü çıkartma bahanesiyle Naziler öyle bir terör rüzgârı estirirler ki insanlar gölgelerinden bile korkar hale gelirler. Totaliter bir sistemin insanı yavaş yavaş yok eden mekanizmalarını gözler önüne seren bu sahnelemede kuklaları ya da zombileri andıran insanlar çaresizlik içinde yuvarlanan ya da birbirlerine saldıran hayaletleri andırıyorlar. Posta kartlarında gizlenen umut ise çok kısa bir an parlayarak şiddeti tetikledikten sonra sönüp gidiyor. O zaman her şey anlamsız mı? Belki, ama belki de bu direniş direnenlere son bir kez insan olduklarını hatırlatıyordur. Son bir yaşam çırpınıştır bu.
Acının, korkunun şaşırtıcı görsel etkilerle beden diline aktarıldığı bu sahnelemede pantomim, dans, ses ve canlı müzik efektleriyle iç içe örülü bir bütünü oluşturuyor. Dalga dalga yükselen korku koreografisiyle birlikte sergilenen bu sahneleme, öylesine çarpıcı bir görsel dünya sunuyor ki bize, üç saat boyunca neredeyse soluk soluğa izliyoruz oyunu. Gerçekten de grotesk ögelerin, kara mizahın böylesine başarıyla kullanıldığı az oyun izlemişimdir.
Kimi kez gördüğümüz bir karabasan öyle bir can evinden vurur ki bizi gerçekleri daha net görmeye başlarız. Bu oyunda ise tersi bir yaklaşım söz konusu. Tiyatronun büyüleyici gücünün öylesine etki alanına giriyoruz ki estetik bir şölen yaşamanın mutluluğunu iliklerimize değin hissediyoruz, hepsi bu.
Ya faşizm ya acı ya direnme? Bütün bunlar sadece bir karabasan mıydı? Ve şimdi bu inanılmaz performansı alkışlarken güvenceli yaşamımıza geri mi dönüyoruz? Faşizm Alman izleyicisinden gerçekten de bu kadar mı uzakta? Geçmişte bir kez yaşandığına göre artık bir daha yaşanamaz duygusu mu? Ya hızla yükselen sağ partiler (Afd) yönetime girmeyi başarmadılar mı, yoksa onlar mı bir hayalet? Ya dünyayı birbirine katan çılgınlar, Trump, Putin ve daha niceleri bir gün uyandığımızda hepsi bir kâbustu mu diyeceğiz? Tiyatroda her şey mümkün tabii hayallerin sınırı yok ki ya yaşamda?