Venedik Bienalindeyim. Savaş, yıkım, şiddet, göç, mülteciler, yoksulluk gibi güncel ve politik konular bu yıl ki Bienalin odak noktasını oluşturuyor. Ötekileştirilenler, yersiz yurtsuzlar, azınlıklar, mülteciler, yoksullar, kadınlar, çocuklar, kısaca ezilenler bu dünyasının baş kişileri.
Nasıl bir çağda yaşıyoruz ve nasıl bir gelecek bırakıyoruz yarınlara? Yaşadığımız zamana ayna tutan bir mekan burası…Her ülke kendi koşullarından, deneyimlerinden yola çıkarak yüzleşiyor yaşadığımız dönemle…Ama gerçek olan şu ki iç açıcı bir şey yok ufukta, en ufak bir umut, uzaklarda belli belirsiz bir ışık bile yok…
Ağlayan bebek yüzleri görüyorum bir ekranda; yüzleri donuk, yaşamıyor gibi, yaşamdan tek geriye kalan koca koca göz yaşları…
Ekranın tam önünde, yerde bağdaş kurmuş oturan üç, dört yaşında çocuklar. Merakla bakıyorlar ağlayan bebeklere..Meraklı, muzip, çekingen, komik, neşeli bir sürü küçük yüz. Onları acaba nasıl bir gelecek bekliyor?
Her yerde ezilenlerin, yüzleri, çığlıkları….Dünyayı yönetenlerin, politikacıların, generallerin değil de ezilenlerin portreleri sergilendiği The Subaltern Portraits Galleri’de ki fotoğraflar insanın belleğine yerleşip kalıyor.
Bienalin odak noktası kocaman bir göçmen teknesi. 2015’deki kazada Libya’dan İtalya’ya doğru yol alırken başka bir balıkçı teknesiyle çarpışarak batan bu teknede bine yakın göçmen yaşamını yitirmiş. Mültecilerin trajedisini yansıtmak amacıyla denizin derinlerinden çıkarılan bu gemi acının ve umutsuzluğun bir simgesi gibi.
Günümüz acılarını geçmişin hayaletleri ya da geleceğin korkuları izliyor. Geçmiş, bugün ve gelecek çöküş görüleriyle sımsıkı sarmalamış birbirini.
Gerçekle kurmacanın iç içe girdiği karabasanımsı sahneler: Mayonez, ketçap, salata yaprakları ve domates dilimleri ile özenle hazırlanan dev bir hamburgerin içinde yitip giden bebekler , insanlar, eşyalar, koskoca bir dünyanın hamburgerin içinde yok olması (Amerika eleştirisi mi?); yerde oluk oluk kanları temizleyen dev bir makina (savaş) ; birbirinden güzel robotlardan oluşan zengin bir kesime hizmet eden genç bir kızılderili kadın (robotlaşan varlıklı kesimle hala insan kalan köleleri).
Herkesin özgür yaşayabildiği Field Hospital’e giriyorum. İsraelli sanatçıların hazırladığı bu hastahanede sesini duyuramayanların sesleri duyuruluyor. Önce tıpkı hastane vb. kamusal alanlarda olduğu gibi bir numara alınıyor. Sıram geldiğinde beni ilgilendiren bir konuyu seçiyorum. Dört seçenek var: Transseksüellere karşı şiddet, aile içi şiddet, kaçırılan çocuklar ve Filistin direnişi. İlk seçtiğim konu: Aile içi şiddet..Birinci katta güler yüzlü hemşireler beni küçük bir kabine buyur ediyorlar. Orada bir ses bana İngilizce olarak konutlar veriyor. Kolunu kaldır indir nefes al gibi. Sonra bağırmam isteniyor. Bağırıyorum, hem de avazım çıktığı kadar…Sesim dalga dalga yükselirken kendi ülkemde bağırmak istediğim bağıramadığım, çaresizliği de, öfkeyi anları içime kilitlediğim düşünüyorum.
