(İlk tiyatro oyunu çevirmenlerimizden anneannem Seniha Bedri Göknil’in anısına)
Küçük bir kız tanıyorum. Arada bir karşıma çıkıp beni güldürüyor ya da hüzünlendiriyor. “Mavi Eşek” anı-romanımı o olmasa dünyada yazamazdım. Geçenlerde yine karşına çıkınca onu kimi çok sevdiğini sordum ona.
“Anneannem” dedi.
“Anneannemiz mi? Benim anneannem mi?”
“Hayır benim” dedi.
İşte o an kararımı verdim, bir mektup yazacaktım ikimizin de anneannesine …Z’nin (yani küçük Zehra’nın) ve benim anneanneme.
Canım anneannem,
yarım yüzyıl geçmiş sen gideli, oysa son zamanlarda sık sık seni rüyalarımda görüyorum. Nedenini bilsen gülersin bana. Yetenekli bir tiyatro ve film oyuncusu var adı Vahide Perçin. Yeni çıkan TV Dizi Pusulası, Dizi Eleştirisinin Temelleri kitabım üzerinde çalışırken oyunculuğuyla dikkatimi çekti. Sonra hep onun oynadığı dizileri izlemeye başladım. Sadece iyi bir oyuncu olduğu için değil, sana benzediği için. Onda bana seni hatırlatan bir şey var. Sakin, huzurlu hali, insanın içini aydınlatan ışıklı gülümsemesi olabilir mi acaba?
Ama senin yüzün çok hareketli ve değişkendi. Annem senin kadar çok mimik yapan birini tanımadığını söylerdi. Z senin yüzündeki her ifadeyi, her çizgiyi çok severdi. Gözlerinle, kaşlarınla, kollarınla, ellerinle konuşmanı severdi, heyecanlı halini severdi. Üstelik de tam bir büyücüydün sen. Öyle bir özelliğin vardı ki kiminle konuşursan onun yaşımdaymış gibi olurdun. Yaşıtlarınla konuşurken yaşlanırdın, o kadar ki yüzündeki kırışıklıklar belirginleşir, annem ve babamla konuştuğunda gençleşir, Z’ile konuştuğunda ise çocuk gibi olurdun. Ama kiminle konuşursan konuş yüzün canlılık ve yaşam doluydu. Belki de Vahide Perçin’de seni bana hatırlatan da buydu, yani yüzündeki o ışık, öfkelendiğin zaman da bile çevreye saçtığın ışık…Sanki içinde bir güneş vardı…
***
Sen ve Z süper bir ekiptiniz. Saatlerce oynanan oyunlar, anlatılan masallar…Büyükada’daki evimizdeki tıka basa oyuncaklarla ve dünyanın çeşitli yerlerinden getirdiğin bin bir çeşit ıvır zıvırla doldurduğun o sihirli dolap. Z sana her geldiğinde dolabın içindekiler ortaya dökülür saçılırdı. Kıvırcık saçlı mavi gözlü simsiyah bir bebek, küçük bir ayı, anahtarla kurunca hopla hoplaya yürüyen bir tavşan, çeşit çeşit boyama kitapları, suya batırınca suluboyaya dönen boya kalemleri, gökkuşağı renginde bir çocuk şemsiyesi, içini renk renk boyalı sularla doldurduğumuz minicik parfüm şişeleri, kokulu kurşun kalemler ve silgiler, resimli kitaplar, şemsiye biçimi çikolatalar, mis kokulu sabunlar, kolonya, benim için biriktirip sakladığın renk renk yaldızlı kağıtlar, suya atınca içinden çiçekler çıkan kesme şekerleri, cep feneri, yaldızlı şeker paketleri, sahilden topladığın renk renk midyeler, kağıt bebekler, saydam cam renkli bilyeler, çok değerli porselen bir bebek evi takımı, bebek elbiseleri için renkli kumaş parçaları daha neler neler vardı bu dolabın içinde…Akşam olup da Z’nin uykusu geldiğinde dolabı kaparken içinden Z’nin hoşuna giden bir şeyi seçmesine izin verirdin. Bu dolap da tıpkı senin gibi büyülüydü. Çünkü her açıldığında Z’yi şaşkına çeviren yeni yeni sürprizlerle doluydu. Öylesine hayat dolu, değişken ve renkliydin ki seninle sıkılmak hiç mümkün değildi anneciğim.Annem Z’yi şımarttığın için sana kızardı ama şimdi düşünüyordum da haklı olan sen’din. Annem ve babam beni ellili yıllara özgü otoriter bir disiplin anlayışıyla yetiştirirken sen tasasızca çocukla çocuk oluyordun. Z ile birlikteyken dünya umurunda değildi sanki.
