Sevgili arkadaşım Berin Uyar’la Korona öncesi başlayan Korona döneminde de süren yaklaşık iki yıllık mektuplaşmamız Yola Çıkarken Evde Kalmak adıyla kitaplaştırıldı.
Göçmen kuşlar
Berin ile ortak yanlarımız çok. İkimiz de aynı kuşaktan göçmen kuşlarız, ikimiz de yazmayı, gözlemlemeyi, düşünmeyi, konuşmayı, dinlemeyi, gülmeyi, sanatı, doğayı ve yolculuğu seviyoruz. On yıllardır farklı kentlerde ve coğrafyalarda geçiyor yaşamımız: İstanbul, Köln, Essen ve zaman zaman yaşamımıza giren başka kentler…
Korona, hareketliliğimizi birden kısıtlayınca can simidi gibi sarıldık mektuplarımıza. Oysa bu projeye bir blok kurarak 2019’un yaz aylarında umut dolu bir dönemde başlamıştık. Dünyadan habersizdik o günlerde. Dertler, sorunlar, kaygılar gerçi hiç bitmiyordu ama Korona kabusu gibi bir şeyi yaşayacağımızı da akla hayale bile getirmiyorduk. Berin bu süreci şöyle dile getiriyor: “Bazen gelişigüzel anlatırken, bazen bir oyun, bir film, bir resim, bir kitap veya karikatürü tartışırken bazen dünyayı kurtarmaya çalışırken; bazen rüya veya hayallerimizi paylaşırken…buluyoruz kendimizi.”
Mektuplaşma süresince fark ettik ki paylaştıklarımız özel olanın çok ötesinde hepimizin ortak sorunları. Kurduğumuz bloka gelen geri dönüşler de bunu kanıtlıyordu. O zaman mektuplarımızı kitaplaştırma düşüncesi yavaş yavaş zihnimizde yeşermeye başladı. Kitap aşamasına gelince de yazdıklarımızı daha da somutlaştırmaya ve derinleştirmeye çalıştık.
Mektuplaşma üzerine
Mektup türünün de tıpkı günlük tutma gibi belgesel bir yanı var. Acı ve tatlı yaşantılarıyla bir dönemi belgeliyor. Nitekim ben mektup yazmayı sevdiğim gibi başka yazarların da mektuplarını okumayı çok severim. Sözgelimi babam Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun sevgili dostu Ahmet Hamdi Tanpınar’ın mektuplarını okuduğumda çok etkilenmiştim. Mektuplarda çocukluğumun bana pek yüz vermeyen Kırtıpil Amcası gitmiş yerine çok ince, çok duyarlı ve çok hüzünlü biri gelmişti sanki. Ya da çok sevdiğim Norveçli yazar Henrik İbsen’in mektuplarını okuduğumda 19 yüzyıl Avrupası’ndaki kültür yaşamındaki gözlemleri, yaşantıları, yayınevleriyle, tiyatrolarla ilişkileri bana aradaki büyük zaman farkına rağmen öyle yakın gelmişti ki. Sanki Henrik İbsen benim kapı komşummuş da, akşamları karşılıklı kadehlerimizi doldurup birbirimizle dertleşiyormuşuz gibi bir duygu. İnanmayacaksınız ama mektuplarını okurken yeni bir arkadaş edindiğimi düşündüm.
Özel mektuplar
Mektup türünü ikiye ayırabiliriz. Yazarlar yaşarken ya da öldükten sonra yayınlanan özel mektuplar ki Hamdi Tanpınar’ın ve Henrik İbsen’in de mektupları bu kategoriye giriyordu ya da bizim mektuplarımız gibi baştan özel olanın sınırlarını kıran açık mektuplar.
