Pandemi sebebiyle uzunca bir aradan sonra tiyatroya gittim. Bu uzun ve sıkıcı ayrılıktan sonra tiyatroya gitmenin yanı sıra, ilk izlediğim oyunun sevgili Zehra İpşiroğlu’nun oyunu olması benim için ayrıca heyecan vericiydi. Tabii oyunun genç tiyatrocuların pandemi sürecinde sıfırdan var ederek açtıkları ve üstün çabayla ayakta tutmaya gayret ettikleri “Aralık Sahne”de oluşu da çok kıymetliydi benim için.
Oyunun adı Yüzleşme. Oyunun derdinin toplumsal cinsiyet ve patriyarka olduğunu biliyordum gitmeden ama neyle yüzleşecektim acaba? Kendim(iz)le mi? Gerçeklerle mi? Bilinçaltım(ız)daki açığa çıkmasını istemediğim(iz) gerçeklerle mi?
İçselleştirdiğimiz Ataerkil Belleğimizi Silip Kendimizi Yeniden Var Etmemiz Mümkün mü?
Salona geçtiğimde sahnede daire biçiminde konulmuş üç adet sandalye vardı ve sandalyelerin arasında, elleri ve ayakları iplerle sandalyelere bağlanmış bir kadın oturuyordu. Hareketsizdi. Işıklar kapandı ve gerilim yaratan bir müzik eşliğinde kadın esrik hareketlerle dans etmeye başladı. Hareketleri öyle kontrolsüzdü ki sanki kendisi yapmıyor da kukla gibi hareket ettiriliyordu. Adeta fabrikadan çıkmış standart kalıp bir ürün gibi. Ama o da ne? Birden kendine geldi kadın. Oradan çıkmak istedi, bir adım attı ama sandalyeye bağlı olduğu için sandalye devrilecekti neredeyse. Hemen yakaladı kadın sandalyeyi, düzenin bozulmasına izin vermedi. Ya da bunu istemedi. Sonra bir ses duydu, merak etti bakmak istedi ama ne mümkün. Yine sandalyeler ve yine kadın düzeni bozmadı. Merakını ve kendini yeniden sildi ve bedenini kendini tutan iplere teslim etti.
Sandalyeler ataerkil düzeni, ipler ise toplumsal cinsiyet rollerini, toplumsal baskıyı simgeliyordu. Bu ön oyundan öyle etkilendim ki… Kadınların sıkıştığı bu sistemi, yaşadığımız kısır döngüyü ve düzeni kadınların da sürdürdüğü, kullanılan metaforlarla öyle net anlatılmış ki…
Acaba oyundaki kadınlar Özlem, Serra ve Sibel bu kıskaçtan kurtulmayı başarabilecekler miydi?
Ön oyundan sonra sahneye önce Özlem geliyor. Özlem üniversitede okuyan genç bir kadın. Hayat dolu ve neşeli. Fakat baba baskısından ve daha önce yaşadığı kötü deneyimden korktuğu için erkek arkadaşı olmuyor bir süre. Fakat arkadaşları dalga geçmesin diye hayali erkek arkadaşlar uyduruyor. Sosyal medyada internetten bulduğu sahte bir fotoğrafı erkek arkadaşı diye paylaşıyor, babasının da bu paylaşımı görebileceğini düşünmeden. Tabii korkulu rüya başlıyor. Baba önce telefonla arıyor, Özlem fotoğrafın sahte olduğunu, arkadaşları arasında bir şaka olduğunu anlatmaya çalışsa da sakinleşmiyor. Ve birden kapıda bitiveriyor erkin ona verdiği yetkiyle.
Oyunda bu baba baskısına, koca, erkek arkadaş ve toplumsal baskıya ses kayıtları aracılığıyla şahit oluyoruz. “Elalem” konuşuyor belli aralıklarla. Bu bazen baba, bazen eş, bazen erkek arkadaş, bazen bir kadın iş arkadaşı, bazen de mahalleden bir komşu… Fakat ezberledikleri ve tekrar ettikleri dil aynı. Erkin dili. Hep kadını ezen, suçlayan, yok sayan bu küflü dil. Çok tanıdık olduğumuz “o saatte orada o kıyafetle ne işi varmış?” minvalinde sorular ve cümleler. Ve bu bakışa sahip olan sadece erkekler de değil. Kadınlar da bu dili ve kendilerine biçilmiş rolü içselleştirmiş ve önce kadını suçluyor.