Anneanne Z için kurtarılmış bölge demekti, özgürlük demekti, oyun ve eğlence demekti, evde yasak olan her tür abur cuburun atıştırılması demekti, vejetaryen olan annesiyle babasının yeşil dünyasının sınırlarını kırıp çıtır çıtır tavuk ya da sucuklu göz yumurta yemek demekti. Güler yüzlülük ve neşe demekti. Kuralların, yasakların, cezaların, korkuların dolabın en kuytu çekmesine sımsıkı kilitlenip hiç ama hiçbir zaman ortaya çıkarılmaması demekti. Geceleyin uykuya yatınca Z’yi rahat bırakmayan kötü cinlerin de bir anda yok olması demekti. Çünkü bu karanlığı seven yaratıkların kapı aralığından sızan ışıktan ödleri kopardı. Sırlarını hep seninle paylaşırdı Z, o süslü paket oyununu da bir tek sana anlatmıştı. Sen de onunla birlik olmuş süslü kağıtlar, renkli kurdelelerle dünyanın en şık paketini hazırlamıştın ona. Z arkadaşları Halil ve Osman’la birlikte paketin içine çer çöp doldurulup sokağın ortasına bırakıyor, sonra bahçe çitlerinin arkasına gizlenerek paketi alacak kurbanını bekliyordu büyük bir heyecanla. Paketi alan açınca kimbilir ne büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı? Düşüncesi bile öyle komikti ki. Birlikte kahhalarla gülüyordunuz, çünkü sen Z’nin hem sırdaşı hem de oyun arkadaşıydın.
Geçenlerde bit pazarını gezerken seni ne kadar çok düşündüğümü biliyor musun anneanne? Ivır zıvıra inanılmaz merakın, eğlenceli komik bir şeyi keşfetme heyecanın, dolabında çocuklara vermek üzere topladığın hediyeler, şekerler ya da hoşuna gittiği için aldığın türlü ıvır zıvır, uydurduğun masallar ve öyküler….Bütün bunlar bende de fazlasıyla yok mu? Sana çekmiş olabilir miyim? Oysa bugünün tüketim dünyası çocuklarını böyle ıvır zıvırlarla mutlu etmek mümkün mü hiç? Seninle benim aramdakı kuşak farkı bugünün küçükleri ile benim aramdaki kuşak farkından çok daha az, öyle değil mi?
Z bana “Sen ondan çok farklısın” diyor. Doğru tabii, Z’nin anneannesi alacalı bulacalı kazaklar ve bluçin pantolonla gezmiyor, boynuna renk renk atkılar, şallar dolamıyor, bilezikler, yüzükler takmıyor, spor ayakkabı ve sırt çantasıyla dolaşmıyor, diz üstü bilgisayar ve cep telefonu kullanmıyor, yaz günleri gözlükle denizin dibine dalıp balıkları seyretmiyor, uzun yürüyüşlere çıkmıyor, bisiklete binmiyor, arkadaşlarıyla rakı ve balık keyfi yapmıyor.
