Zehra İpşiroğlu’nun E Yayınları tarafından yayınlanan “Televizyon Dizi Pusulası – Dizi Eleştirisinin Temelleri” adlı kitabının varlığından yakın zaman önce haberim oldu. Çok geç kaldığım söylenemez: Kitabın birinci basımı Ocak 2019’da yapılmış. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyecek olursam, bir şekilde hayatında dizi filmlere yer veren herkesin bu kitabı edinmesinde ve okumasında fayda var. Dar bir akademisyen ve sanat çevresinde okunsun diye değil, genel seyirci kitlesi içinde eleştirel bakış açısının geliştirilmesine katkı sunsun diye yazılmış.
“Televizyon Dizi Pusulası” (TDP) Türkçe literatürde öncü bir çalışma özelliğine sahip: Dizi film eleştirisi alanında gelişkin ve zengin sayılabilecek bir literatür var, bir de bu kitap var diyebilmek mümkün değil. Bu konuda yazar şöyle bir tespit yapmış: “Yıllar sonra hızlı bir patlama halinde ortaya çıkan Türk dizileri Amerikan dizileriyle yarışacak konuma geldiklerinde bu alanda bizde yapılan araştırmaları incelemeye başladım. Ancak o zaman dizi incelemesi ve eleştirisinde ne büyük bir boşluk olduğunun bilincine vardım.”
Boşluğun doldurulmasına dönük direncin yazarın kurucu roller üstlendiği akademik tiyatro kurumlarında bile oluşması, sanıyorum tiyatro dünyası ile dizi film dünyası arasında iç içe geçen ilişkinin ıskalanması ve gecikmeli olarak (1990’lardan başlayarak) Batı’dan ithal edilen postmodernist söylemlerin tiyatro bölümlerini de etkisi altına almasıyla ilgili bir mesele. Kültürel-politik olarak halk aydınlanması anlayışının zayıflaması, buna bağlı olarak anlaşılmaz bir terminoloji ve söylem üretiminin “teori” olarak sunumunun yapılması, hatta sözde-bilim (pseudo-science) imalatının meşrulaşması, kapitalizmin neoliberal evresinin bildik görünümleri arasındadır.
Popüler kültürün devasa bir bileşeni olarak dizi film dünyasının bilimsel eleştirinin ciddiye alınan bir konusu olup olmamasında, entelektüellerin halk içinde ve onun bir parçası olarak konumlanırken kendilerine atfettikleri sorumluluk ve sınıfsal özlemlerin nasıl şekillendiği belirleyicidir. Bu anlamda TDP, halk aydınlanması yönelimli, seyirci kitlelerinde eleştirel bakış açısının geliştirilmesini savunan ve entelektüel sorumluluk üstlenme çağrısı yapan bir çalışma.
Yayınlandığı tarih itibariyle TDP’nin bazı avantajları var: Batı’da neoliberalizmin toplumları faşizmin eşiğine taşıması, postmodernizmin kışkırttığı nihilizan eğleşme kültürünün ve entelektüel sorumsuzluğun daha fazla sorgulanması, belirsizlikler içerse de Aydınlanma hareketini ve sosyal liberalizmi canlandırma girişimlerini daha değerli hale getirdi. Dönemsel olarak, kapitalizmi tasfiye etmenin değil de, terbiye etmenin yollarını aramak ana akım olma eğiliminde. Kapitalizmin tasfiyesi, daha çok gelecek adına avant-garde ve kurucu pozisyon almak için çaba gösteren, B planı yapmaya çalışan çevrelerin gündeminde.
