“Şiddet nedir? Onun yarattığı korku nedir? Nasıl dal budak sarıyor? Bunu besleyen zihniyet nedir?” Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu farklı biçimlerde şiddete maruz kalan yedi kadının hikayesini birbirine ördüğü belgesel romanı Haneye Tecavüz ile bu yıl çokça tartışıldı.
İpşiroğlu, 2016 Doğan Yayın Duygu Asena ödüllü bu kitabında Türkiye’nin farklı toplumsal katmanlarından kadınların hikayelerinde tabular ve korkularla iç içe geçmiş toplumsal cinsiyet temasının izlerini sürüyor. Ancak bu iz sürüş Haneye Tecavüz’ün toplumsal cinsiyet teması üzerine birtakım kuramsal çalışmaların zihinsel egzersizlerinden ibaret olduğu anlamına gelmesin. Aksine yazma ve yaşama eylemlerinin nasıl iç içe geçtiği, adeta bütünleştiği, yaşadıklarımıza, yaşanılacaklara göre hikayelerimizin kabuğunu kırabileceğimizi sezdiriyor. Kitap, kurmacayı oluşturan “duvargeçen bloğu” gibi yaşamın içinde yeni bir diyaloga yol açmayı beklemektedir. Umarız, Haneye Tecavüz üzerine Zehra İpşiroğlu ile yaptığımız söyleşi bu diyaloga katkı sunabilir.
2016 Duygu Asena Ödüllü kitabınız Haneye Tecavüz’ün oluşum hikayesini anlatabilir misiniz?
Almanya’da Essen Üniversitesi’nde, bizde İ. Ü. Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği bölümünde verdiğim lisansüstü dersinde yıllardır röportaj seminerleri yapıyorum. Bu bağlamda sokak çocuklarından evsiz yurtsuzlara, mültecilerden yaşlılar yurdunda hapsedilmiş olanlara, engellilerden Nazi Almanya’sını yaşamış olanlara değin çok farklı sosyal konulara yer verildi. Kadın konusu da gündemden hiç çıkmıyordu. Zaman içinde özellikle kadın ve şiddet konusunda epey malzeme birikti. Kadınlardan kimiyle kendim de tanışıp röportaj yaptım. Böylece elimdeki bu ham malzemenin içinden bir seçimle altı kadın bir transın öykülerinin iç içe girdiği belgesel bir roman oluştu.
Aslında yedi kişinin öyküsü anlatılıyor ama kadınları kuşatan erkekleri, bir de blogtaki tepkileri sayarsak onlarca insan var bu romanın içinde. Amacım da buydu zaten, somut öyküler ve söylemlerin aracılığıyla ataerkil bir toplumun profili çıkartmak.
Kitapta farklı kesimlerden gelen ama hepsi aynı tehdidi, korkuyu yaşayan altı kadın ve bir transın öyküsünü birbirleriyle düğümlüyorsunuz. “Haneye Tecavüz” başlığı kitaptaki kadınların hikayesinde nereye tekabül eder? Hane, sizin için ne anlama geliyor?
Hane, benim için bir simge. Herkesin bir hanesi, yani özgürce hareket edebileceği bir yaşam alanı, Virginia Woolf’un sözünü ettiği “kendine ait bir oda”sı vardır, bunun özenle korunması gerekiyor. Bu, temel insan haklarına giriyor. Yalnız yetişkinler için değil, çocuklar için de geçerli. Sözgelimi birinin eşyalarını karıştırır, mektuplarını ya da günlüklerini okursanız onun hanesine girmiş olursunuz.
Bireyin haklarının kolektif değerler bağlamında hiçe sayıldığı geleneksel toplumlarda bireysel yaşam alanı kolaylıkla zedelenebiliyor. Çoğu kez de bu aile adına yapılıyor.
Bu durumda romandaki bütün kadınların bir hanesi var ama hiçbiri gerçek anlamda “kendine ait bir hane” değil. Romanınızda “haneye tecavüz” olgusunun daha çocuklukta, aile içinde başladığını söyleyebiliriz değil mi?
Bunu milyonların izlediği dizilerde bile görüyoruz. Aile bireyleri sürekli olarak birbirlerine baskı yapıyorlar. Sadece büyükler çocuklara baskı yapmıyorlar, çocuklar da büyüklere yapıyorlar. Sözgelimi anne babadan ayrılmış bir sevgilisi var, çocuk bunu hazmedemeyip kıyameti koparıyor. Anneyi iyi bir anne olmamakla suçluyor, anne de eril yapılanma için toplumun genel normlarına uymadığı için kolayca bir suçluluk duygusu içine giriyor. Bireyin haklarına ve özgürlüğüne saygı gibi bir şey ya da kendini karşısındakinin yerine koymak, yani empati söz konusu bile olamıyor. Aile bireyleri sadece birbirleriyle olan ilişkilerine göre değerlendiriliyor. Bu bir kadermiş gibi kabul edildiği ve yaşandığı için de sürekli çatışmalar yaşanıyor.