Senin arkaya doğru tarayarak topuz yaptığı gümüş beyaz saçları, beyaz ceketi siyah eteği ile çok sade bir güzelliğin vardı tıpkı Vahide Perçin’in oynadığı dizilerdeki biraz modası geçmiş anneanneler gibi. Fotoğraflarına bakıyorum. Fotoğraflarda nedense hep asık, donuk, kimi kez hüzünlü bir ifade var yüzünde, bizim hayat dolu anneannemize hiç de benzemiyor. Sonra seni rüzgârdan dağılmış saçlarını, sırt çantası ve blucin pantolonunla gözümün önüne getirmeye çalışıyorum. Ama işte bu mümkün değil.
Ama ya senin çocuksuluğun, canlılığın, hayat doluluğun ya içindeki güneş? Bütün bunlardan ben de payımı çokça almadım mı?
***
Z durmadan yeni yeni öyküler ve masallar uydurduğu için onun bir gün yazar olacağını söylüyorsun. Babamsa ressam. Ama babam senin söylediğinin hep tersini söyler. Z kararsız öyle de olabilir böyle de. Çizmeyi de seviyor yazmayı da…
“Gördün mü, yine haklı çıkan anneannem oldu” diyorum Z’ye.
Z’nin gittiği ilk tiyatro oyunu Çöl Faresi. Tiyatrolarımızda çokça tutan bu oyunu Türkçeye sen çevirmiştin. Kenter Tiyatrosu’nda oyunun galasına gittiniz Z ile. . Başrollerde Yıldız ve Müşfik Kenter oynuyorlar. Oyun hem çok eğlenceli hem de hüzünlü.Z de hem gülüyor hem ağlıyor.
Kahverengi kürk mantonla ne kadar güzeldin anneanneceğim. Herkes seninle selamlaşıyor, seni kutluyordu. Tabii Z’nin de elini sıkıyorlardı. “Ne güzel bir torununuz var Seniha hanımefendi” dedikce Z sanki kendisini kutluyorlarmış gibi bir havalara giriyordu. İnsanın böyle bir anneannesi olması ne güzel!
Çöl Faresi yaşantımdan tam yarım yüzyıl sonra kendi yazdığım Hayal Satıcısı oyunumun Kenter’de galası yapıldığında, ben de oyun sonrası kendimi tiyatrocularla birlikte sahnede bulduğumda gözyaşlarımı tutmaya çalışıyorum canım anneanneceğim Çünkü işte o an gönlümde sen varsın, sadece sen…
Z çok küçükken çevirdiğin oyunları ona masal gibi nasıl da güzel anlatırdın, hem de öyle kuru kuru değil oynayarak anlatırdın. En sevdiğimiz oyun Henrik İbsen’in Peer Gynt’ü. Sen anlatırken kah deli dolu Peer olur, kah serseri oğluna çok kızan yaşlı annesi olur, kah Peer’in güzler güzeli sevgilisi Solveig olurdun. Öyle eğlenirdik ki.
Yıllar sonra İş Bankası klasik oyunlar dizisini çıkarırken Peer Gynt’ü yayınlamak istediğinde ne kadar sevinmiştim. Ama oyunu yeniden ele almam ve dilini yenilemem gerekiyordu.İnan ki çok ama çok zor bir işti bu. Gerçi Muhsin Ertuğrul’un isteği doğrultunda sahne dilini düşünerek çok serbest bir çeviri, bir tür uyarlama yapmıştın ama yine de oyun bugün anlayamadığımız sözcükler ve cümlelerle dolup taşıyordu. Zorlandım gerçekten kendim bir oyun çevirdiğimde bu kadar zorlandığımı anımsamıyorum. Ama bu bizim ortak çevirimiz olacaktı. Bunu sana borçlu olduğunu düşündüm. Anneannecim biliyor musun sonunda harika bir çeviri oldu. Oyun yeniden sahnelendi, okuma tiyatrosu yapıldı. Kitabın yeni baskısı yapılacaktı ki, şimdi sıkı dur, çünkü çok olumsuz bir şey söyleyeceğim ama teyzemin İsviçreli torunları gereken bürokratik işlemleri yapmadığı, İş bankası yayınları da hiçbir şekilde esnek davranamadığı için kitabın yeniden çıkması engellendi. İşin ucunda doğru düzgün bir para yok ya şu kadar ilgilenmediler İsviçreli torunlar. Anneannenin çevirileri kimin umurunda. Aynı ailede uçurumlar yaşanıyor gördüğün gibi. Kusura bakma canını sıktım ama içimi dökmem gerekiyordu.