Özlem’in gerçek bir erkek arkadaşının olmasıyla bunu ilk kez net olarak görüyoruz. Arkadaşları, hayali erkek arkadaşlarının da gerçek olduğunu düşündüğü için bu kez de Özlem’i sürekli ilişki eskitmekle suçluyor. Yani ilişkisi olsa da suçlanıyor olmasa da. Ses kayıtlarında erkek arkadaşlarının düşüncelerini de duyuyoruz. Aslında Özlem özgür değil çoğu kadın gibi. Özgür olmadığı için de kendisi olamıyor, kendini bulamıyor ve kendi değerini bilemiyor. Annesi ne kadar özgür bıraksa, ona güven aşılamaya çalışsa da babanın baskısına engel olamıyor. Çünkü bilgisi, eğitimi kendi yaşadığı şiddete körleşmesini engelleyememiş. Bu da toplumsal cinsiyet rollerinin, toplumsal baskının kadınlar üzerinde ne denli etkili olduğunu ve onları bu çıkmazda bir örümcek ağına takılmış gibi nasıl hareketsiz bıraktığını gözler önüne seriyor.
Özlem’in hikayesi biterken Serra geliyor, sandalyesine oturuyor ve sessizce sırasını bekliyor. Kurbanlık koyun gibi. Öylesine kötü bir dönemden geçiyoruz ki, küflenmiş ataerkil hafızamızla birlikte, her gün artan kadın cinayetlerine sadece bakıyoruz. Korkuyoruz. Adalete olan güvenimiz kalmadığı için birine yardım etmeye bile korkuyoruz. Ne kadar okumuş olursak olalım, ataerkil kodlanmayı ne kadar içselleştirdiysek o kadar kıskacın içinde kalıyoruz. Yüzleşme oyunu Serra karakteri üzerinden biraz da bunu anlatmak istiyor bize.
Serra üniversitede hoca ve toplumsal cinsiyet konusunda çalışmalar, araştırmalar yapıyor ve dersler veriyor. Fakat buna rağmen kocasından psikolojik şiddet gördüğünü başlangıçta anlamıyor bile. Fiziksel şiddet başladığındaysa suçu kendinde arıyor ve her seferinde kocasını affediyor. Şiddete başvuran koca ise iş yerinde sevilen saygın bir hekim. Serra her şiddet gördüğünde bitti artık diyor ama kocası Mert’in çiçeklerle, ağlayarak af dilemelerinde gardını indiriyor. Ve fiziksel şiddetin boyutu her seferinde daha da artıyor. Devreye ses kayıtları giriyor, yine “elalem” konuşmaya başlıyor. Dedikodular yayılmış Serra’nın şiddet gördüğüne dair. Ama Mert öyle saygın bir hekim ki kimse ihtimal vermiyor böyle bir şeye. Serra da hem kocasının hem de kendisinin “saygınlığını” kariyerini düşünüp şiddeti kabulleniyor.
Toplumsal baskıya ve psikolojik şiddete kurban edilmek istenilen başka bir kadın daha geliyor sahneye. Adı Sibel. İlişki yaşamayı reddettiği için ağır psikolojik şiddete maruz kalıyor. Sibel, hemşire olarak çalışıyor ve “saygın” bir hekim tarafından psikolojik şiddet görüyor. Ama bu hikayede de suçlanan kadın oluyor. Kadın yüz vermese erkek böyle bir şeye cesaret edebilir miydi?
Sibel’in içine düştüğü çıkmazın, baskının ve şiddetin boyutunu ses kayıtlarıyla görüyoruz. Kimse, hatta Sibel’in uzun süredir birlikte yaşadığı erkek arkadaşı bile Sibel’e inanmıyor ve onu terk ediyor. Sonuçta ateş olmayan yerden duman çıkmaz! Kadının beyanı esas alınmıyor ve asla kabul görmüyor.
