“Bundan böyle bana Şara der misin?” diye sordu.
“Bu iş nasıl olacak ki?” dedim.
Hepimizle her zaman “siz” diye konuşan nazik, kibar Şara hocam ona bir arkadaşım gibi ismiyle seslenmemi ve “sen” dememi istiyordu.
“Çocukluğundan beri tanıyorum seni” dedi. “Farklı bir ilişkim var. Uçukluklarını biraz kendi kızım Ülker’e de benzetiyorum. Artık hocan da değilim. Anlaştık mı?”
“Anlaştık” dedim. Beni kendisine bu kadar yakın bulmasına çok sevinmiştim. Kimseye, yere göğe koyamadığı Nilüfer Kuruyazıcı’ya bile böyle bir şey önermemişti. Yine de onu arkadaşım gibi görmekte zorlanıyordum.
Şimdi de hem Şara hanımdan hem de Şara arkadaşımdan sözedeceğim. Şara hanım diyorum, çünkü kendisine hocam denilmesinden nedense pek haz etmezdi, olsun hocam olduğuna göre hocam da diyeceğim.
Yetmişli yılların ortalarındayız, üç yıldır Berlin’deyim. Yabancı Diller Yüksek Okulu yeni kurulmuş. Şara hanım kendisiyle birlikte çalışacak gençler arıyor. Yeni projesini anlatırken ki heyecanı dün gibi gözümün önünde. Berlin’den dönmeye, İstanbul’da yeni bir yaşama başlamaya değer miydi? İstanbul, ailem gözümde tütüyordu, Berlin’de ise geleceğim hiç de belli değil. Döndüm, dönüş o dönüş. Üniversite kariyerinin ilk adımı.
Şara hocamla yollarımız kesişmese bu yola girer miydim? Bilemiyorum. Üniversite bana göre değil, baskıcı ve otoriter bir yer, özellikle de Türkiye gibi yarı demokratik bir ülkede. Ama Şara başkalarınn düşüncelerine her zaman değer veren, herkese saygı gösteren, hiyerarşiden hiç hoşlanmayan tam anlamıyla demokratik bir insandı, bu yönüyle de beni kandırması güç olmadı.
Üniversitedeyken onun Alman edebiyat tarihi derslerine giriyor ve sözünü ettiği kitapları bire bir okuyarak kimsenin pek yapmadığı bir şeyi yapıyordum. Parlak bir öğrenci olarak dikkatini çekmem güç olmamıştı. O yıllarda Frisch’in “Biyografi” oyununu, Dürrenmatt’ın da “Yargıç ve Celladı” adlı yazınsal polisiye romanını çevirmiştim. Şara hocayla birlikte Frisch ve Dürrenmatt üzerine konuşup tartışmak çok güzeldi. Bertolt Brecht’i Şara hoca da benim gibi çok seviyordu. Böylece hoca öğrenci ilişkisinin ötesinde bir ilişkinin kökleri atılmıştı bile. Bir keresinde seminere girdiğimde “Çocuklar bugün Şara gelmeyecek, dersi asıyor” diye bağırdım. “Ama ben buradayım” dedi, kapıda durmuş bana gülüyordu, çok utandım.
Onunla çalıştığımız dönemde bir kere bile bize zorla bir şey dayattığını hatırlamıyorum. Ama zaman zaman bir şeye kendini kaptırıyor ve o yönde çalışmamızı çok istiyordu, sözgelimi Alımlama Estetiği…Sabah akşam alımlama konuşulmaya başlanınca sizde ister istemez bu konuda bilgi edinmek için çaba harcamaya başlıyorsunuz. Bütün bunlara diyeceğim yoktu, çünkü her getirdiği yenilikle birlikte bizler de yenileniyorduk ama bir aralık dilbilimcilerin etkisiyle dilbilimsiz bir edebiyat alımlamasının olamayacağı gibi bir hava yaratılınca iyice çıldırdım. Dilbilimci arkadaşlarım alınmasınlar ama dilbilimden hiç hoşlanmıyordum, şimdi de sevdiğim söylenemez.
Şara hanım benim tepkilerimi, karşı çıkışlarımı her zaman sevgi ve hoşgörüyle karşılıyordu. Zaman zaman da benimle dalga geçiyordu. Hep birlikte gittiğimiz Berlin yolculuğunda ben her gece Şara hanım ve arkadaşlarımdan ayrılıp tiyatroya gidiyordum. Bir gece Schaubühne’den döndüğümde baktım herkesin yüzünden düşen bin parça. Ünlü bir dilbilimci bizimle seminer yapacakmış, hepimiz katılmalıymışız, bu nedenle de ben artık öyle her gece kafama göre takılamayacakmışım. Bu seminere kesinlikle katılmayacağımı, dilbilimle hiç mi hiç ilgilenmediğimi söyleyerek öyle bir tepki gösterdim ki…İşte o an başta Şara olmak üzere orada kim varsa gülme krizine girdi, meğer beni hep birlikte işletmişler.
Viyana, Berlin, Salzburg, Münih çok yolculuklar yaptık Şara hocamla birlikte. Seminerler, kongreler, her yere birlikte götürüyordu bizi. Ve bizlerle çok gurur duyuyordu, onun çocuklarıydık. Bir keresinde Münih’de valizini çekmesine yardım ederken yürüyen merdivenlerden yirmi kiloluk bavulunu paldır küldür aşağıya düşürdüm, merdivendeki insanlar çığlık çığlığa dağıldılar. Büyük şans, kimseye bir şey olmadı, kimse yaralanmadı ama bende ciddi bir bavul travması oluştu. Yürüyen merdivenlerden bavul indirip çıkaramıyorum.
