Geçenlerde Nezahat ve Kazım Gündoğan’la ve bir arkadaş grubuyla birlikte Antalya Altın Portakal Belgesel Film yarışmasında Jüri Özel Ödülü alan Hay Vay Zaman belgeselini izledik Köln’deki evimizde. Gündoğanların belgesel film çalışmalarıyla ilk karşılaşmam İki Tutam Saç, Dersim’in Kayıp Kızları ile birkaç yıl önce İstanbul’da olmuştu. Bir deprem etkisi bırakmıştı bu belgesel üzerimde. Sanki bastığım yer sallanıyordu. Belgeseli izleyen onlarca insanın enerjisi de beni çok etkilemişti. Salonda çıt çıkmıyordu. Barışçıl sımsıcak bir ortam vardı. Böyle bir şey bir de Hrant Dink’i anma gününde yaşamıştım.
Köln’de Gündoğanlarla tanıştıktan birkaç ay önce Vank’ın Kızları belgeselini yine küçük bir arkadaş grubuyla böyle sıcak bir sohbet ortamında izledik, üzerinde saatlerce konuştuk, tartıştık. Hüzün, umut, sevgi dolu bir geceydi. Geçmişle yüzleşmek kolay değil, ama acının olduğu yerde umut da yükseliyor, Zülfü Livaneli’nin Umudu Kesme Yurdundan ( Nasıl başlarsa fırtına/Öyle diner birdenbire/ Bir ışık parlar yeniden/ Karanlıklar arasından/ Umudu kesme yurdundan) şarkısındaki gibi.
Şimdi de Hay Vay Zaman’la bir araya geldik. Diyebilirim ki geçmişle yüzleşme açısından her biri ayrı bir ağırlığı ve değeri olan bu belgesellerin içinde konunun işlenişi, ele alınışı, kurgusu açısından en çok bu belgeseli beğendim. 1938 Dersim kıyımını küçük bir çocuğun yaşadıkları üstünden anlatan Hay Vay Zaman şaşkınlık, şok, hüzün, acı, öfke, daralma, zaman zaman soluk almakta zorlanma gibi çok farklı tepkiler ve duygular uyandırdı her birimizde. Oysa içimizden bazıları filmi ikinci kere görüyordu. Ama fark etmez, Dersim kıyımında bütün ailesi gözünün önünde öldürülen Emoş Gülver’in öyküsünü, bilinçaltının derinliklerine gömdüğü karanlık anılarının içinden hatırladığı bölük pörçük anları on kere de görsek aynı çarpıcı etkiyi bırakacaktır üzerimizde.
Belgeseldeki inanılmaz güzel doğa görüntüleriyle anlatılanların akıl almaz korkunçluğu dehşet verici bir karşıtlık oluşturuyor. Doğa sanki bize diyordu ki “bak ben buradayım ve ne kadar güzelim”. Dağlar, dere, ağaçlar, yeşillikler her şey büyüleyici bir dünyanın habercisiydi sanki. Oysa neler yaşanmıştı bu topraklarda…
Böyle bir vahşet nasıl olabiliyor? İnsan insana böyle bir şeyi nasıl yapabiliyor?
Belgesel uzun bir ön araştırmaya dayanıyor, çekimler de iki yıl sürmüş. Öyle olunca da derinliği olan çok boyutlu, bir film oluşmuş. Sadece kurbanların değil Dersim kıyımında görev alan askerlerin de konuşturulması, dahası filmde o dönemde görevli olan istihbaratın da yer alması, hava bombardımanını yapan Sabiha Gökçen’in notları ideolojilerin insanı nasıl insanlıktan çıkardığını bir kez daha gözler önüne seriyordu. Dersim’de emir kulu olarak görev almış ihtiyar bir asker anlatırken ağlıyordu, yaşadıkları onun da üzerinde kim bilir ne büyük travmatik etkiler bırakmıştı.
