Bu yılki İstanbul Tiyatro Festivalinde izlediğim birbirinden ilginç oyunların içinde çok farklı üç oyundan çok etkilendim: Portekiz yapımı multimedya dans oyunu Kayıp Kimlik, Yunanlıların oyuncuları değil de gerçek insanları sahneye çıkardıkları Temiz Şehir ve Rus yapımı İran Konferansı.
Her üç oyunun da ortak yanı yaşam deneyimlerinden ve öykülerinden yola çıkarak gücünü yaşamdan alan bir tiyatro anlayışını savunmaları. Tiyatroda özgün olanın değil de kurgusal olanın giderek önem kazandığı böylece tiyatronun yaşamdan kopma noktasına geldiği bir ortamda acaba bir dönüşüm mü yaşanıyor, gücünü yaşamdan alan ve özgün olana ağırlık veren yeni tiyatro dili mi söz konusu?
Aile içi taciz ve şiddet: Kayıp Kimlik
Kayıp Kimlik’te (yönetmen: Marco Martins) aile içi şiddet ve taciz olayı bilinçaltının derinliklerine inilerek irdeleniyordu. Anlatılan babası tarafından tacize uğramış küçük bir kızın öyküsü müydü? Her şey hayal ve kabus dünyasının belirsizliği içinde kaybolup gidiyordu. Bir kadın ve bir erkek oynuyorlardı. Karanlık iç kapayıcı bir atmosfer, Kafka’nın Dönüşüm‘ündeki yaratığı anımsatan rahatsız edici tuhaf hareketler, rahatsız edici sesler öylesine tedirgin ediciydi ki izleyicilerden bazıları kısa sürede salondan çıktılar.
Ama ilk anda yaratılan huzursuzluğu aşarak oyuna kendimizi açtığımız anda acıyı, çaresizliği, sıkışmışlığı, bunalımı ve şiddeti anlatan parçalar tıpkı bir yapboz oyunu gibi bir araya geliyorlardı. Doğrusu ben de uzun süre oyuna ayak uydurmakta zorlandım. Önce sadece bir kız değil bir de erkek çocuğunun tacize uğradığını düşündüm ama sonra yavaş yavaş bunun tek bir kişi olduğunun bilincine vardım. Belki de kadının içindeki erkeği anlatıyordu oyun. Kızın babasından hem nefret etmesi hem de onun gibi olmaya çalışması, bu ikiliğin yarattığı bunalım canlandırılıyordu. Rahatsız edici ve sert bir oyun. Ama ben ilk kez böyle bir konuyu bu biçimde izliyorum. Oyunun sonunda erkek oyuncu kendi öyküsünü anlattığını söyleyince büsbütün etkilendim.
Sahnede gerçek insanlar: Temiz Şehir
Temiz Şehir’de (Anestis Azas ve Prodromos Tsinikoris) sahneye çıkan temizlikçi kadınlar eski Sovyetler Birliğinin değişik ülkelerinden, Afrika’dan ve Kore’den geliyorlardı ve hepsinin kendi ülkelerinde bir konumu (mimar, öğretmen) vardı. Her biri kendi öyküsünü, kendi göç öyküsünü, yaşadığı zorlukları engelleri, ötekileştirilmelerini, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla yüzleşmelerini dans ederek şarkı söyleyerek anlattı. Oyun bittiğinde salon alkıştan yıkılıyordu.
Atina’ya yıllar önce gelen, bin bir güçlükle oranın koşullarına ayak uydurmaya çalışan göçmen kadınların öykülerini anlatan bu oyun röportajlara dayanan çok uzun bir ön çalışmaya dayanıyor. Bu proje kuşkusuz çok ilginç. Ama bence amatörlerin sahneye çıkarılması onlarla özel bir çalışma yapılmamışsa çok önemli bir sorun oluşturuyor. Metinlerini kendileri yazmış oldukları halde ezberlemiş gibi sergiliyorlardı. Yani kendilerini sahnede bir türlü tam olarak var edemiyorlardı. Öyle olunca da kadınlardaki gizilgüç yeterince çıkmıyordu. Sanırım böyle bir proje barkovizyon vb. teknik ögeler ve profesyonel oyuncuların da yardımıyla çok daha farklı bir çalışma sürecini koşulluyor. O zaman çok vurucu olabilir.