Özel mektupların tuhaf bir yanı var, sanki bir sırrı keşfedecekmişsiniz gibi okuyorsunuz. Belki de bu nedenle annem ölmeden önce bütün mektuplarını yok etti. Ondan sonra hiç kimsenin onun izini sürmemesini istiyordu. Kendisi gittiği anda onunla ilgili her şey de kayıplara karışmalıydı. Ben çok gençken gizlice babamın anneme yazdığı sevgi dolu mektubu okumuş ve çok etkilenmiştim. Babamı baba olmanın dışında başka bir gözle okumak çok değişik, aynı zamanda çok değerli bir duyguydu. Ama bunu anneme söylediğimde annemin çok kızdığını hatırlıyorum. Nitekim Hamdi Tanpınar’ın mektupları da çıktığında da hiç de hoşnut olmadı. Oysa mektuplarda rahatsız edici bir şey yoktu. Özel olanın özelde kalmasını isteyeceğimiz durumlar elbette olabilir, bundan doğal ne olabilir? Ama bunu annemin yaptığı gibi genelleştirmeyi pek anlayamıyorum.
Açık mektuplar
Açık mektuplar ise çok farklı, çünkü yazıldığı andan itibaren okuyucuyu da göz önüne alıyor. Açık mektupların hoş yanı bizim de bloğumuzda yaptığımız gibi okuyucuyu da sohbetimize dahil etmesi. Bunun yazma ve okuma etkinliğinin sosyal medyada sadece beğendim/beğenmedimlere indirgendiği, iletişimin daha çok görsel malzemeyle yürüdüğü selfie döneminde özellikle çok değerli olduğunu düşünüyorum. Konuşma, kendimizi ifade etme, birbirimizi can kulağıyla dinleme, birbirimizle konuşma yetilerimizin günden güne eridiği bir dönemin içindeyiz. Böylesine kısır bir ortamda mektuplaşma ya da bizim yaptığımız gibi eposta ile diyalog kurma özellikle önem kazanıyor.
Anı yakalama
Bu kitaptaki mektuplaşmamızda dertleşmenin ötesinde yaşadığımız güzel, anlamlı ve değerli anları da yakalamaya çalışıyoruz. Buna gözlemlerimiz, yaşantılarımız girebileceği gibi bizi etkileyen bir olay ya da okuduğumuz bir kitap, izlediğimiz bir film ve tiyatro da giriveriyor. Zamanın hızlı akışı içinde bir şeyleri yakaladığımız anda zamanı durduruyormuşuz gibi bir duygu oluşuyor. Bu da mektup yazmanın belki de en keyifli yanı. En azından benim açımdan öyle.
Açılan kapıların ardında kimler ve neler var?
Mektuplarımızda ortak dostlar, tanıdıklar da yer alıyor. Türkan Saylan, Genco Erkal, Haldun Taner, Fakir Baykurt, Latife Tekin, Behiç Ak, Aydın Engin, Oya Baydar, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Kazım ve Nezahat Gündoğan, Gönül Şen gibi. Bu değerli insanları mektuplarımıza konuk etmenin anlamı bambaşka.
Şu bir gerçek ki mektuplaşma sürecinde sanki bir kapı diğerini açıyor, belleğin derinliklerinde gizlenen insanlar, olaylar, öyküler yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Böylece tıpkı bir yap boz oyunu gibi farklı zaman ve mekanlardaki yaşantılar bir araya geliyor, geçmiş ve bugünü bütünleştirerek ortak bir bellek oluşturuyor. Mektupların yazarları için heyecan verici bir yazma oyunu bu.
Yazma oyunumuza katılmanız dileği ile Yapboz oyunumuza kendi yaşantılarıyla katılmak isteyen okuyucuyu hayal ediyorum. Zihninde bu oyunu daha da geliştirerek tamamlayacak olan yaratıcı okuyucuyu…
“Küçük bir umut ağacı düşünün” diyor Berin. “Dalları zaman içinde giderek büyüyor, çoğalıyor… Bizim umut ağacımız… Kim bilir belki de bizim olmadığımız bir çağda bu ağacın dallarına tırmananlar ya da gölgesine sığınanlar da olabilir… Hayallerin sınırı var mı? Umut ağacımızı sevgiyle, umutla yeşertmek, büyütmek istiyoruz”.