Ailede filizlenen bu otoriter söylem bir anlamda kişinin yaşamını, tercihini haczediyor. Romanınızdaki kadınlara baktığımızda aileden başlayan bu baskı mekanizmasının toplumsal bir baskıya doğru katman katman örgütlendiğini görüyoruz. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
Aile baskısı, mahalle baskısı, devlet baskısı böyle ortaya çıkıyor. Bunu toplumun bütün kurumlarında görebiliriz. Örneğin toplumun en üst kurumu olan üniversitede hep hiyerarşik bir yapılanma vardır. Rektör, dekan, bölüm başkanı, anabölüm başkanı, öğretim üyeleri, öğretim üye yardımcıları ve öğrenciler. Hiyerarşik yapılanma içinde herkes birbirine doğal bir biçimde baskı yapar. Bürokratik kurallar ve yasaklarla da bu baskıyı pekiştirir. Bu on yıllardır hiç değişmeyen bir şey, ben de yıllarca bunun acısını çektim. Şimdi daha da beter bir hale geldi. Kısaca bir tür birey olamayan otoriter bir toplumun insanlarıyız.
Bu ataerkil, otoriter toplumun “haczedilmiş bireyleri”nden söz ettik. Söz konusu bireyler kadınlar olunca durum da Travmatik bir hal alıyor. Sizce bunu yaratan sebepler nelerdir?
Bireyin birey olmasına izin verilmediği baskılı ortamın en büyük kurbanları yine de kadınlardır tabii. Eril bir zihniyet çerçevesinde kadına çoğu kez yaşam hakkı tanınmıyor, öyle olunca da kadın kendi kimliğini bulamıyor. Kendisine verilen rolleri benimseyerek kız çocuk, abla, eş, anne olabiliyor ama kendisi olamıyor. Temel sorun bu noktada düğümleniyor. Kadının nasıl davranması gerektiğini erkek belirliyor. Sibel romanımda özgür bir kadın, mesleğinde başarılı. Yani kendine bir yaşam alanı yaratmış. Ama bu denge birden istemediği bir erkeğin zorla yaşamına girmeye çalışmasıyla alabora oluyor. Bunu tetikleyen çevresi, meslektaşları, ailesi, erkek arkadaşı, herkes… Ama aynı zamanda kendisi, çünkü ne kadar özgür olursa olsun içindeki Gipo, yani Gizli Polis, bu tepeden tırnağa eril yaratık, onu korkutarak, gözdağı vererek engelliyor. Öyle ki kendi yaşam alanını koruyamıyor. Bu açıdan romanımdaki kadınların hepsi aynı sorunu, “haneye tecavüz” sorununu farklı biçimlerde yaşıyorlar.
Peki çok kısaca “haneye tecavüz” tehdidi altında yaşayan bu yedi kadın kimdir? Her biri farklı kültürel, sosyo-ekonomik çevreden gelmesine rağmen hikayeleri neden ve nasıl birbirine bağlanıyor?
Bu kadınların ortak yönü bir şekilde şiddeti yaşamış olmaları. Bu da onları farklı çözüm arayışlarına götürüyor. Sözgelimi romanda önemli bir konumu olan Falcı Serpil ataerkil düzenin izin verdiği çerçevede arıyor yolunu. Diğer kadınları sömürerek inanılmaz paralar kazanıyor ama bunları da kocasına ve oğluna yediriyor. Kazandığı paraların ona hiçbir yararı olmuyor sonuçta. Buna karşılık şiddeti aile içi şiddet, baba şiddeti, koca şiddeti, polis şiddeti, devlet şiddeti gibi tüm boyutlarıyla yaşayan Çilem en dibe vurduğu noktadan yeniden doğuyor. Kadınların hepsi bir arayış içindeler, kendilerini var etme arayışı. Bir kaçış içindeler ama kaçarak bir yerlere varılamıyor, kendilerini yeniden var edebilecekleri bir mekân yaratmaları gerekiyor ki işte asıl güçlük burada başlıyor. Bu sürecin sonunda kimi başarılı oluyor, kimi de olamıyor, bu biraz da geldikleri coğrafyaya ve yaşadıkların şiddetin boyutuna bağlı. Kim bilir belki de en dibe vuranların kurtulması daha kolay oluyor.
