“Kanatlarım Olduğu Halde Bir Türlü Uçamıyorum”: Haneye Tecavüz’de Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığı

Bu yazı Nuray Küçükler Kuşçu tarafından yazılmış ve Günümüz Türk Romanında Sorun Odaklı Tavır kitabında yayımlanmıştır. Kitabı incelemek için buraya tıklayabilirsiniz.

“Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.”

Didem Madak

Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Bu Kavrama İlişkin Diğer Temel Kavramlar

Toplumsal cinsiyetin tanımı en yalın anlamıyla “biyolojik cinsiyetten farklı olarak, kadınla erkeğin sosyal ve kültürel açıdan tanımlanmasını, toplumların bu iki cinsi birbirinden ayırt etme biçimini, onlara verdiği toplumsal rolleri anlatmak için kullanılan bir kavram” şeklindedir. (Ecevit vd., 2011: 4) Bu bağlamda toplumsal cinsiyet, toplumu oluşturan bireylerin kadın ve erkeklerin nasıl davranmaları gerektiğini; onlardan beklenen cinsiyet rollerini ortaya koyan bir sözcüktür. Toplumsal cinsiyette doğuştan gelen cinsiyet farklılıkları değil toplumun yarattığı farklılıklar söz konusudur. (Küçükler Kuşcu, 2014: 196)

Toplumsal cinsiyet kavramı ve bu kavramın toplumsal olarak inşa edilen farklılıklara yaptığı vurgu sosyal bilimlerde bir başka kavramı görünür kılmıştır: Toplumsal cinsiyet eşitsizliği.

“Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadınların politik, ekonomik, sosyal, kültürel ve medeni alanlardaki insan hakları ve temel özgürlüklerinin tanınmasını, kullanılmasını ve bunlardan yararlanılmasını engelleyen veya ortadan kaldıran veya bunu amaçlayan ve cinsiyete bağlı olarak yapılan herhangi bir ayrım, mahrumiyet veya kısıtlama anlamına gelmektedir.” (Demirgöz, 2014: 16)

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kaynağı ataerkil sistem ve bu sistemin toplumsal, kültürel, ekonomik kurumlarıdır.

“Aile, eğitim, devlet, din, medya gibi kurumlar toplumsal cinsiyetin yeniden üretildiği yerlerdir. Ev, beden, iş yaşamı, kent yaşamı gibi alanların toplumsal cinsiyetle doğrudan ilişkisi vardır.” (Saygılıgil, 2022: 9)

Bir başka deyişle, ataerkil sistemin yarattığı kültürel değerler, yasalar, cinsiyetçi ahlak kuralları ve din gibi kurumlar ayrımcı toplumsal cinsiyet rolleri oluşturmada ve sürdürmede rol alırlar. Kadınların saflığını, temizliğini, namusunu vurgulayan ahlak kuralları cinsiyet ayrımcılığını meşrulaştırmaktadır. (Hines, 2019: 61)

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadın, erkek ve diğer cinsiyet kimliklerinin oluşumunda en belirleyici etmendir. Cinsiyete dayalı kimliklerin oluşumunda, cinsiyetlendirilmiş davranışlar doğuştan getirilen davranışlar değildir. Öğrenilmektedir. Bu bağlamda erkek kimliği de ataerkil sistemin biçtiği davranışlar, cinsiyet rolleri ve düşünüş biçimleri ile şekillenmektedir. Bell Hooks’un dile getirdiği üzere ataerki! sistem, erkeklerin kalıtsal olarak hükmeden olduğunu; zayıf olarak algılanan her şeyden özellikle de kadınlardan üstün olduğunu; zayıf olana hükmetme, onları yönetme ve bunu gerektiğinde şiddet yoluyla sürdürme hakkının erkeklere bahşedilmiş olduğunu iddia eden politik-toplumsal bir sistemdir. (Hooks, 2021: 33) Bu sistemin bir cinsiyet kimliği olarak inşa ettiği erkeklik ise,

en basit ifadesiyle bir toplumsal cinsiyet kategorisidir. Erkekliğin bir toplumsal cinsiyet kategorisi olarak kabulü, ataerkil söyleme karşı bir meydan okumadır. Bu söylem, erkekliğe atfedilen mertlik, dürüstlük, cesur, dayanıklı ve güçlü olma, ailenin reisi olma ve namusunu koruma gibi nitelik ve değerlerin, onun biyolojik doğasının bir sonucu olduğu fikrini bir gerçeklik gibi sunar.” (Arık, 2022: 230)