Mutluluk Nedir? İran Konferansı
Tiyatroyla kendini ifade etme arayışı içinde olan özgün duruşu, yaşadığımız dünyanın gidişatı üzerine büyük bir tartışma yaratan İran Konferansı‘nda da hissettim (Yönetmen: Viktor Ryzhakow). Hayatımızın anlamı ne, nasıl bir dünyada yaşıyoruz, bu dünyada kendimize nasıl bir yol çizebiliriz, mutluluk nedir, özgürlük nedir gibi soruların tartışıldığı bu oyunda çok yoğun bir sevgi özlemi hissediliyordu, insan sevgisi, doğa sevgisi, yaşam sevgisi… Birbirleriyle çatışan karakterler, gerilimli olaylar yok bu oyunda; sadece farklı söylemler, düşünceler ve dünya görüşleri var.
Oyunda Danimarka gibi demokrasi anlayışı gelişmiş bir ülkede Kopenhagen’de bir araya gelen ünlü düşünürler, bilim insanları ve sanatçılar günümüz sorunları üstüne konuşuyorlar. Tartışmanın odak noktasını da insan haklarının sürekli hiçe sayıldığı İran alıyor. Ama İran gibi bir ülke üzerinde konuşurken Avrupa ülkelerinin sorunları da gündeme geliyor. Kısaca İran’dan yola çıkılarak bugün nasıl bir dünyada yaşadığımız çeşitli boyutlarıyla irdelenmeye çalışılıyor.
Batılı konuşmacıların ortak yanı özgün duruşları. Her birinin kendine özgü bir duruşu, beden dili ve ifade biçimi var. Gergin ve sinirli, umursamaz ve rahat, kin ve öfke dolu, hüzünlü… Ama hepsi mutsuz; yürümeyen, yolunda gitmeyen bir şeyler var bu dünyada, bunu dile getirmeye çalışıyorlar. Ortak yanları kendilerini ifade ederken kendi gözlemlerinden ya da yaşam deneyimlerinden yola çıkmaları. Bu tür tartışmalarda sık sık tanık olduğumuz gibi soyut, kuramsal bilgiler yok, bilgiler diğer konuşmacılar ve tartışmacılar üstünde üstünlük kurmak ya da diğerlerini manipüle etmek için kullanılmıyor. Öte yandan konuşmacılardan hiçbiri rol kesmiyor, hepsi gerçekten bu çıkmazdan kurtulma arayışı içindeler. Ama bu kurtuluş nasıl olacak?
Oyunun ana izleği insanların hep tüketmeye dayalı günümüz tüketim dünyasında inançlarını iyiden iyiye yitirmiş olmaları. İzleyici postmodern bir görecelik anlayışından yeniden dine dönmeyi öneren bir bakışa, insan haklarını savunmadan her şeyi reddeden bir nihilizme kadar farklı duruşları dile getiren söylemleri savunan insanları izlerken kendi bakışını da sorguluyor: Nasıl bir dünyanın içindeyiz ve bu dünyaya hangi pencereden bakıyoruz, hayatımıza nasıl bir anlam veriyor ya da veremiyoruz, yaşamın neresinde duruyoruz, neden bazı ülkelerde insan hakları, kadın hakları böylesine yerle bir ediliyor, buna karşı duruşumuz ne olmalı, mutluluk nedir, nasıl oluyor da sefil koşullarda yaşayan insanlar mutluluğu buluyorlar da, uygarlığın içinde yaşam sevinci ve mutluluk duygusu böylesine kolaylıkla yitirilebiliyor, insanlar nasıl bir dünyada yaşamak istiyorlar, özgürlük nedir, biz ne derecede özgürüz ya da değiliz, insan hakları, özgürlük mutluluk gibi kavramlara ne tür anlamlar yüklüyoruz gibi sorular gündeme gelirken herkesi ve her şeyi kucaklayan evrensel bir sevgi anlayışının özlemi de çok yoğun hissediliyor. İnsan insanı sevebilse, doğayı ve yaşamı sevebilse yaşamımız çok farklı olurdu duygusu. Öte yandan Tanrı, doğa, evrensel enerji gibi farklı biçimlere giren bu sevgi her bireyin kendi yaşadığı ortama ve koşullara göre çözmesi gereken bir sır olarak kalıyor. Farklı görüşler arasında ortak noktaların keşfedilemediği, köprülerin kurulamadığı bir dünyada birbirimizi anlamaya çalışma, diyalog kurma, dayanışmaya giden yolları keşfetmeye çalışma gibi bir arayış da bu nedenle bir türlü gündeme gelemiyor.