Kitabınızda sadece kadınlar değil, erkekler de birey olamıyor. Benzer bir şiddet durumu erkekler için de geçerli. Bu “erkeklik” durumu kadınları olduğu kadar kendi yaşamlarını da bir korkuluğa çeviriyor öyle değil mi? Erkeklerin yaşadığı korkular, bireyleşememe öyküleri için ne söyleyebilirsiniz?
Eril zihniyet kadını da erkeği de esir almış durumda. Erkek olma ve kadın olma durumlarını belirleyen kalıplar insanları öylesine ele geçirmiş ki, davranışlarını öylesine etkiliyor ki. Kimse memnun değil bu durumdan. Sadece kadınlar değil erkekler de acı çekiyor. Uç noktada bir örneği töre cinayetleri veriyor. Kızını öldürmeye karar veren bir baba ya da ablasını öldüren bir erkek kardeş her ne kadar namuslarını temizlediklerini düşünseler de acı çekiyorlar. Yunan tragedyalarında tanrıların gazabına uğrayan insanlara benziyorlar. Belki de yaşadığımız en temel sorun bir türlü birey olamamamız. Yaşamımızı belirleyen hep klişeler, kalıplaşmış, donmuş ideolojiler. Bu, erkeklerin söylemlerinde daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor, hepsinin değil tabii ama çoğunun. Klişelerle betonlaşmış bir zihniyeti değiştirebilirsek çok şeyi değiştirebiliriz. Kadının erkeğe tabi olması düşüncesi, aile mitosu, baba ne derse doğrudur düşüncesi, erkek kadın ilişkilerinde sadece kadından özveri beklenmesi, kadının küçük çocuk gibi denetlenmesi, bir sorun olduğunda suçun tek yönlü biçimde sadece kadına yüklenmesi, bütün bu klişeler kadının olduğu kadar erkeğin de yaşamını iyice belirliyor. Bu bakımdan her ikisi de bağımlı konumdalar. Dolayısıyla erkekler de bu sistemin bir parçası, onlar da özgür değil. Namus cinayetlerini düşünün. Bir erkeğin kendi kardeşini öldürmesi kolay mı? Ama bu koşullandırmanın ötesinde yeniden var etmeye çalışan, bazı şeylerin yanlış olduğunu bilen ve bunu değiştirmeye çalışan erkekler. Ben de Haneye Tecavüz’de sadece kadınları değil, onların hikayelerinin ardalanındaki erkekleri de, kadın ve erkeğin yaşadığı şiddetin kökenini göstermek istedim. Şiddet nedir? Onun yarattığı koku nedir? Nasıl dal budak sarıyor? Bunu besleyen zihniyet nedir? Bu gibi soruların üzerine gitmek istedim. Böylece kadınların yaşamında yer alan erkeklerin de sesine yer verdim. Onların da hem yarattığı hem de maruz kaldığı şiddete ve korkuya kulak vermek istedim.
Serra’nın arkadaşı Erdem, kadınların yaşadıkları kısır döngü için hem gitmek istediklerini hem de gidemediklerini söylüyor. Yıldız ise “bütün kadınların üstüne böyle bir büyü” olduğunu ve bu büyüden kurtulduklarında çok şeyin değişeceğini vurguluyor. Sizce bu “büyüyü” bozmanın bir reçetesi var mı? “Büyü bozumu”nun yolu gerçekten kitapta da vurgulandığı gibi farkındalık kazanmaktan mı geçiyor?
Öyle olduğunu sanıyorum. Ama bir şeyi düşünsel olarak bilmek başka, yapabilmek başka… Kafka’nın “Dava” adlı romanında küçük bir parabol anlatılır. Taşradan gelen bir adam mahkemeden içeri girmek ister. Mahkemenin önündeki bekçi onu engeller. Adam bütün yaşamı boyunca kapının önünde bekler ama giremez. Ölürken bekçi ona bu mahkemenin onun için olduğunu söyler ama iş işte geçmiştir. Taşralı adamın durumuna benzer bir durumla belki de birçok kez karşılaşmışızdır yaşamımızda. Bir şeyi yapmak isteriz ama yapamayız. Bir şey vardır bizi engelleyen, korkutan. İçimizdeki gizli polis mi? Alışkanlık mı? Rahatım bozulur korkusu mu? Ya başaramazsam kaygısı mı? Büyübozumu için yüreğinizle, duygularınızla kendinize inanmanız, riske girmekten korkmamanız lazım. Romandaki bazı karakterler bunu düşünsel düzlemde başarsalar bile, yaşamlarında başaramıyorlar. Böylece sürekli bir gel git içindeler. Meslek yaşamında çok başarılı olan ama özel yaşamında şiddet döngüsünden kurtulamayan Serra ya da sürekli bir başkaldırı içinde olan ama babasının büyüsünden kurtulamayan asi çocuk Özlem’in öyküleri buna çok güzel bir örnek veriyor.