Bir keresinde de Viyana havaalanında onu karşılamaya gidecektik, kendimizi öylesine Viyana’nın büyüsüne kaptırdık ki unuttuk. Viyana’ya geldiğinde bize tek kelime söylemedi, ağır bir migrenle odasına kapandı. Biz de suçluluk içinde ne yapacağımızı bilemedik. Doğrusu ben sonra yine gizlice kaçtım ama diğer arkadaşlarım artık buna cesaret edemediler.
Şara hanımın öğrencileriyle ilişkisi benim öğrencilerimle ilişkim gibi değildi, çok mesafeliydi, işte onun için ona Şara demekte çok zorlandım ya. Münih’deki bir kongrede ona aşırı hayranlık gösteren bastıbacak Romen bir profesörle dalga geçtiğimiz için bizi iyice azarlamıştı ama bu da Şara’dan işittiğim ilk ve son azar olarak kaldı.
Şimdi düşünüyorum da hangi hoca öğrencilerine böylesine büyük bir özgürlük alanı tanır, onların kendi yollarında gelişmelerine böylesine fırsat verir. Bu kadar demokratik ve bu kadar antiotoriterdir. İşte bu yönüyle Şara hoca sanki başka bir toplumun insanıydı. Ama seksen darbesinden sonra hem korkulu hem de baskılı bir dönemdeydik. Önemli bir komutan gelecek diye Bölüm odasındaki Brecht afişlerini aceleyle aşağıya indirmemizi, kütüphaneye ısmarladığım Bakunin kitabını gizlememizi, seminerleri hep açık kapılarda yapmamızı, en küçük gürültüde güvenlik görevlilerinin içeri dalmalarını, kravat zorunluluğundan dolayı öğrencilerin birbirlerine pencereden kravat alıp vermelerini nasıl unutabilirim. Bu ortamda Şara hanım da inanılmaz bir gerilim içindeydi. O dönemde üniversite yönetimi beni rotasyonla Bursa’ya gönderince buna da tepki göstermiş, Şara hanım bu işi engelleyemediği için çok kızmıştım. Nasıl engelleyecekti ki, ne kadar çocukça bir düşünce…
Yıllar sonra ben de Şara hanımın konumuna gelip de İstanbul Üniversitesi’ndeki Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünü kurduğumda ve yönettiğimde onun yaşadığı iç çatışmaları yaşamamak, kısaca ruh sağlığımı koruyabilmek için gizli direnme stratejileri geliştirmeye başladım. Yani tepeden inme absürt bir emir geldiğinde yerine getiriyormuş gibi yapıp bildiğimi okuyordum. Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi”ndeki üçkağıtçı ayyaş yargıç Azdak’ı bilir misiniz, o benim kahramanımdı. Seçtiğim yol çok riskliydi ve çok stresliydi, her şeyi, kovulmayı bile göze almıştım. Önemli olan ödün vermeden kendimi ve bölümümü bir dereceye kadar korumaya alabilmemdi. Ama öyle bir ortamda yaşıyorduk ki bir gün sonrası bile belli değildi.
Otoriter ve baskıcı bir toplumda otoriter olmayan insanların işi özellikle çok zor. Ama bunu iyice anlamam ve Şara’nın zaman zaman ne kadar üzüldüğünün, korktuğunun, sadece kendisi için değil bizler için de ne kadar kaygılanmadığının bilincine varmam zaman aldı. Büyümek olgunlaşmak böyle bir şey işte. İnsan her şeyi bir bütün içinde görürken farkındalığı artıyor, duygusal tepkileri de azalıyor.
Doksanlı yılların başında Şara hocamın sayesinde İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü kuruldu. O bunu desteklemese ve bana yürekten inanarak bu fırsatı tanımasaydı dünyada başaramazdık. Yıllar önce Haldun Taner de böyle bir girişimde bulunmuş o dönemde Dekan olan babam Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun desteğine rağmen engelleri aşamamıştı. Yıllar sonra bu bölüm kurulabildiyse bu büyük oranda Şara hocamın da başarısıdır. Bölüm kurulduktan sonra emekli olmasına rağmen bizde birkaç yıl ders verdi. Giriş sınavlarında özenle seçerek aldığımız öğrencilerimizi çok seviyordu, çünkü onlar isteyerek ve severek bu bölümü seçmişlerdi, yeni bir şeyler öğrenmenin heyecanı içindeydiler.
Bu yıl Şara’ya iki kez gittim arkadaşım Şeyda ile (Şeyda Ozil), sonra da eşim Norbert’le…İkinci gidişimizde Almanca anlaşılmayan şeyler söyledi, bizi tanıyıp tanımadığından bile emin değilim. Ama Şeyda ile gittiğimizde çok sevinmiş ve bu sevincini elimizi tutarak, sarılarak belli etmişti. Çok duygulanmıştım, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Ayrılırken “Sana çok şey borçluyum” dedim. “Yaşamımı değiştiren sen oldun, senin sayende üniversiteye girdim, senin sayende onca öğrenci yetiştirdim. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır.” Sımsıkı sarıldı bana sımsıkı. Bunun bir veda olduğunu bilmesem de hissetmiştim.