Oyun boyu dikkatimi çeken konuşmacıların hep bir arayış içinde olmalarına rağmen, sorunlara sadece kendi pencerelerinden bakmalarıydı. Diğer konuşmacılarla ortak bazı noktalar keşfetme kaygısından uzaktılar. Bu nedenle de sürekli olarak duvarlar örülüyordu aralarında. Buna en çarpıcı örneği insan ve kadın hakları savunucusu Astrid’le her şeyi göreceleştiren liberal yazar Gustav arasındaki çatışma veriyordu. Çatışmasının doruk noktasında ikisinin bir süre mutsuz bir evlilik sürdürmüş oldukları, oğullarının ise intihar etmiş olduğu gerçeği şaşırtıcı bir sürpriz oluşturuyordu. Oyunlarında hep iletişim sorunları üzerinde duran yazar Ivan Vyrypaev bir söyleşisinde belirttiği gibi çatışmalar en küçük birim ailede başlıyor…
Öte yandan konuşmacılar kendi yaşam deneyimlerinden yola çıksalar bile sorunları hep bir dış gözlemcinin bakışıyla akılcı bir açıdan irdelemeye çalışıyorlardı. Yüreklerinden çok akıllarıydı konuşan ya da belki de yürekleriyle konuşabilme yetisini çoktan yitirmişlerdi. Oysa akılcı düşünmenin dar sınırlarını kıran bir arayışın içindeydiler. Oyun bu yönüyle gerçek yaşamda da tanık olduğumuz kutuplaşmalara ve çatışmalara ışık tutuyordu.
Oyundaki bu çelişki, yani çatışmaları aşmaya çalışırken yeni çatışmaların oluşması tuhaf bir kısır döngüye işaret ediyordu. Sonuçta dünyamıza kuş bakışı bakan çok düşündürücü ve hüzün verici bir oyun. Çünkü çözüm yok ya da çözümü herkesin kendisi için bulması gerekiyor. Oyunun finalinde baskılı bir ortamda kendine bir özgürlük alanı yaratmaya başaran ama gerçek aşkı bulduğu anda özgürlüğünü de bırakabilen İranlı yazar kadının duruşu ise bildiğimiz din anlayışından uzak farklı bir sevgi duygusunu sergiliyordu. Bu metafizik bir sevgi mi, esoterik bir duygu yoksa yaşamın daha farklı olabileceğine dair bir gönderme mi? Şimdiye değin yazdığı bütün oyunlarında mutluluğun izini süren Vyrypaev bir söyleşinde yaşamın tek anlamının “ben neden yaşıyorum, yaşamımın amacı ne?” sorusuna yanıt vermek olduğunu söylüyor.
Oyun sonrası tartışmalarda sahneye gözleri dolarak çıkan yönetmenin içtenliği de beni çok şaşırttı. Tiyatronun içi boşatılmış bir eğlence kültürüne dönüştüğü bir ortamda gerçekten çok özgün, içten ve düşündürücü bir oyun.
Sonuçta performans türü, absürt, şiirsel, kurgusal çeşitli oyunların içinden en çok bu oyunların beni etkilediğini söyleyebilirim. Çünkü bu oyunların her biri yaşamı, yaşanmışlığı tiyatroya, tiyatroyu yaşanmışlığa dönüştürerek yeni bir arayışı gündeme getiriyorlardı.