Son zamanlarda dizilerde otorite, güç ve iktidar oyunlarına dayanan ataerkil zihniyetin kadınların üstünden gösterilmesi acaba bir rastlantı mı? Kadınlar gücü ele geçirince erkeklerden de beter olurlar mesajı mı verilmek isteniyor?
“Ufak Tefek Cinayetler”de kadınlar birbirlerini yok etmek için savaşırken “İstanbullu Gelin”de dört yetişkin erkek annesi Esma hiyerarşik bir düzende terör estirir. Ne var ki “Ufak Tefek Cinayetler”de diktatörlüklere özgü olan korkuya dayanan yıkıcı sistem iyice kök salmıştır. “İstanbullu Gelin”de başta Esma olmak üzere diğer karakterlerin de yaşadığı dönüşümle birlikte bu sistemin duvarları çatlamaya başlar.
En büyük silah yalan
“Ufak Tefek Cinayetler”de en büyük silah yalandır, yalanı besleyen de insanların sorgulamadan ilk duyduklarını kabul etmeleridir. “İstanbullu Gelin”de Esma’nın silahı ise yasaklar, kurallar ve geleneklerdir; otoriter düşüncenin özünü oluşturan ‘ben yok biz varız’ söylemidir ki bu mutlak hiyerarşik bir yapılanmanın geçerli olduğu bir topluma da gönderme yapar. Sadece ailede değil toplumun iş yaşamından politikaya kadar her biriminde ve kurumunda geçerli olan otoriter yapılanma bireyin haklarını silip geçer.
Ama dizide yaşam akışının Esma’nın diktatörlüğünü es geçerek bambaşka bir kulvarda ilerlemesi izleyiciyi de düşünsel bir sürecin içine çekiyor. Ataerkil bir ortamda insanlar, özellikle de kadınlar ne dereceye kadar kendi olabiliyorlar, yaşamlarını ne derecede kendileri biçimlendirebiliyorlar? Özgürlük nedir, hangi etkenler kendimizi gerçekleştirmemizi engelliyor? Dizide Ibsen’in ‘Hayaletler’inde olduğu gibi geçmişin hayaletleri bugünü öyle bir ele geçirir ki Esma yıllar yılı nasıl bir yalan dünyayı savunduğunun bilincine varır. Dibe vurduğu anda da onu kendi olmaktan uzaklaştıran bütün değerleri yerle bir eden bir dönüşüm geçirir.
Gerçek bir yaşamöyküsüne dayandığı için yapay olaylara, klişe karakterlere yer vermeyen “İstanbullu Gelin” her ne kadar önemli sorunları ele alan cesur bir diziyse de ataerkil koşullanmışlığı yine de aşamıyor. Annelik dizide tam bir takıntı olarak sunuluyor. Kadınlar gebe kaldıklarında havalarda uçarken çocuk doğuramamayı felaket gibi yaşıyorlar. Bu o kadar ileri gidiyor ki yüzde doksan sakat bir çocuk doğuracağını öğrenen bu nedenle de kürtaja yönlendirilen Süreyya’nın gözü pekliğine seviniyoruz, çocuk doğmadan öldüğünde ise üzülüyoruz. Sakat çocuk doğurma gibi bir riskin doğacak çocuk açısından ne anlama geldiğini düşünecek olursak burada izleyiciye dayatılan annelik ideolojisinin ne tehlikeli boyutlar aldığı net olarak ortaya çıkmıyor mu?
Güç ve itibar…
Dizilerde genellikle iki tür kadın gözlemliyoruz: Ataerkilliğin sınırları içinde yükselenler ya da bu sisteme direnenler. İlki çoğunluğu oluşturuyor. “İstanbullu Gelin” gibi bir diziyi ilginç kılan farklı kadın duruşlarını gösterirken ataerkilliği de yer yer sorgulamayı başarması. Sözgelimi ailenin küçük oğluyla evlenen İpek için evlilik güç ve itibar sahibi olmaktır. Bu yolda her tür entrikaya da hazırdır. Bu tür ilişkilerde tek geçerli değer paradır. Erkeğin görevi kadını mücevherlerle paraya boğmak, kadınınki ise erkeği mutlu etmektir. Nitekim İpek eşi, ona bir ev aldığında “Kendimi hiç bu kadar değerli hissetmemiştim” sözleriyle onunla sevişir. Fikret de “Erkeğin parası olmalıdır, yoksa karısının gözünde hiçtir” görüşünü içselleştirmiştir. Kadının değerinin parayla ölçülmesi, böylece evliliğin bir tür ticarete dönüşmesi bu dizide bildik bir evlilik modeli olarak sunulsa da sorgulanıyor. Ama en etkileyicisi yaşını iyice almış olan Esma’nın bu koşullanmadan yavaş yavaş kurtulması ve farklı bir arayışa girmesidir. Sanırım öğrenmenin de kendini, geliştirmenin de yaşı yoktur. Belki de bu diziyi en değerli kılan bu iletisi.