Türkiye’de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum” olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız Zehra İPŞİROĞLU…
Nasıl Yazar Oldular…
Yazmanın çeşitli nedenleri olabilir: Yazma eyleminden keyif almak, para kazanmak, başarılı olmak, ün kazanmak, yazarak kendini kanıtlamak, yazmayı hayallerin uçuştuğu eğlenceli bir oyun olarak görmek, yazarak gerçeklerden kaçıp hayali bir dünyaya sığınmak ya da tersine yaşadığımız gerçeklerle hesaplaşmak. Ben yazma ve yaşamayı iç içe gördüğüm için, sanırım sonuncu kategoriye giriyorum. Yazma eylemi oldukça karmaşık, kaotik bir dünyada kendime ait bir özgürlük alanı oluşturmamı sağlıyor. Yaşamın iniş ve çıkışlarıyla ne getireceğini bilemeyiz, ama yazma aracılığıyla yaşamdan mesafe alabiliriz, gözlemciliğimizi, düşünme ve sorgulama yetimizi ve hayal gücümüzü geliştirebilir, acımızı, hayal kırıklığımızı, öfkemizi dönüştürebiliriz. Yaşamın kendisi, yaşamayı biliyorsak hem duyarlılığımızı hem de gözlemleme, düşünme, anlama yetilerimizi yeşerten çok zengin bir malzeme sunuyor bizlere. Yazmada bana göre özgünlük, sahicilik ve derinlik önemli. Bunlar postmodernizmle birlikte modası geçmiş kavramlar olarak gündeme gelse bile benim için çok değerli.
Çocukluğumda hem hayallerimi hem de yaşadıklarımı anlatmaya bayılırdım, bu nedenle de hep gerçekle kurmaca arası öyküler uydururdum, bir de okulun sıkıcılığına ve tekdüzeliğine karşı kendime çizip boyadığım kağıt bebeklerle alternatif bir okul yaratmıştım, eğlenceli, renkli ütopik bir dünya.
Anneannem Seniha Bedri Göknil ilk tiyatro çevirmenlerindendi. Hasan Ali Yücel Çeviri Projesi bağlamında çevirdiği klasikleri sözgelimi Schiller’in Haydutları’nı İbsen’in Peer Gynt’ünü bana masal gibi anlatırken oynayarak öyle güzel canlandırırdı ki. Küçük yaşta klasikleri okuma serüvenim böyle başladı. Tam anlamıyla okuma delisiydim. Çocuk klasiklerini de yutup bitirmiştim, Almancayı da küçük yaşta çocuk kitaplarıyla öğrendim. Birkaç yıl önce çıkan Mavi Eşek adlı anı romanımda yazma, okuma, hayal kurmanın ağırlık kazandığı çocukluk dönemimi anlatıyorum.
Gençliğimde cilt cilt günlük tutardım. Sonra bir roman yazmaya başladım okuduklarımdan ve yaşadıklarımdan etkilenerek yazdığım çocukça şeyler. Amacım hem sevdiğim şeyleri belgelemek hem de okulda ya da ailede yaşadığım sorunlarla hesaplaşmaktı, bunlar gerçi çocukçaydı ama yazmanın ilk aşamasını oluşturuyordu.
Yaşamı keşfederek yazma serüvenim ancak yirmili yaşlarımda başladı. Yetmişli yıllarda Berlin’de okurken yaşamımı sürdürebilmek için bir okulda işçi çocuklarına ders veriyordum. Hayatımda ilk kez başka dünyalar, başka yaşamlarla karşılaşıyordum. Yetmişli yılların sonunda bu deneyimlerimi yazdığım Murat adlı film öyküsü Milliyet Sanat ödülü aldı. O dönemde ödül enflasyonu olmadığı için inanılmaz büyük bir ilgi gördü.
Sonraki yıllarda yazma serüvenimi yazınsal kitaplar ve araştırmalar olarak (çünkü üniversitede akademik kariyer yapıyordum) iki kulvarda sürdürmeye devam ettim. Çünkü yazma hangi alanda olursa olsun benim için yaşamakla bire bir örtüşüyor. Yaşamın üstesinden gelebilmek ve yaşamıma anlam katabilmek için seçtiğim tek yol belki de.