Bu evreden sonra üst katta diğer izleyicilerle birlikte rahat bir koltuğa bir oturup seçtiğim konuyu ekranda izliyorum. Aile içi şiddet babası tarafından elleri kesilen bir kızın öyküsü çizgi roman biçiminde şiirsel bir dille sunuluyor. Öykü bittikten sonra uzmanlar bir psikolog ve bir hukukçu konuşuyorlar. Anlatılan olayın bağlamı, nedenleri bilimsel olarak açıklanmaya çalışılıyor….
İkinci kez yine numara alarak Field Hospitale girdiğimde bu sefer ellili yıllarda ailelerinden kaçırılan ve başka ailelere evlat olarak verilen çocuklar konusunu seçiyorum. Üç anne çocuklarının hastanede öldüğü gerekçesiyle nasıl ellerinden alındığını anlatıyorlar. Annelerin yüzleri, acıları, hüzünleri çok etkileyici. Sonra sıra yine uzmanlarda.
Performans, sözlü tarih araştırmaları, belgeselliğin iç içe geçtiği böyle bir projeyi bizde gerçekleştirecek olsak acaba hangi sorunlara yer vermek isterdik? Sözgelimi Cumartesi annelerini, şiddet gören kadınların seslerini, tacize, tecavüze uğrayan çocukların çığlıkları bu konularda araştırma yapan uzmanların görüşleriyle harmanlayarak sergileseydik tepkiler ne olurdu? Tabii ben olsam daha da radikalleşerek politikacıların, bürokratların sorunları yok sayan, görmezden gelen ya da bin bir tür yalanla üstünü örten söylemlerine de bolca yer verirdim. Ama gel gör ki bizim ülke suskunlar ülkesi. Şu an yaşadıklarımızla da , geçmişimizle de yüzleşmekten kaçan bir toplum olarak günden güne dağ gibi o kadar çok malzeme var ki. Yeterince dile getirilmemiş, duyurulmamış, öyle çok konu geliyor ki aklıma…Ama geçmişle yüzleşmenin yerini hep yalan dolanın aldığı korku ve baskının da giderek dal budak sardığı bir ortamda böyle bir şeyi hayal etmek bile kolay değil.
Bienalde ilk kez kadın sanatçılar ağırlıkta. Hintli sanatçı Shankuntana Kulkarni’nin Beden, Zırh ve Kafes adlı tellerden yapılmış zırhlar dizisi kadının üzerindeki baskılara çarpıcı bir gönderme yapıyor. Bir dönemler erkeklerin savaşta kendilerini savunmak için kullandıkları zırh sanatçının objelerinde kadının bedenini günlük yaşamda savunmasına dönüşüyor. Böylece kadın hem kendini korumuş hem de hapsetmiş oluyor. Kadına karşı şiddetin doruğuna ulaştığı Hindistan’da sanatçının zırha girerek Mumbai sokaklarında yaptığı performans büyük ilgi görmüş.
Kulkarni toplumsal cinsiyet alanındaki çalışmalarında yaratıcı bir buluşla mizahtan yararlanırken, İsrael kökenli Danimarkalı sanatçı Larissa Sansour barkovizyonda tam bir karabasan dünyası sunuyor bize. Savaşın yıkıp götürdüğü ıssız bir kent. Yer altı dünyasında, duvarların arasında yaşamlarını sürdüren farklı kuşaklardan iki kadın. Yaşlısı ölüm döşeğinde anılarına sarılırken, gencin tutunacak hiç bir şeyi yok. Dünyanın sona erdiği bir noktada hatırlamak, bellek ne ifade ediyor? Bu çöküş dünyasında anılar bir can simiti olabilir mi?
Neil Beloufa’nın Global Agreement video enstalasyonu bu bienalin en etkileyici projelerinden biri.. Sanatçı bütün dünyadan askerlerle söyleşiler yapıp kaydetmiş.
