Muhafazakâr Sanat ve Çıkarcılık
Son yıllarda dine ve geleneklere bağlı tutucu bir duruşun giderek moda olması ve yaygınlaşmasıyla birlikte yeni kavramlar tartışılmaya başlandı: Sözgelimi muhafazakâr sanat. Nedir muhafazakâr sanat, böyle bir şey var mı ya da olabilir mi? Varsa bu kavram kadın hakları bağlamında ne anlama geliyor? Edebiyatta, sanatta bu bağlamda nasıl bir kadın imajı yaratılıyor? Sanırım bu da başlı başına bir araştırma konusu.
Öncelikle sanatın özgür olduğunu ve hiçbir ideolojik kavrama kolay kolay sığmayacağını, sığdırılamayacağını vurgulamam gerekiyor. Bu açıdan da sanatın muhafazakâr olabileceğini pek düşünemiyorum. Ama muhafazakâr bir yönetimin idaresi altında giren sanatçılar her zaman olabilir, bu sonuçta bir çıkar meselesi. Sanatçıların çoğunun da küçük hesaplar peşinde ve çıkarcı olduğunu görüyoruz. Doğal olarak sanatçılar da diğer insanlardan farklı değiller. Ama gerçek şu ki çıkarcılık bir sanatçı için ruhunu şeytana satmak gibi bir şey. Böylece sanatçı kendi kendini yok edebilir kolaylıkla. Brecht “Aklayıcılar Kongresi” oyununda Tuilerle ruhlarını satan aydınları ve sanatçıları ne güzel anlatır. E. Ionesco ise Günlüğünde “En kurnazları olaylara adım uydurabilenler” der. ”Akıntıya karşı yüzmüyorlar. Böylece hep karlı çıkıyorlar. Kazançlılar ama yaşamıyorlar, kendileri yok ortada akımın içinde eriyorlar, onun biçimini alıyorlar kendi biçimleri yok”. (E.Ionesco, Tagebuch, Berlin 1971.)
Muhafazakârlık ve Toplumsal Cinsiyet
Bugün moda olan muhafazakâr sanat kavramı altında kendi kültürel değerlerimizi koruma gibi bir düşünce yatıyor. Kültürel değerlerimizi, ahlak, örf ve adetlerimizi savunma adı altında eril bir zihniyetin ürünü olan dinsel ve geleneksel değerler dayatılmaya çalışılırken, kadın hakları da doğal olarak hiçe sayılıyor. Ama bu gelişmede yüzyıllara dayanan bir geleneğin uzantısı.
“Gelenek dünyadaki bütün modern hukuk sistemlerinden daha başarılı bu kurguya göre; toplumsal aktörler birer otomat gibi kendileri hiçbir şey almadan ya da katmadan geleneği tekrar ediyorlar. Öyle ki seneler, hatta yüzyıllar geçiyor, arada devletler yıkılıyor, devletler kuruluyor ve gelenek etkilenmiyor. İnsanlar göç ediyor, ettiriliyor, dağılıyor, değişik etnik gruplarla dinsel cemaatler, ordu ve paramiliter güçler birbirleriyle çatışıyorlar. Üretim biçimleri, ticaret şekilleri, üretilen ve değişilen mallar, üretim ve ticareti yapan gruplar değişiyor ama bu gelenekler değişmiyor. Özetle geleneklerin ciddi bir şekilde direnç gösterdiği düşünülüyor toplumsal değişime…”(Dicle Kocacıoğlu, Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması, web sayfası 13.10 2009)
Kültürel değerlerimizin temelini oluşturan Sünni İslam geleneği tıpkı milliyetçilik ve militarizm gibi insanları bir arada tutmak için bir araç olarak kullanırken kadınlar üstündeki denetim de günden güne artıyor. Kürtaj yasağı, üç çocuk politikası, namus vb. etkenler hep kadın bedenini sahiplenmeye yönelik bir politikayı gündeme getiriyorlar. Sadece İslam dini değil bütün dinler kadınlar açısından eşitsizliğin başlangıç noktasını oluşturuyor. Batı toplumlarında da ancak Hıristiyanlığın önemini yitirmesi ile birlikte kadınlar özgürleşebiliyor. Batı klasikleri hep baskıya uğratan ezilen, yok sayılan kadınların öyküleriyle dolu.
Bizde bugün muhafazakâr sanat kavramı bağlamında tanımlanan yapıtların çoğunda kadınların hep erkeğe bağımlı kılındığını, ikinci cins konumuna itildiğini ya da yok sayıldığını görüyoruz. Ama bu zihniyeti de yıllarca süregelen bir gelişmenin uzantısı olarak değerlendirebiliriz. Gençleri muhafazakâr bir anlayışla yetiştirmek amacıyla dinsel değerleri savunan çocuk ve gençlik yazını buna en çarpıcı örneği veriyor. Nitekim yıllar içinde bu alanda büyük bir piyasa oluştu. Bu piyasa da kadın yazarlar da önemli bir rol oynuyorlar.