Nasıl Yazıyorlar…
Her zaman yanımda bulundurduğum renk, renk, boy, boy not defterlerim var. Korona öncesinde bu defterlerin taşınabilirliği önemli olduğu için hep hafif olmasına özen gösterirdim. Eve kapanınca defterlerim kalınlaştı ve ağırlaştı. Bir ay boyunca aynı defteri kullanabiliyorum. Bütün notlarım, düşüncelerim, önemli bilgiler bu defterlerde yazılı. Ama bunlar dönüp dönüp bakacağım notlar değil. Bir tür yazma malzemesi olarak sadece o an ve yakın gelecek için önem taşıyorlar. İşleri bitince de çöpe atılıyorlar.
Uzun süreli bir yazma projesi bir ön araştırma sürecini koşulluyor, bir tür ön hazırlık aşaması da diyebiliriz buna. Projeye başlayıp başlayamayacağım bu sürecin verimliliğine bağlı. Kitap okuma, araştırma insanlarla röportaj yapma hep bu süreç içinde gelişiyor. Düşüncelerim ve duygularım iyice demlendikten sonra yazmaya başlıyorum. Bence işin en zor yanı başlangıcı. Aşırı konsantrasyon istiyor, bu da izolasyonu ve kapanmayı koşulluyor.
Olimpos Çıralı benim tılsımlı çalışma mekanım, her yeni projenin başlangıcında ki bu genellikle yaz başı ve sonu oluyor üç, dört hafta orada yaşıyoruz. Gündelik yaşam akışının dışına çıkma, sessizlik, temiz hava, deniz, sağlıklı yaşam insanın zihnini açıyor. Yaklaşık otuz yıldır sürüyor bu ritmimiz, ancak geçen yıl korona korkusuyla oraya gidemedik ne yazık ki. Olimpos’ta bir projenin temelleri atıldıktan sonra aylarca Köln ya da İstanbul’daki evimde çalışmamı sürdürüyorum. Sürekli çalışma ve dikkat yoğunluğu giderek derinleşmemi sağlıyor, sonra bir an geliyor yazma kendiliğinden akmaya başlıyor, işte bu işin en keyifli yanı, uçar gibi bir duygu. Bu süreç tıpkı yaşam gibi bilinmezliklerle dolu, bilinçaltının oyunları, hayaller, çağrışımlar her şey giriyor işin içine. Projemi elimden çıkarmam da çok zor oluyor, çünkü bir türlü peşimi bırakmıyor. Ama bir aşamaya geldikten sonra onu bırakmam ve dinlendirmem gerekiyor, yoksa bozabilirim. En son aşama eleştirel okuma, yazma süreci ancak eleştirel bir süzgeçten geçtikten sonra tamamlanmış oluyor ki, bu süreç de bende bazen çok uzuyor.
Yazma süreci ilk andan itibaren bilgisayar başında geçiyor. Daktiloyla yazdığımız gençlik yıllarını hatırlamak bile istemiyorum. Bence çok zordu. Bilgisayar yaşamımıza girdiğinde benim için bıkıp usanmadan her şeyi düzenleyen, defalarca yeniden yazan özel bir sekreterim varmış gibi oldu. Bilgisayar teknolojinin en büyük armağanlarından biri. Onsuz bir gün bile geçiremiyorum. Bozulduğunda elim ayağım birbirine dolanıyor. Açıkça bilgisayarla yıldızı pek barışmayan yaşlı kuşakları anlamakta zorlanıyorum.
Kendimi bildim bileli anlatma ve yazma odaklı bir yaşamım vardı, yazmaya daha fazla zaman ayırmak için üniversiteden erken ayrıldım, çok disiplinli çalışıyorum ve çalışmada sürekliliğe özen gösteriyorum. Yazmadığım bir gün bile yok. Bunlar kısa süreli yazılar bir film, dizi, tiyatro eleştirisi olabileceği gibi çok daha büyük bir konsantrasyonu koşullayan uzun süreli yazma projelerini de içeriyor.