Ne anlaşılmaz ne tuhaf bir varlık şu insan dediğimiz yaratık…
Dersim olaylarından tam 74 yıl geçtikten sonra belgeselin baş kişisi seksenini iyice geçmiş olan Emoş anlatıyor. Önce konuşması mesafeli, soğukkanlı, sonra anıları yavaş yavaş canlandıkça bir an geliyor ki anlatmakta çok zorlanıyor, yaşadığını anlatmak sözcükleri bulmak imkansız gibi ….Yaralı olan ağabeyle kıyım yerinden kaçışları, ağabeyin ölümü ne kadar dehşet verici travmatik bir yaşantı…
Sonra bir subay ailenin Emoş’a sahip çıkıp onu evlat edinmesi, ona kötü davranmamalarına karşın bu ailede hiç bir zaman aradığı sevgi ve sıcaklığı bulamayışı, okuma ve kendini geliştirme fırsatını hiçbir zaman yakalayamaması daha doğrusu kendisine bu şansın hiç verilmemesi, sevmediği bir adamla evlendirilişi, mutsuz evliliğinde gördüğü şiddet, Kızılbaş olarak aşağılanışı, hepsini bir bir anlatıyor…
Emoş anlattıkça geçmişin karanlığında gömülü bölük pörçük anlar bir yap boz oyunu gibi bir araya geliyor. Oysa kardeşlerin adlarını bile hatırlayamıyor. Altı yaşlarındayken yaşadığı Dersim Kıyımı sırtında ağır bir yük gibi on yıllarca taşıdığı çok büyük bir travma oluşturmuş. Hatırlamama, unutma, yaşadıklarından hiçbir zaman söz etmeme, bastırma yaşam boyu inanılmaz bir yükün altında ezilme anlamına geliyor.
Geçmişin izlerinde Dersim’deki köyüne giden Emoş ile 95 yaşlarındaki amca oğlu Hüseyin’le karşılaşmalarıyla belgesel sona eriyor. Hüseyin öyle seviniyor ki Emoş’u gördüğünde sımsıkı bir birbirlerine sarılarak, el ele tutuşarak anılarını bir araya getirmeye çalışıyorlar. Katliam sırasında uzaklarda olan Hüseyin döndüğünde derede yüzen ceset yığınlarıyla karşılaşıyor. Annesi, babası herkes ölmüş köyünde. Hüseyin’in de Emoş’un da kurtulmaları bir mucize ama buna sevinemiyorlar ki.
Emoş ve amcaoğlu Hüseyin. İnsanın yüreğine işleyen çok dokunaklı ve hüzünlü bir ikili…….
Emoş’un anlatısına arka planda kızının sesi eşlik ediyor. Kızının kendi duygularını, kimlik arayışını, travmasını, korkularını anlatarak belgeselin bütünlüğünü sağlayan sesi bize öyle yakın geliyor ki, anlattıklarını, kendi arayışını yüreğimizde hissediyor onunla özleşiyoruz. Anlatılan öykü, öyküde yer alan kişiler, kurgu, görüntüler hepsi çok etkileyici: diyebilirim ki izlediğim en iyi belgesellerden biri. Bu açıdan da bazı sinema eleştirmenlerinin özellikle film boyu bize eşlik eden bu sesten rahatsız olmaları ya da belgeseli didaktik bulmalarının sadece mesleki bir deformasyon olduğunu düşünmüyorum. Keşke Alman TV’sinde de örneğin güzel programlar yapan Fransız Alman yapımı Arte’de bu belgesel çok daha geniş bir izleyici kitlesine gösterilebilse, keşke uluslar arası festivallerde yarışmalara katılabilse.
Gündoğan’ların bu belgesel için aileyi ikna etmeleri kolay olmamış. Emoş’un çok sorunlu olan eşi yaşasaymış zaten böyle bir şey söz konusu bile olamazmış. Kızı Serpil de zorlanarak, yer yer suçluluk duyarak bu işin içine girmiş. Neden suçluluk? Çünkü bu ailede tabu bir konuymuş. Emoş’u evlat alan asker ailesi onu kurtardıkları için böbürlenirlerken Emoş’un ve çocuklarının bazı şeyleri değil sorgulama, dile getirme hakları hiçbir zaman olmamış. Ne var ki bu belgesel yapıldıktan sonra Emoş da bir dönüşüm geçirmiş. Seksen yılın üstünde kendini bir hiç olarak hisseden bu kadın ilk kez ona değer verildiğini hissetmiş. Bu açıdan bu belgeselin bütün aile üstünde bir terapi etkisi yarattığı kesin.
Tarihle yüzleşmekten kaçan bir toplum olarak Gündoğanların belgesellerinin öncü bir niteliği olduğu söylenebilir. Sözlü tarih anlayışının gelişmesi ile birlikte resmi tarihin duvarları yavaş yavaş çatlamaya başlıyor. Hay Vay Zaman internetten izlenebiliyor. Hangi dünya görüşünde olursa olsun ruhu buz tutmamış olan herkesi ama herkesi çok etkileyecek bir film.