Muhalif Olma ve Totaliter Yönetim
Unutmamamız gerekir ki, sanat, sanatçı doğası gereği muhalif bir konumdadır, bu açıdan da sanatçının çoğunlukla uyarıcı, tedirgin edici, sarsıcı, kısaca bir yanı vardır. Bu hiçbir zaman yok edilemez. Ya da sadece diktatörlüklerde yok edilir. Hitler Almanya’sında sanatçıların konumu bunun en çarpıcı örneğini veriyor. O dönemde yönetime alkış tutan sanatçılar bugün hala yargılanıyorlar. Sözgelimi ünlü Alman yazar Günter Grass’ın yıllar sonra Hitler gençliğine katıldığını gündeme getiren anılarını anlatması ortalığı iyice birbirine katmıştı.
Nazım Hikmet Stalin dönemini eleştirdiği bu açıdan da yasaklanan oyunu “Ivan Ivanoviç Varmıydı Yok Muydu”da baskıcı yönetime alkış tutan sanatçıları iyice karikatürleştirerek anlatır. Bu oyunda yarattığı Hasırşapkalı tipiyle halkın sorunların uzak olan ve kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen tipik bir burjuva aydınına gönderme yapar.
Bugün sanırım biz de önemli bir yol kesimindeyiz. Sanatçıların hangi yolda yürüdüklerinin hesabını vermeleri, kısaca bilinçli olmaları gerekiyor. Bu bağlamda da gözlemlediklerimiz çok iç açıcı değil.
Devlet Tiyatrolarının yeni sezondaki oyun dağarcığına baktığımızda muhafazakârlık kimliğini taşıyan oyun yazarlarının ağırlıkta olduğunu görüyoruz. Necip Fazıl Kısakürek, Turan Oflazoğlu gibi. Ne kadar görkemli bir tarihimiz varmış safsatası altında tarihsel oyunlara ağırlık verilirken Kurtuluş savaşı üstüne oyun yazma yarışmasının düzenlenmesi, Dede Korkut masallarının ön plana çıkartılması hep aynı zihniyetin ürünü.
Sanat ve İdeolojiler
Ne dinci, ne milliyetçi, ne sağcı, ne solcu hiçbir ideolojiyle sanat yapılamaz. Çünkü sanatçının sanatını geliştirebilmesi için bütünüyle özgür olması gerekir. Nurullah Ataç özgür kişiyi köle olmayan, tutsak olmayan kişi olarak açıklıyor. “Böyle işime geldiğinden, böyle söylüyorum, böyle düşünüyorum diyen kişi özgür olabilir mi?” ( E. Özdemir, Düşüncenin Toprağı 1990)
Elbette her sanatçının bir dünya görüşü vardır ve sanatçı bu güçten yola çıkarak dünyaya bakar. Ama bir sanatçı belli bir ideolojinin hizmetine girerek bunu bize dayatmaya çalıştığı anda sanatını hiçe saymış olur. Yani kendi kendini kısıtlar ve yok eder. Brecht Marxist dünya görüşünden gücünü almıştır ve bu dünya görüşünün izlerini görürüz yapıtlarında. Ama sonuçta Brechti Brecht yapan sadece Marxizm değildir, Brecht’i Brecht yapan Alman olması da değildir. O her tür ideolojinin ve kültürel bağlamın ötesinde bütün dünyada okunan sahnelenen evrensel düzeyde bir yazardır. Nitekim Brecht ölümünden sonra yayınlanan yazılarında bir öğrencinin Brecht ve Gorki üzerine yapmış olduğu bir doktora tezi için salt dünya görüşüyle ne bilim ne de sanat yapılabileceğini söyler. Yani burada öğrencinin kendisini de, Gorki’yi de anlamamış olduğunu belirttiği gibi yazdığı tezin de bilimsel bir nitelikten yoksun olduğunu açıklar ve politbüronun etkisi altında oluşan “parti-edebiyatına” karşı çıkar. Parti edebiyatının insanı kendi kişiliğinin bilinci altında düşünmeye yöneltmek değil, duygularını kamçılamak, hipnotizma etmek istediğini söyler. (Z.İpşiroğlu, Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik, İstanbul 1996, s.86)
İdeoloji ve sanat tartışmaları konusunda güncel bir örneği muhafazakâr yazar olduğu söylenen Elif Şafak örneği veriyor. Tartışmalar bu yazarın dünya görüşünün çok ötesinde yazınsal bir yeteneği olduğu düşüncesi göz ardı edilerek sürdürülüyor. Birçok tanıdığım Elif Şafak’ın kitaplarını sadece dünya görüşü nedeniyle boykot ediyorlar, bu bana göre çok ama çok kısır bir görüş. Çünkü bu görüş hem sanatı hiçe sayıyor, hem de Türkiye de öteden beri var olan ve giderek güçlenen polemik kültürünü desteklemeden başka bir işe yaramıyor. Elif Şafak bazı politik ve toplumsal sorunları çok yaratıcı bir biçimde irdeliyor. Ermeni soykırımını gündeme getirdiği “Baba ve Piç” romanı buna örnek veriyor. Ya da “Siyah Süt” adlı otobiyografik kitabında eril toplumlarda kadın yazar olarak kendini kabul ettirmenin, hem kadın kimliğini hem de sanatçılığı yaşayabilmenin yarattığı iç çatışmaları ve sorunları ironik bir biçimde dile getiriyor. Nitelikli bir yazarı ideolojik kavramlarla damgalamak ona yapılacak en büyük haksızlık.