Türkiye Batı’daki gelişmelerden kopuk bir ülke değil, ama durum daha farklı: Faşizm eşiği geçilmiş durumda ve kültürel düzeyde aydınlanma krizi çok şiddetli yaşanıyor. Türk-İslam ideolojisinin saldırganlığı karşısında, Aydınlanma dinamizmi zaten zayıflamış seküler kültür dünyası hazırlıksız yakalandı. Bir yandan baskıyı göğüslemeye çalışır ve yıkımdan en az hasarla çıkmaya çalışırken, diğer yandan hazırlıksız yakalanmanın bedelini ödüyor. Köklü ve toplumsal açılıma sahip değişim programları oluşturmak bir yana, sosyal liberal eğilimli bir mutabakatın inşasında bile zorlanma yaşanıyor. Bir süreliğine rahat nefes almak, en azından kötünün iyisine dönebilmek, sonra kartların nasıl yeniden dağıtılacağına bakmak öncelikli görünüyor. Dolayısıyla Türkiye şartlarında TDP bir adım önde: Ana hatlarıyla incelendiğinde, bir an önce belayı savuşturmanın ötesinde, bugünden başlayarak kurucu ve sosyal liberal bir kültürün inşasını savunuyor.
TDP’nin içine doğduğu dönemden kısaca söz ettikten sonra, kitabı benim için bazı bakımlardan zorlu hale getiren bir noktayı belirtmek istiyorum: TDP’de referans verilen dizi filmlerin hiçbirini izlemedim. Genel olarak dizi film dünyasından değil ama Türk dizi film dünyasından neredeyse tamamen kopuk yaşıyorum. Öncelik vererek ve düzenli seyrettiğim diziler daha çok bilim-kurgu ve fantezi sınıfına giriyor. Bu, uzun süre gamer (bilgisayar oyun) dünyasında vakit geçirmiş olmamla da ilgili. Türk dizi filmlerine, ancak gündem yaratıp tartışıldığında bakıyorum. Bu durumda dahi, bir iki bölüm seyretmenin ötesine geçmiyorum. Mesela son olarak “Bir Başkadır” üzerine yapılan tartışmaları izlerken, konuya çok yabancı kalmamak için dizinin ilk bölümünü seyretmiştim.
Bununla birlikte, seyirci tercihinden bağımsız olarak, özellikle drama eleştirmeni kimliğiyle ve popüler kültürü içerecek şekilde söylem üretenlerin Türk dizilerini dikkate alması, önem vermesi gerektiğini kabul ediyorum. Dizi film sektörü ile tiyatro sektörü arasındaki kesişmelere bakarken, sektörel kesişmenin ötesinde seyircinin dizi filmlerin akışını yönlendirme konusunda epeyce iştahlı olabildiğini fark etmek zor değildir. TDP’de belirtildiği gibi, dizi filmlerin work in the progress (Türkçe mealiyle “kervan yolda düzülür”) mantığıyla üretilmesi, seyircinin ilerleme sürecinde yapıtı etkilemesine imkân sağlar. Bir tiyatro oyunu, seyircilerden gelen eleştirilere göre bir sonraki sergilenişinde değiştirilebilir; bir dizi film ise, seyircilerden gelen eleştirilere göre, önceki bölümler yeniden çekilmese de sonraki bölümleri kapsayacak şekilde değiştirilebilir.
Dizi filmlere seyirci müdahalesinin uç noktada görünebilecek bir örneği, “Game of Thrones” (“Taht Oyunları”) dizisinin son sezonunda büyük bir hayal kırıklığının meydana gelmesi sonrasında yaşanmıştı. Son sezonun yeniden çekilmesini talep eden bir imza kampanyası açıldı ve çok kısa zamanda bir milyonu aşan imza verildi. Talep kabul görmeyince, sosyal medyada kitlesel olarak daha da büyüyen bir protesto hareketi meydana geldi. Böylece, ünlü “Winter is coming” (“Kışın bastırması yakın”) mottosuyla küresel bir ilgi odağı haline gelen dizi, “Ne oldum demeyeceksin …” özdeyişine uygun olarak, seyirci nezdinde epik bir başarısızlığa imza atmış oldu.