Biraz da kurmacanın oluşumu biçiminden konuşursak; kadınların hikayesi birbiriyle düğümlenmiş. Sizin deyiminizle öyküler bir zincirin halkaları gibi tamamlanıyor. Hikayeler bittikten sonra “Duvargeçen Blogu”nu okuyoruz. Anlıyoruz ki burada bir üst kurmaca var. Sanki kadınların hikayelerini bir kitapta değil, onların anlatmak, paylaşmak üzere bir araya geldiği bir blog, forumda okuduğumuzu hissediyoruz. Bu blogun, her bir öykünün anlatılmadan önce onları tanıyanların söylemlerinin daha büyük ölçekteki bir yansıması olduğunu görüyoruz. Bu manada nasıl ki, hikayelerin paylaşıldığı blogda hikayeler üzerinden toplumun farklı kesimleri tartışmaya başlıyorsa, kitabın kendisi de yaşam içerisinde daha büyük bir tartışma zeminine mi hazırlık yapıyor?
Ben roman boyunca bu yedi kadını hep konuşturmaya çalıştım. Kadınların ataerkilliği ne kadar içselleştirdiklerini göstermek açısından romanın Falcı Serpil ile başlayıp onunla sonuçlanması önemliydi bence. Sadece Serpil değil fal kahvesine gelen bütün kadınlar sorunların çözümünü kendilerinde aramaktan kaçınıyorlar. Serpil de bunu çok güzel kullanıyor. Diğer kadınlar ise hep bir arayış içindeler, kimi duvarları kırmayı başarıyor, kimi başaramıyor. Ama öykülerini dinlendiğimizde, onların yaşadıklarına birinci el tanık olduğumuzda neyi başarıp neyi başaramayacaklarını az çok tahmin edebiliyoruz. Duvargeçen Blogu ise Haneye Tecavüz imgesinin tersine bir umuda işaret ediyor. Kadınları sımsıkı kuşatan duvarlar var, bu duvarları kırmak hiç de kolay değil. Kimi Falcı Serpil gibi duvarların içinde kalarak kendi kendine bir yaşam alanı yaratmaya çalışıyor; kimi Sibel gibi duvarların dışında çıkma cesareti buluyor, kimi de Yıldız ya da Hazal gibi gerçekten duvarları kırabiliyor. Öte yandan kendine yeni bir yaşam alanı yaratmada dağ gibi engellerle karşılaşıyor ya da bunu hiç başaramıyor. Çünkü bu duvarları geçmek çok ama çok riskli bir iş. Romandaki Duvargeçen Blogu da umutsuzluğu delme, birlikte düşünme, çözüm üretme konusunda dediğiniz gibi daha büyük bir toplumsal zemine hazırlık yapabilir. Öte yandan bu blogta her tür insan var, maço bir söylemi benimseyeni de var, kadın düşmanı da var, dincisi de, süslenip püslenmeden başka bir şeye kafası ermeyeni de… Bütün bu çarpık ya da tek yönlü bakışları kırıp da kadın haklarına sahip çıkmak hiç de kolay değil tabi ki.
Roman Ali Berktay tarafından sahneye uyarlanıyor. Romanın sahneye uyarlanması konusunda ne düşünüyorsunuz? Sizce roman nasıl sahnelenmeli, nasıl bir oyun olmalı?
Sanırım belgesel ya da yarı belgesel bir oyun olmalı. Çünkü gücünü gerçeklerden alıyor. Öte yandan bu çarpıcı konu tiyatronun görsel gücünden yararlanılarak sahneye taşınabilmeli. Gerçeklerden kopuk hiçbir şeye yer verilmemeli. Dil de çok önemli, çünkü yaşananları hep karakterlerin ağzından dinliyoruz. Uyarlamada belirleyici olan karakterlerin yaşadıklarını nasıl anlattıkları, nasıl dillendirdikleri olacaktır. Acı, aşağılanma, korku, öfke ruhumuza dokunacak bir biçimde nasıl anlatılabilir? Bir şey daha var, bazı kişiler kalıpların, klişelerin kıskacına yakalanmışlar, bunun da oyunculukta abartıya kaçmayan çok ince bir mizahla çıkartılması gerekiyor. Sahnelemede de sert bir konunun yumuşatılması açısından mizahın kullanılması önemli. Ama dediğim gibi bu dozu çok iyi ayarlanmış gerçekçi bir mizah olmalı.
Söyleşi için çok teşekkür ediyorum. Umarım Haneye Tecavüz belgesel romanı şiddetin ve korkunun sürekli arttığı bu günlerde eserin umut ışığı Duvargeçen Blogu gibi daha büyük düzeyde bir tartışma alanı yaratabilir.