Ekranlarda farklı kültürlerden, ülkelerden gençler neden orduya katıldıklarını anlatıyorlar. Kimi hayat dolu neşeli,kimi hüzünlü, kimi çekingen, kimi maço, kimi gururlu, bizim gibi insanlar işte.Oysa onlar ölme ve öldürme çarkının vidaları sadece.
Askerliğin sivil yaşama oranla ne kadar rahat ve güzel bir şey anlatıyor çoğu. Hastalandığında, bir sıkıntın olduğunda yanında hep birilerin olmasının nasıl bir güven duygusu yarattığını. Aileden, aile sıcaklığından söz ediyorlar. Yaşam düzeylerinin yükselmesi, iyi bir eğitim alma şansını yakalamaları onlara yepyeni bir gelecek sağlıyor. Bunun için ölümle burun buruna yaşamayı bile göze alıyorlar.
Sivil halkın askerlere güven ve saygı duyması da işin diğer yüzü.”Üniforma ile başka bir insan oluyorsun” diye anlatıyor bir asker. “Herkes seni selamlıyor, sana saygı gösteriyor, değer veriyor…Pırıl pırıl görünüyorsun, kızlar bayılıyorlar sana”.
“Belki de kız arkadaşım beni üniformam için seviyordur bu normal ama. Çünkü bu benim kimliğim”.
“Öyle herkesi kolay kolay askere almazlar.Sağlıklı olacaksın, sportif olacaksın, bedenini çok iyi kullanmayı bileceksin”.
Militarizm ile siyasi yönlendirmeler arasındaki bağlantılar üzerinde pek konuşmak istemiyorlar. İkisi arasında net bir sınır koymuşlar. Herkesin kendine ait politik bir görüşü olabilir, bunun üzerine uzun uzun konuşulup tartışılabilir, bu özel alana giriyor, bu alanda askerler özgür. Ancak askeri emirler hiç bir zaman tartışmaya açık değildir, ne emrediliyorsa o yapılır. Kısaca askerlikte politik görüşlerin hiç bir yeri yoktur.
Sanatçının askerlerle konuşurken eleştirel değil de nötr kalmayı tercih etmiş olması dikkati çekiyor. Militarizmi ne övmek istiyor ne de eleştirmek. Bu açıdan da biz izleyicilere yorum özgürlüğü tanıyor. İzleyici anlatılanların ne kadar doğru olduğunu sorgulayabilir, ekrandaki yüz ifadeleri ile anlatılanlar arasındaki çelişkileri keşfedebilir, anlatılmayan, dile getirilmeyen boş alanlar üzerine düşünebilir ya da askerlerin anlatımlarını bir tür militarizm propagandası olarak okuyabilir.
Videoları izlerken gözümün önünde ister istemez anlatılmayan, dile getirilmeyen de canlanmaya başladı. Travma geçiren, kendilerini öldüren, ağır yaralanan askerlerin öyküleri.
Çoğu ülkede askerlerin toplumun en alt katmanından, dolayısıyla en yoksul kesimden geldiğini biliyoruz. Sivil yaşamda büyük zorluklarla savaşırken, belki ezilir ve aşağalanırlarken, askere girdikleri anda yeni bir kimlik kazanarak saygınlık kazanıyorlar. Babası da asker olan ve babasının yönlendirmesiyle orduya katılan bir askerin dediği gibi askerlik onlar için yaşamın tek anlamını oluşturuyor.
Askerlerin kendilerini nasıl ifade ettikleri, ne derecede özgün oldukları ya da rol oynadıkları, kısaca asker kimliklerini nasıl inşa ettikleri ve sergiledikleri bu yerleştirmenin temelini oluşturuyor.. Bu açıdan da bu yerleştirme biraz Kutluğ Ataman’ın varoş bir mahallede yaşayan insanlarla bire bir konuşarak hazırladığı Küba video yerleştirmesini anımsatıyor.