Zabel, “Geriye kalan: Dinciliğin, milliyetçiliğin, ırkçılığın yükseldiği ötekilere karşı tahammülün giderek azaldığı, kıyımın, savaşların ortalığı kavurduğu bir ortamda bir kadının mücadelesi…Tarihten bir kesit mi? Evet,”
Çok bildik bir sorgulanma sahnesi. Kimsin, nesin, ne yapıyorsun, ne yazdın, demek gizli örgüttü destekliyorsun , demek vatan hainisin, demek ülkenin bütünlüğüne kastın var. Buz gibi, rutubetli bir hücrede sorgulayanın beyin deşici soruları karşısında dimdik duran yaşlı bir kadın: Zabel Yesayan. Sovyet Ermenistan’ında Stalin dönemindeyiz. Zabel hem Ermeni milliyetçiliği hem de Fransa hesabına casusluk yapmakla suçlanıyor. İğrenç iftiraların, suçlamaların hiç birine boyun eğmiyor Zabel. O doğru bildiği yolda güvenli adımlarla yürüyen bir kadın, bir yazar, bir kadın hakları savunucusu, bir antimilitarist aktivist, bir insan…Osmanlı topraklarında doğmuş bir Ermeni olarak şiddeti, kıyımı görmüş, yaşamış, çok insana yardım elini uzatmış ilk feminist Ermeni yazarlarından.
1878 de varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelen ve en iyi okullarda okuyan Zabel Fransa’da yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul’a geri dönüp yazar olarak hayatını kazanmaya başlar. 1909’da Adana’daki Ermeni katliamının yarattığı yıkımın tanığı olur, gördüğü dehşet verici manzaraları ayrıntılarıyla yazar. Ermeni düşmanlığını körükleyen bir yönetime başkaldırdığı anda da büyük bir tehlikenin içine düşer. 1915 ‘deki soykırımda bin bir güçlükle yurt dışına kaçtıktan sonra sürgünde yazmayı sürdürür, ancak bu kez de Stalinistlerin eline düşer ve sürüldüğü Sibirya’da kayıplara karışır.
Boğaziçi Topluluğunun Zabel’in yaşamını konu alan oyununda sorgulama sahneleri oyunun temel kurgusunu oluştururken Zabel’in yaşamından ve insan ve kadın hakları için amansız mücadelesinden geriye dönüşlerle kesitler izliyoruz. Sorgulama, anlatım ve oyun sahnelerinin iç içe geçtiği bu sahnelemenin belki de en temel özelliği çok renkliliği. Zabel’in ailesi, arkadaşları, sonraki sahnelerde Adana’daki yetimhanede mücadelesi, 1915 deki kaçışı kimi kez bizi çok hüzünlendiren kimi kez de gülümseten sımsıcak sahnelerle verilirken, sorgulama sahneleriyle buz gibi bir rüzgar esiyor sahneden izleyiciye doğru.
Oyunda karikatürleştirilmiş stilize oyunculukla görsellik öylesine bir ağırlık kazanıyor ki küçük mozaik taşlarından oluşan bu parçalı anlatım izleyicinin belleğinden kolay kolay silinmeyecek anlarda odaklaşıyor. Arka planda zaman zaman ışıklandırılan kırmızı turuncu sarı gibi sıcak renklerden oluşan resmin önünde beyaz kostümlerle Zabel’in yaşamını canlandıran ailesi yaşam dolu, renkli bir geçmişten kesitler sunuyor. Böylelikle sahne tasarımı, kostüm, makyaj, ışık, oyunculuk böylelikle iyice bütünleştiği gibi oyunun dinamizmi de hiç düşmeyen bir tempo akışı içinde gelişiyor.