Son yıllarda kısa süreli yazılara mektuplaşmalar da girdi. Çünkü yazma sürecinde benim için diyalog da çok önemli, yazmayı bir tür düşünce alışverişi gibi görüyorum. Genç arkadaşım ve öğrencim Eylem Ejder’le Mimesis e-dergide tiyatro mektupları köşemiz var. Bunlar yaşamla tiyatronun iç içe geçtiği felsefi mektuplar. Bunun yanı sıra politik geçmişinden dolayı çok inişli çıkışlı bir yaşamı olan yazar arkadaşım Berin Uyar’la da mektuplaşmamızı sürdüğümüz bir bloğumuz var.
Yazma açısından benim için en verimli saatler öğleden önceleri. Günde dört, beş saat çalışmışsam kendimi iyi hissediyorum, enerjim artıyor, o günü daha canlı ve verimli geçiriyorum. Bu açıdan yazmanın bana enerji ve güç katan ve hayata sımsıkı sarılmamı sağlayan yaşamsal bir önemi olduğunu söyleyebilirim. Son yıllarda insanlarla bire bir röportaj yaparak çalıştığım, böylece malzeme topladığım için yazma sürecinde dış dünya ile iç dünya arasında sağlam bir denge kurmaya özellikle özen gösteriyorum. Tiyatro oyun yazma çalışmalarımı da bu bağlamda değerlendirebilirim.
Kitaplarıyla konuşmalar…
(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)
Bir kitabımda yoğunlaşarak “ben seni neden yazdım biliyor musun?” diyebilmek aslında bana çok zor geliyor. Yazdıklarım yaşadıklarımla hiç bitmeyen bir hesaplaşma çünkü, bu açıdan da yaşadığım ortama ve koşullara göre yaşamımın farklı dönemlerinde farklı yazma projeleri oluşuyor.
Söz gelimi Almanya’da Essen Üniversitesi’nde çalışmaya başladığımda öğrencilerim Türkiye kökenli göçmen çocuklardı. Yaratıcı yazma ve tiyatro atölye çalışmalarımda onları keşfetmeye, anlamaya çalışıyordum. Ataerkil aile koşullanmasının getirdiği yoğun baskı ile yabancı olanı bir türlü içine alamayan Alman toplumu arasında nasıl bir sıkışmışlık yaşıyorlardı? Nasıl bir mücadelenin içindeydiler? Bu sorular onların yaşam öykülerini anlattığım Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülü alan Özgürlük Yolları kitabımın oluşmasını sağladı.
Diğer yandan feodal sıkışmışlıktan kurtulma mücadelesi veren Kürt çocuklarının öykülerini Aydınlanan Yollar, Kardelen Öyküleri kitabımda yazdım. Ağrı, Van’a yaptığım yolculukta ÇYDD tarafından desteklenen bu çocukların yaşama sımsıkı sarılma güçlerine hayran oldum. Doğu Anadolu ile ilgili çok şey biliyoruz ama görmedikçe, yaşamadıkça bildiklerimiz soyut kalıyor. Yaşadıklarımı, gözlemlerimi kaleme alırken yoksulluğun, işsizliğin, savaşın insanları hırpaladığı, on, on beş çocuklu, kumalı kalabalık ailelerin çok zor koşullarda yaşadığı, kızların başlık parası için çocuk yaşta baş göz edildiği bana çok yabancı olan bir dünyayı keşfediyordum. Konuştuğum her çocuğun öyküsü farklıydı, kimi kendini kurtardı, kimi de başaramadı. Ama onların öyküleri benim yüreğime yerleşti kaldı. Umarım bu duygumu okuyucuma da verebilmişimdir.
Her yazma projem bana bir şeyler katıyor. Bu sadece yazınsal kitaplarım için değil akademik kitaplarım için de böyle. Örneğin İstanbul Üniversitesi’nde Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nü kurduğumda Eleştirinin Eleştirisi ve Tiyatroda Düşünsellik, Dramaturjiye Giriş, Essen Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazma ve Yazın Alımlaması kitaplarım çıktı.