Son zamanlarda çokça gündeme gelen İstanbul Sözleşmesi tam da bu yüzden çok önemli. Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi kadınların sesini kısmakla kalmıyor, ataerkinin de gücüne güç katıyor. Sivil toplum kuruluşları, kadın dernekleri bu konuda bildiriler yayımlayıp İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için çaba harcıyor fakat politikacılar bu konuda gerekli mücadeleyi ve hassasiyeti göstermiyor. İptal etme gerekçeleri ise bazı maddelerin örf ve adetlere uygun olmaması ve toplum yapısını bozacak maddeler olarak öne sürülmesi. Özellikle de tartışma toplumsal cinsiyet kavramına takılıyor. Öyle ki oyunda toplumsal cinsiyet rollerimizin ne denli keskin hatlarla çizilmiş olduğu, kadının ve erkeğin bir kalıba oturtulduğu, bu kalıbın dışına çıkmak isteyen biri olursa asla toplum tarafından kabul ve haklı görülmeyeceği gözler önüne seriliyor. Evet bu üç kadının hikayesinde kimse ölmüyor ama şiddeti her boyutuyla yaşıyorlar.
Ataerki gücünü toplumdan, eril sistemin devamından alıyor. Bu düzenin bozulması istenmiyor. Bu yüzden kadınlar sindiriliyor, korkutuluyor ve öldürülüyorlar. Kadınların güçlenmesinden hep korkuluyor.
Oyunda sinevizyonda kullanılan göz de oyunun önemli metaforlarından. O gözün bizi izlediğini, kontrol ettiğini düşünmek kadar korkutucu bir şey olabilir mi? Evet olabilir, o da şu: Kadınların da bu kontrol edilmeyi normalleştirmesi ve içselleştirmesi. Kendi kimliğini ve varlığını yok sayması. Ona biçilen rolü layıkıyla oynayarak toplum tarafından kabul görmeyi istemesi. Aslında o gözü yok saymak ve kendi kimliğini var etmek için biraz cesaret yetmez mi?
Özlem, Serra ve Sibel Birbirlerinin Gözlerinde Cesareti Görebilecekler mi?
Oyunda şiddet farklı boyutlarıyla ele alınıyor üç farklı kadın karakter üzerinden. Ancak daha da önemlisi, şiddete maruz kalan kadınların yalnızca eğitimsiz kadınlar olmadığı, şiddete başvuran erkeklerin de yalnızca eğitimsiz erkekler olmadığını görüyoruz. Ayrıca eğitimli kadınların da şiddet gördüğünde, psikolojik ya da fiziksel, bu durumu nasıl içselleştirdiklerini görüyor ve kör bir şekilde sürekli hatayı kendilerinde aramalarına şahit oluyoruz. Bu da eril dilin hayatımızın her alanına nasıl nüfuz ettiğini, toplumsal rollerin ve toplumsal baskının kadınları nasıl kıskacına aldığını çok net bir şekilde gösteriyor.
Oyun bir anlatı tiyatrosu şeklinde yazılmış ve sahnelemesi de buna uygun bir şekilde minimal tasarlanmış. Sahnede sadece üç adet sandalye ve üç kadın var. Kadınların hikayelerine yoğunlaşmamız için bu minimal sahne tasarımı yerinde bir seçim olmuş. Öte yandan bu tasarım oyuncuların işini bir hayli zorlaştıran bir durum çünkü seyircinin gözü sürekli üzerlerinde. İyi bir oyunculuk olmazsa, sıkılmadan izlenilebilecek bir oyun değil Yüzleşme. Fakat oyuncular öylesine doğal ve yetenekli ki oyundan kopmadan hikayelerine şahitlik edebiliyorsunuz.
Oyun sonunda üç kadın sahne önüne gelerek yan yana oturuyor. Gözleri gülümseyerek ve ışıkla bakıyor. Birbirlerinden güç alarak bu kıskaçtan kurtulmayı başarabilecekler mi?
Bu seyirciye bırakılmış. Fakat oyuncuların duruşları bile daha dik ve kendine güvenliydi oyunun sonunda çünkü birlikteydiler. Yalnız değillerdi. “Asla yalnız yürümeyeceksin” cümlesini anımsatırcasına.