Geriye kalan: Dinciliğin, milliyetçiliğin, ırkçılığın yükseldiği ötekilere karşı tahammülün giderek azaldığı, kıyımın, savaşların ortalığı kavurduğu bir ortamda bir kadının mücadelesi…Tarihten bir kesit mi? Evet, Yesayan’ın kitaplarını okumadığım için üç yıl boyunca bu proje üstünde çalışan Boğaziçi grubunun nasıl bir kurgu oluşturduklarını bilemiyorum. Ancak bu kadar şiddet dolu ve çalkantılı bir dönemde bunca acı yaşamış bu kadar yürekli bir kadının yaşamını tiyatroya uyarlamak kolay olmasa gerek. Oyunda şiddetin somutlaştığı sorgulama sahneleri yeterince insanın içine işleyemiyor. Öte yandan bazı sahneler sözgelimi 1915’de Zabel’in hastaneden kaçış sahnesi bir tür kara güldürü olarak kurgulanmış olsa bile yüzeysel ya da hafif kalıyor. Sanırım bu da izleyiciyi de göz önüne alan ekibin bilinçli seçimi.
Sonuçta estetik açıdan tiyatronun tadına varmamızı sağlayan dört dörtlük bir sahneleme ortaya çıkmış. Öte yandan hem Zabel’in hem de onun çevresindeki diğer kadınların aracılığıyla geçmişte bugünün izlerini de bulabiliyoruz.
Oyunda sadece kadınların olması, erkeklerden Zabel’in eşinden, babasından dolaylı olarak söz edilmesi ise bir rastlantı değil. “Zabel” bir kadın oyunu. Ezenler de kadın, ezilenler de. Sözgelimi Adana’da yetimhanede ailesi katliamda öldürülmüş Ermeni çocuklarına sahip çıkan Zabel yetimhaneleri Osmanlılaştırma girişiminde bulunan, böylelikle onları zorla topluma asimile etmek isteyen Cemal Paşanın karısıyla bir çatışma yaşıyor, 1915’de canını kurtarmak için sığındığı hastanede karşılaştığı bir Türk hemşire ve hasta onun kaçmasını sağlıyorlar, Stalinci sorgu memuru ise beyni yıkanmış bir kadın olarak karşısına çıkıyor. Böylece kadınları hem statünün koruyucuları olarak hemcinsleriyle savaş içinde görüyoruz, hem de tam tersine insancıl ve barışçıl bir dünyanın arayışı içinde izliyoruz.
Acaba insanların ötekileştirilmesi, milliyetçilik, faşizm, iktidar ve güç, şiddet, kıyım, savaş insan hayatının hiçe sayıldığı ataerkil bir dünyanın uzantısı mı? Zabel’in savaşımı da aynı zamanda şiddet dolu erkek dünyasına karşı bir savaş mı? İzleyiciye çok şey söyleyen düşündürücü, duygulandırıcı bir oyun.
Boğaziçi Tiyatrosu’nun kalabalık bir kadroyla sahnelediği bu oyun sadece bir kadın oyunu değil, aynı zamanda kadınların elbirliğyle kotardıkları bir oyun. Zabel Yesayan’ın yaşamı ve mücadelesi ile ilgi uzun bir araştırma sürecinden sonra Zabel’i canlandıran Aysel Yıldırım’la Duygu Dalyanoğlu’nun kaleme aldıkları bu oyun doğaçlama çalışmalarıyla akış içinde work im progress yöntemiyle gelişiyor. Boğaziçi Topluluğundan eskiden beğenerek izlediğim oyunlarına oranla tempoyu hiç düşürmeyen, hiç uzamayan en küçük ayrıntıya kadar sonuna kadar düşünülmüş, hesaplanmış çok profesyonel bir çalışma. Bizde güzel bir girişim ilk andaki heyecanını yitirdikten sonra genellikle rutinleşir, kalıplaşır, böylelikle de yavaş yavaş tükenmeye yüz tutar. Seksenli yılların sonunda kurulan Boğaziçi grubu ise tam tersine bugün vardığı noktada genç bir topluluğun kendisini nasıl geliştirebileceğinin en güzel kanıtı, tıpkı giderek dal budak salan ve yeşeren bir ağaç gibi. Umarım oyun İngilizce ve Ermeniceye çevrilerek uluslararası platformda da sesini duyurabilir.