Türkiye’de her şey bir açıdan çok hızlı değişiyor, bir açıdan da aynı kalıyor. Aynı kalan kafa yapısı, insanı kıskaç altına alan betonlaşmış gelenekler, milliyetçi, dinci ideolojiler. Buna karşı nasıl bir panzehir oluşturabiliriz? Yaşamımda ve kitaplarımda hep bunun izini sürüyorum. Tutunabileceğimiz dalları arıyorum, umudu arıyorum.
Ama umudu yakalayabilmek için önce yaşadıklarımızla yüzleşmemiz gerekiyor, farkındalık gerekiyor. Oysa insanların pek çoğu gerçeklerden kaçıyor, çünkü yalan bir dünyaya sığınmak kolay. Hem çocuklar hem de yetişkinler için yazdığım Düş Hırsızlarına Karşı adlı fantastik romanımın baş kişisi Gi-po, yani içimizdeki gizli polis. Gi-po biz ondan korktuğumuz oranda büyüyüp şişen, aldırmadığımız oranda da küçülen iğrenç bir yaratık. Bu kitap mizah ögeleri çok yoğun olan ütopik bir roman. Romanımın kahramanları Gi-po’nun saltanatına son vererek bir devrim yaratıyorlar. Baskıcı ve otoriter toplumu simgeleyen okul sistemini alabora ederek demokratik bir okul sistemi oluşturuyorlar. Bir arkadaşım Gezi olaylarından önce kaleme aldığım bu romanın Gezi’ye gönderme yaptığını söylemişti. Öyle düşünmemiştim ama insan yazma ve yaşamı bir bütün olarak görüyorsa, yaşadıklarından ister istemez etkileniyor. Gi-po’suz bir yaşam nasıl olurdu? Kurmaca dünya, hayal kurmamızı, ütopyalar yaratmamızı sağlıyor. Ama gerçek yaşam öyle değil, bizler Gi-po’lu yaşama yavaş yavaş ayak uydururken onun bizi nasıl ele geçirdiğini fark bile etmiyoruz.
Son on beş yıldır toplumsal cinsiyet konusunda odaklaştım. Yaşadığımız ataerkil ve seksist toplumun mekanizmalarını anlamak ve anlatmak istiyorum. Bunun için de kadın konusunu şimdiye değin farklı türlerde, deneme, araştırma, imece kitap, belgesel roman, röportaj, tiyatro, diji tiyatro ele aldım. Başladığım her projenin sorunların derinine inmemi sağlayarak beni bir adım daha ileri götürdüğünü söyleyebilirim.
Duygu Asena roman ödülü alan Haneye Tecavüz adlı belgesel romanımda farklı toplumsal kesimlerden gelen ve yaşamları birbirleriyle kesişen yedi kadını anlatıyorum. Daha doğrusu kadınlar kendilerini anlatıyorlar. Kadın ve şiddet izleği çerçevesinde yaşadıkları şiddetin izlerini buluyoruz öykülerinde. Birbirlerini dinlemek ve anlatmak onlara güç veriyor. Bu romandaki karakterler üzerinde çalışırken içlerinden birinin öyküsünü yazmakta çok zorlandım. Şiddet döngüsünden bir türlü kurtulamayan bu kadın, kadın araştırmaları üstüne çalışıyor, feminist, üniversitede herkes tarafından çok sevilip sayılan başarılı bir hoca. Ama aile içi şiddetten bir türlü kurtulamıyor. Böylesine bilinçli bir kadın nasıl böyle bir tuzağa düşebiliyor? Yazma sürecinde, onun ruhuna girdiğimde bunun nasıl olabileceğini yavaş yavaş anlamaya başladım. O zaman dışarıdan bakıp yargılamanın da ne kadar yanlış olduğunun bilincine vardım. Kısaca kendi roman kahramanım bana yepyeni bir şey öğretti. Şimdi çok daha temkinli davranıyorum insanları yargılama konusunda. Romandaki kadınların ortak yanı etkin ve güçlü olmaları, çok şey yaşamışlar ama çok şeyi de aşabilmişler. Acaba bizler de bir gün bunu başarabilecek miyiz?