Şimdi Z ile okuma tiyatrosu yapıyorsunuz. Friedrich Schiller’in Haydutlar’ını okuyorsunuz. İki kardeşin öyküsü anlatılıyor bu oyunda. Z türlü kötülüklere maruz kalan dışlanan kardeş Haydut Karl rolünde. Sen ise ona yapmadığını bırakmayan kötü kalpli kardeşi Franz rolündesin. Bütün alavere dalavereyi Franz çeviriyor, gerçekten iğrenç biri.
“Yaşamda da öyledir” diyorsun.”Hemen anlamazsın kimin kim olduğunu. Kötü sandığın iyi çıkar ya da tersi. Yani hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir”.
Seninle birlikte rolden role girerek oyunları okumak çok eğlenceli. Çeviri yapmak da eğlenceli. Sonra Z bir gün Büyükada’da senin çalışma odandaki camlı kitap raflarında çevirdiğin bütün klasik oyunları keşfetti ve okumaya daldı. Goethe’nin Faust ve Stella oyunları, Schiller’den Don Carlos ve Haydutlar, İbsen’den, Shakespeare’den, Hauptmann’dan daha nice nice oyunlar…Dokuz yaşında bir çocuk bu oyunlardan ne anlar? Ama Z’ye okudukları yabancı gelmiyordu ki, sen daha çok küçükken bu oyunları ona masal gibi oynayarak anlatmamış mıydın? Hele Z için yaptığın o tek kişilik gösterilerin ne kadar güzeldi. Annem senin klasikleri çocuklar için uyarlamanı çok istemişti. Keşke bunu yapabilseydin. O zaman sadece bana değil nice çocuğa seslenmiş olurdun. Şimdilerde çocuklar için böyle kitaplar çıksa da tüketim dünyasının hayhuyu içinde pek göze çarpmıyor. Oysa o dönemde böyle bir projeyle dünyalar verebilirdin çocuklara.
Eskiden, Z çok küçükken çevirinin ne olduğunu bilmezdi. Hepsini senin uydurduğunu sanırdı. Büyükbabama göre çevirmenlik yazarlıktan da değerliydi. Yazarlıktan daha güçtü çünkü. Yazarken istediğin gibi uydurabilirmişsin ama çevirmenlik öyle değilmiş işte. Aslında Z uydurmayı çok seviyor, onun için yazarlığı çevirmenliğe tercih eder belki de. Tiyatro oyunculuğu da güzel ama sıkıcı bir yanı da olmalı, sahnede hep aynı şeyleri söylenmiyor mu?
“Öyle değil” diyorsun. “Sahneye çıkıp da robot gibi aynı şeyleri tekrarlamıyorsun ki, o rolü gerçekten yaşıyorsun”.
Sevgili dostun Muhsin Ertuğrul çok iyi bir oyuncuymuş. Hem sen hem annem ne çok anlatırdınız onu. Z onu sahnede hiç görmedi ki. Ama Muhsin Ertuğrul bizlere yemeğe ya da çaya geldiğinde dünyalar onun oluyordu. Çünkü Muhsin Bey Z’ye özel bir ilgi gösteriyordu. Hem çok içten hem de çok şakacıydı. Hangi çocuk bundan hoşlanmaz ki. Z Muhsin Bey’in güleç yüzünü, tiz sesini, onunla şakalaşıp sohbet etmesini çok seviyor. Çocukla birlikte çocuk olma yetisi sanırım Muhsin Beyde de çok vardı.