Sanata Baskı
Bir ülkede yönetim sanatçılara kendi dünya görüşü doğrultusunda baskı yapıyorsa o ülkede demokrasi olduğu söylenemez sanırım. Çünkü o ülke totaliter bir yönetimin etkisi altındadır. Türkiye’de bu doğrultuda bir gelişimin olduğunu görüyoruz kaygıyla; heykellerin yıkılması, tiyatroların yasaklanması, romanların sansürlenmesi, Fazıl Say gibi dünyaca ünlü olan sanatçıların sudan nedenlerle mahkemeye verilmesi, Hasan Cemal gibi bir gazetecinin işinden olması hep bu gelişimin uzantıları. Bu gelişmeye sadece sanata ve sanatçıya değil, demokrasiye de saygılıysak hangi dünya görüşünde olursak olalım çok duyarlı olmamız ve elbirliğiyle karşı koymamız gerekiyor.
Kavramların Karışması
Bugün bizdeki sanat tartışmalarında kafa karışıklığının yaşandığını düşünüyorum. Örneğin bir dönem İslam Sanatının büyük bir uygarlığın ürünü olduğu görüşünden yola çıkılarak her fırsatta İslam sanatının öneminden sözediliyor. Bu iyi güzel de bugünle, yani yaşadığımız çağla ilgisi ne? Öte yandan Cumhuriyet döneminden söz ederken Batılaşma, Cumhuriyetin kendi estetiğini yaratması gibi eğilimlerden söz ediliyor ki, bence bu kavramlar da sadece bir polemik kültürüne hizmet ediyor. Muhafazakâr İslami sanat ve Kemalist batı sanatı gibi bir ayırım sorunu iyice saptırmaktan başka işe yaramıyor.
Çağdaşlaşma ve Düşünce Devrimi
Batılaşma değil çağdaşlaşmadan söz etmemiz daha yerinde olurdu. Muhafazakâr sanat üzerinde tartışmalarda Cumhuriyet kendi estetiğini yarattı gibi bir saptama da konuya yeterince açıklık getirmiyor, çünkü Cumhuriyet tam anlamıyla bir düşünce devrimiydi. Çağdaşlaşmanın temelleri bu düşünce devrimiyle birlikte atılmıştı. Nitekim Cumhuriyet kurulduktan sonra sanatın her alanında romanda, öyküde, şiirde, tiyatroda, görsel sanatlarda vb. tam bir patlama yaşanıyor. Dahası çağdaşlaşmayla birlikte kendimizi, kendi geleneklerimizi de kaynak olarak keşfetmeye başlıyoruz. Sözgelimi Brecht’in tiyatrosunu özümsedikten sonra halk tiyatrosu geleneğimizi keşfediyoruz. Buna sanatın diğer alanlarından da farklı örnekler getirilebilir. Öte yandan özellikle Cumhuriyet kurulduktan sonra kadın yazarlar da hızla çoğalıyor. Osmanlı döneminde kapatılan kadın Cumhuriyetin getirdiği özgürlük rüzgarıyla birlikte kendi kimliğini kazanıyor.
Kültür Endüstrisi
Önemli bir nokta da bugün çağdaşlaşmadan söz ederken, çağdaş sanat yaşamına yön veren kültür endüstrisinin yıpratıcı etkileri gözden kaçırmamız. Her şeyin paraya dönüştüğü kapitalist dünyada sabun köpüğü gibi romanlar yazılması, Hollywood tarzı filmlerin büyük rağbet görmesi, bizde de bu tür kitapların yayın politikasının başını çekmesi vb. sorunlar giderek yozlaşan, yozlaştırılan bir sanat anlayışına işaret ediyor. Bu gelişim de alternatif arayışları doğal olarak beraberinde getiriyor. Ancak alternatif arayış muhafazakâr sanat gibi uydurma bir kavram yaratarak geçmişe dönmek, geçmişi canlandırmaya çalışmak, ataerkil bir dünya görüşünü benimsemek ve değişime direnmek anlamına gelmemeli.
“Dünya hızla değişiyor..” diyor felsefeci Ahmet İnam bir yazısında “Bu değişimler içinde insan kendini nasıl görüyor, değişimin neresindeyiz? ..Ne yönde nasıl bir değişim? Değişimin altında kalmamak, özgürlüğümüze, yaratıcılığımıza zincir vuracak dönüşümlere karşı çıkabilmek için
Değişim bilincimizin, duyarlığımızın gelişmiş olması gerekiyor.” (A.İnam, Bergir Ceh, Duhe, Cumhuriyet Bilim Teknik). Çok moda olan muhafazakâr sanat kavramı bu duyarlılığın olmadığını gösteriyor.