Korona döneminde bu öyküleri Yedi Kadın, Anlatılamayan Öyküler adıyla diji tiyatroya (tiyatro ile video art karışımı melez bir alan) uyarladım. Belgeselci arkadaşım Deniz Şengenç’le birlikte aylarca birbirinden değerli oyuncularla çalıştık. Bu çalışma hepimize yepyeni bir enerji getirdi, çünkü insanların eve kapanarak yalnızlaştıkları bir dönemde tam bir kadın dayanışmasıydı.
Tiyatro oyunu yazmak çok heyecan verici. Çünkü yazdığınız bir oyunun farklı yorumlar ve oyuncularla yepyeni bir yaşam kazandığını, izleyicinin de oyunu farklı biçimlerde alımladığını görüyoruz. Bunu bir kadının kimlik arayışını anlattığım Lena, Leyla ve Diğerleri oyunumda çok yoğun yaşadım. Oyun konusu gereği kendi toplumumuzdaki muhafazakar yaşamla modern yaşam arasındaki kutuplaşmayı toplumsal cinsiyet açısından ele aldığı için çok tuttu. Türkiye’de üç farklı yorum ve oyuncuyla sahnelendi, altı yıldır yaşamını sürdürüyor sahnelerde Ben de yurt içi ve dışı turnelerde sözgelimi Diyarbakır’da, Antep’te, Kiev’de ya da Köln’de oyunun farklı yorumlarını izlerken “Lena’nın öyküsü benim öyküm”, “Ben Lena’yım” diyen o kadar çok kadınla karşılaştım ki. Bir şey yaratıyorsunuz, oyuncu ona can veriyor, izleyici de yazarın yarattığı, oyuncunun canlandırdığı karakterde kendini buluyor. İşte tiyatronun büyüleyici yanı. Müthiş bir şey bu.
Çok sevdiğim bir alan da mizah ve taşlama. Özellikle çocuklar için yazdığım kitaplarda mizah hep var. Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika diye çocuklarla büyüklerin ilişkisini anlatan nefis bir mektup romanı vardır. Ben de e posta roman olarak onun devamını yazdım: Şimdiki Çocuklar Hala Harika. Aziz Nesin’in döneminden bu yana birçok şey hem değişti hem de değişmedi. Sözgelimi teknoloji alanında büyük bir atılım oldu, internet dünyamıza girdi ama çocuklar üstünde baskılar kuran otoriter zihniyet hiç değişmedi. Romanda çocukların bakışıyla doksanlı yılların çocukluğunu anlatıyorum. Bugün yazsaydım çok daha farklı bir roman olurdu.
Mizah nedense çoğunlukla erkeklerin tekelindedir, günlük yaşamda erkekler espri yapar kadınlar da güler. Edebiyatta da büyük mizah ve taşlama ustaları çoğunlukla erkeklerdir. Çünkü mizah yapan etkin konumdadır, kendini hiçbir zaman kurban gibi hissetmez. Kısaca yaşamın üstesinden gelmenin bir yoludur. Ben bir süredir ataerkil dünyayı sorgulayan, gülünç, absürt yanlarını keşfetmeye çalışan feminist bir mizah anlayışının izini sürüyorum.2016 darbe girişiminden sonra yaşadıklarımızla hesaplaşmak için Memleketimden Kadın Manzaraları adlı belgesel taşlama bir oyun yazdım. Belgesel çünkü bire bir yaşanmış olaylarla kara mizah yoluyla hesaplaşıyor. Mizahın insanı rahatlatıcı bir yanı var, nefes alabileceğimiz korunaklı bir alan oluşturuyor. Ama bu oyun Devlet Tiyatrosu’nda kuruldan geçtiği halde henüz sahnelenmedi. Sanırım özellikle taşlama türü bugün insanları çok korkutuyor. Taşlamada yan tutuyorsunuz çünkü. Okuyucu da işbirliği yaparak buna katılıyor. Yani aşırı sorgulayıcı ve eleştirel bir yaklaşım söz konusu ki bu sistemin taşıyıcılarının hiç de işine gelmiyor. Bilmiyorum belki de taşlamanın sivri dişleri korkutuyor insanları.