Oyunculuk, çevirmenlik bütün bunlar çok heyecan verici ama galiba en güzeli yazarlık.
***
Sen annemle babamın tersine dindardın, namaz kılar, oruç tutardın. Babama göre Allah yok sana göre vardı. Acaba hanginiz haklısınız? Bütün bu denizler, dağlar nasıl olmuş diye soruyorsun. Bunları yapan bir güç olmalı, müthiş bir güç. Z. denize bakıyor.Sular nasıl her yere dolmuş? Allah kova kova su mu taşımış? Meğer Allah hep bizimle konuşuyormuş da çevremizdeki gürültü patırdıdan onu duymaz olmuşuz.
Z geceleyin yattığında Allahın sesini duymaya çalışıyor ama tek duyduğu ahşap köşkteki tahta döşemelerin arasında cirit atan farelerin sesi. Ama sen ona Allahın her yerde Z’yi gördüğünü söylüyorsun . Yani nasıl, Allah tuvaletteyken de Z’yi görüyor mudur acaba? Birinin sürekli onu gözetlemesi hiç de hoş değil. Çok gülüyorsun bunlara. Allah her yerde varmış ama onu utandırmak ya da korkutmak için değil korumak için varmış. Öyleyse iyi tabii. Z’nin içi rahatlıyor.
Sonra senin medyum arkadaşların da vardı, öteki dünyayla bu dünya arasında bağlantı kuruyor, ruhlarla konuşuyorlardı. İlk askeri darbeden birkaç hafta önce evinde bir ruh çağırma toplantısı yapmıştın, tabii annem babam Z’nin de buna katıldığını duysalar kıyameti koparırlardı.Neyse küçücük fincanın içine bir sürü ruh geldi gitti…Kimi anlaşılmaz şeyler söyledi, yani harfleri bir araya getirdiğimizde hiçbir anlam çıkmıyordu. Her şey çok ama çok heyecan vericiydi. En sonunda bir mucize oldu Mustafa Kemal geldi. Herkes heyecandan birbirine girdi. Mustafa Kemal bizi çok zor günlerin beklediğini söyledi. Büyük bir patlama yaşayacakmışız. Ondan sonrası belli değilmiş. Tahmin edemeyeceğimiz derecede şaşırtıcı şeyler olacakmış.
Şu ruh çağırma hikayesi var ya bunun bizim bilinçaltımızı tetikleyen çok eğlenceli bir psikolojik oyun olduğunu söylersem bana kızmazsın değil mi anneanne? Parmaklarımızla fincana dokunduğumuz anda bir enerji oluşuyor, böylece fincan biz itmesek bile kendiliğinden harekete geçiyor. Ve kimin enerji daha yüksekse o medyum olarak fincanı oynatıyor. Daha geçenlerde arkadaşlarımla Halide Edip Adıvar’ın ruhunu çağırdık. Hem de onun çocukluğunun geçti Pembe Köşkte, şimdi benim tiyatrocu arkadaşım Tijen Savaşkan orada oturuyor. Halide Hanım bize bir sürü şey söyledi ama araya Fransızca sözcükler kattığı için bir çok şeyi anlayamadık. Bu işle dalga geçtiğimizi mi söylüyorsun? Belki, ama bana kızmayacağına eminim.
***
Büyük babam öldükten sonra Z anneannesinden biraz uzaklaştı. Senin aklın fikri Z’nin iki yaşındaki kardeşi Osman’daydı. Sabah akşam onunla oynuyor Z’ye yeteri ilgi gösteremiyordun. Ama biliyorsun Z kıskanç ruhlu değildi hem de hiç değil. Ayrıca seninle arkadaşlığı hala sürüyordu. Allah ve ruhlardan Çöl Faresine, Peer Gynt’ün çılgınlıklarından insanın evlenmeden nasıl çocuk doğurabileceğine kadar (heyecanla okuduğu Pardayanlar dizisinde hep böyle mucizevi olaylar oluyordu) her şeyi rahatlıkla konuşabiliyordu.