TDP’de seyircilerin dizi filmlerle nasıl bir ilişki kurduğu, alımlama (reception) teorisinden hareketle değerlendirilmiş. Alımlama teorisi, seyircinin bir dizi filmi anlamlandırma sürecinde o dizi filmin seyircinin zihnine doğrudan nüfuz edemeyeceğini, zihindeki bir boşluğu doldurmadığını, anlamın dizi filmle etkileşim içine giren zihnin kabullerinden bağımsız şekillenmediğini varsayacaktır. Dolayısıyla, bir dizi filmi seyrederken seyircinin eleştirel donanımı da devreye girecektir. Örneğin, bir dizi filmde meydana gelen tutarsızlıklara verilen tepki seyirciden seyirciye değişebilir. Bazıları geçiştirme, bazıları mazur görme, bazıları sert eleştiriler geliştirme eğiliminde olabilir. Bir ara epeyce ses getiren “Bir Başkadır” dizisi ile ilgili değerlendirmelere baktığımda, tüm bu eğilimlerin çeşitli eleştiri yazıları aracılığıyla ifade edildiğini gözlemlemiştim. IMDB puanı (8,6) ise epeyce yüksekti; belli ki puan veren kitle ağırlıklı olarak ilk iki eğilime sahip seyircilerden oluşuyordu.
Akademik dünyada alımlama teorisi ile ilişkili çalışmalar bilimsel olarak ne kadar verimli, hiç kuşkusuz tartışılabilir. Bu felsefi bir tartışmanın konusu ve kitabın “Dizi Alımlaması” bölümü de bu tartışmaya dâhil edilebilir. Kitabın asıl amacı, alımlama teorisi için deneysel kanıtlar oluşturmaktan ziyade alımlayıcı için bilimsel çıkış noktalarına sahip eleştiri ölçüleri ve stratejisi önermek.
Benzer bir durum, kitabın “Dizilerde Toplumsal Cinsiyet” bölümü için de geçerli. “Toplumsal cinsiyet”, “gender”ın Türkçe karşılığı olarak kullanılan bir terim. Biyolojik cinsiyet ile toplumsal rol temelli cinsiyet arasında ayrım yapılmasını sağlamak üzere dolaşıma sokulmuş. Feminist hareketin etkisiyle, 1990’lardan itibaren akademik alanda kendine yer açmaya başlayan toplumsal cinsiyet araştırmalarının (gender studies) sonuçlarını eleştirel donanımın bir parçası haline getirmek, doğal olarak erkek egemenliğini yücelten ataerkil ideolojinin bir dizi film aracılığıyla alımlayıcıyı etkileme gücünü zayıflatacak, sorgulanmasına neden olacaktır. Kitapta daha geniş bir şekilde üzerinde durulan konu bu.
Kitap üzerine ayrıca açılması gereken son bir not olarak şunu da eklemek isterim:
Dizi filmlere dönük eleştiri ölçüleri ve stratejisi geliştirirken, aslında çok kapsamlı bir konu ile karşı karşıyayız. Kitabı okurken aklıma Edward S. Herman ve Noam Chomsky’nin yazdığı “Manufacturing Consent” (“Rızanın İmalatı”) adlı eser geldi. Dizi filmler daha geniş bir propaganda aygıtının bileşen bir bölgesinde ve onun hizmetinde üretilir ve yayınlanırlar. Dizi filmlerde nasıl bir dramatizasyona gidildiği, basitçe seyirci ile dizi film arasında meydana gelen bir etkileşimden hareketle çözümlenebilecek bir mesele değildir. Kurumsal süzgeçler ve seyircilerin içinde yer aldığı toplumsal ağlarda olup bitenler etkili bir şekilde devrededir. Dizi film kültürü alanında eleştirel donanım ve bakış açısının geliştirilmesi için yazılan TDP de bu karmaşık toplumsal denklem içinde yer alır. Aynı şey, halk aydınlanması yönelimli olduğu için kitabın okunmasını, tartışılmasını savunan bu yazı için de geçerlidir.