1960 darbesinde babam üniversiteden kapı dışarı edildikten sonra birkaç yıl Almanya’ya gittik. Bu dönemde sen de Mevlevi oldun. Mevlevilik sana yepyeni bir güç ve enerji verdi. Annem ve babamla arana bir uzaklık girdi. Annem seçtiğin bu yolu hiçbir zaman tasvip etmedi. Ben de başka bir dünyanın içindeydim, uzaklaştım senden.
Ancak üniversiteye başladıktan sonra yepyeni bir dostluk kuruldu seninle aramızda. Bizi bağlayan tiyatro ve edebiyata olan aşkımızdı. Konuşacağımız konular bitmiyordu. Ne çok şey biliyor, ne çok şey anlatıyordun, bir de sormadan, yargılamadan bütün içtenliğin ile ne güzel dinlemesini biliyordun.
Çocukluğuma ve ilk gençliğime veda ettiğim bir dönemde tam yirmi iki yaşındaydım sen gittiğinde. Bana çok yakın olan insanı yitirmenin acısını ilk kez yaşıyordum. Ama benim üzerimde bıraktığın derin izlerin daha farkında bile değildim.Biliyor musun anneanne ben ancak yaşlanıp da ellili yıllarımı geçtikten sonra senin Mevleliğini de başka bir gözle görmeye başladım. Reiki’yi (enerji aktarma ve şifa sanatı) yeni öğrenmiştim, harıl harıl Uzak Doğu Felsefesi okuyordum, Eckarhart Tolle, Krishnamurti, Osho gibi beni etkileyen düşünür ve psikologların kitapları elimden düşmüyordu. Şimdi de öyle, buna bir de Chi Gong ( enerji dansı ve meditasyon) eklendi. Şimdi bütün bunların üstünde seninle konuşmayı ne kadar isterdim. Neden insan içindeki yapıcı gizilgücü sevgiyi, empatiyi, dayanışmayı bir türlü yeterince keşfedemiyor? Neden hep yıkıcı güçler kazanıyor? Yoksulluk, savaşlar, acılar bütün bunlar niye?
Sen dindardın ben değilim. Yaşamda bir şeyler ters gidiyorsa bunun çeşitli nedenleri vardır insanların vurdumduymazlıkları, doğaya duyarsızlıkları, iklim krizi, kapitalizm, emperyalizm ve daha bir sürü etken. Ama bence bütün bu yaşadıklarımızın en temel nedeni beynimizde bir şeylerin eksik olması. Ego merkezli yaşam, hırs, çıkarcılık ve paranın egemen olduğu bir dünyada kendimizi felakete sürüklememiz. Oysa içimizde sevgi, empati, dayanışma duygularını içeren yapıcı bir gizilgüç var, neden bu gücü keşfetmekte ve yaşamakta bu kadar zorlanıyoruz?
Ve şimdi sana bu satırları yazdığım şu anda dünyayı yakıp kavuran, yüzbinlerce insanı ölüme sürükleyen Corona virüsünden korunmak için milyonlarca insan gibi ben de ev hapisindeyim. Bu virüs hızla yayılarak benim kuşağımı yok ederken geleceğim, geleceğimiz belirsiz…
Anneanneciğim bütün bu yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrenebilecek miyiz acaba?
Sen yarına umutla bakıyordun ya bizler? Biliyor musun ben de senin gibi “öte dünya” diye bir şeye inanacak olsam senden hayırlı dualarının bizimle olmasını, bize bol olumlu enerji ve yapıcı güç göndermeni isterdim. Yıkıcılık değil yapıcılık, buna bugün her şeyden çok ihtiyacımız var.