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği bağlamında kadın kimliği ise erkek kimliğinin bir anlamda karşıtını oluşturur. Ataerkil sisteme göre kadın zayıftır, duygusaldır, korunmaya muhtaçtır, temiz ve namuslu kalmalı, şefkatli olmalı, kendisine uygun işlerde çalışmalı, iyi bir eş ve iyi bir anne olmalıdır. Dolayısıyla bu sistemin inşa ettiği kadın kimliği, sistemin devamını sağlayan, itaatkar bir kadın kimliğidir. Oysa kadın kimliği de tıpkı erkek kimliği gibi bir toplumsal cinsiyet kategorisi olarak değişebilir, dönüşebilir. Kadınlar kendilerine atfedilen kimlik özelliklerinden sıyrılıp ataerkil sistemin dönüşümünde de rol oynayabilirler. Tarih boyunca ortaya çıkmış kadın hareketlerinin temel amacı da bu olmuştur.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadın ve erkek kadar diğer cinsiyet kimliklerini de baskı altına alan bir eşitsizliktir. Çünkü,

“Toplumsal sistemin temel kurumu olan ailede heteroseksüel ilişkiler geçerlidir ve cinsler arası iktidarın sürdürücüsü ve taşıyıcısıdırlar. Bu sebeple egemen ilişki türü olan heteroseksüellik dışındaki eşcinsellik, lezbiyenlik ve transseksüellik gibi yönelimlerin eril iktidarı tehdit eden unsurlar olduğu düşünülmektedir.” (Künkçü, 2018: 67)

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ile ilintili bir diğer kavram da şiddettir. Ataerkil şiddet Hooks’un dile getirdiği üzere,

“daha güçlü olan bireyin, diğerlerini, zorlayıcı gücün çeşitli biçimleriyle kontrol etmesinin kabul edilebilir bir şey olduğuna duyu- lan inanca dayanır. Ev içi şiddetin bu genişletilmiş tanımı, kadına yönelik erkek şiddetini, hemcinsler arasındaki şiddeti ve çocuklara yönelik yetişkin şiddetini içerir.” (Hooks, 2000: 63)

Ancak toplumsal cinsiyet ayrımcılığı ve onu doğuran ataerkil sistemin yarattığı şiddetle bu çalışmada kastettiğimiz kadına ve kız çocuklarına yönelik şiddettir. Bu şiddeti şu şekilde tanımlamak mümkündür: Erkeklerin kadınlara göre üstünlükleri, avantajları ve iktidarı üzerine kurulu olan içinde yaşadığımız erkek egemen sistemde, erkeklerin kadınlara sistematik olarak uyguladıkları şiddettir. Kaynağında güç ve kontrol isteği vardır. Erkek egemen sistemin kadınları ezen, sömüren, baskı altında tutan, dışlayan, ayrımcılığa maruz bırakan yapısının iktidarının devamlılığı için kullandığı en önemli araçlardan biridir. (Berber, 2022: 248)

Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı odağında yer alan bir diğer kavram ise iktidardır. Burada iktidarla kastedilen hiyerarşik iktidar ilişkileridir.

“İktidar toplumsal bir ilişkidir ve sadece erkeklerin kadınlar üzerindeki konumunu değil kadının kadın üzerinde, erkeğin bir başka erkek üzerinde ya da eril kurumlar aracılığıyla tüm bireyler üzerinde tahakküm kurmak şeklinde gerçekleşebilmektedir.”

Ataerkil sistemde devlet, ordu, güvenlik güçleri gibi kurumlar erkekler tarafından denetlenmektedir. (Künkçü, 2018: 49-50) Bu bağlamda ataerkil sistemin kendisinin yanı sıra, hiyerarşik ilişkiler bağlamında iktidar sahibi olan erkeklerin de toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kökleşmesinde etkisi vardır.

Haneye Tecavüz’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğine Dair Görünümler

Zehra İpşiroğlu’nun 2016 yılında yayımladığı Haneye Tecavüz adlı romanı, odağına toplumsal cinsiyet ayrımcılığını alan, ana karakterleri bu ayrımcılıkla mücadele eden bir romandır.

Romanda altı kadının ve bir transın toplumsal cinsiyet ayrımcılığına maruz kalışı başlarına gelen olaylar üzerinden anlatılmaktadır. Yapıt on bir bölümden oluşmaktadır. Romanda her bir karaktere ayrılmış bölümlerin yanı sıra kadına yönelik şiddeti ele alan bir blog ve bu blogda yer alan tartışmaları içeren bir bölüm, karakterlerin yedi yıl sonrasını anlatan bir bölüm ile trans karakterin yıllar sonra yazdığı bir mektuptan oluşan son bölüm vardır. Romanın ana karakterleri olan bu yedi karakterin her birinin yolları birbirleriyle kesişmektedir. Kimi zaman dayanışma içerisinde sergilenen karakterler üzerinden toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kurumlar aracılığıyla yeniden üretimi, cinsiyet kimliklerinin inşası, şiddet ve iktidar gibi olgu ve kavramlar tartışmaya açılmaktadır.

Yazar İpşiroğlu kitabının sonuna eklediği notlar bölümünde romanının somut belgelere dayanan belgesel bir roman olduğunu şu sözlerle aktarmaktadır:

“‘Haneye Tecavüz’, şiddeti farklı açılardan yaşamış olan yedi kişinin (altı kadın, bir trans) yaşam öykülerini onların bakışından belgesel bir roman kurgusu içinde gündeme getiriyor.

Yaşam öykülerinin hazırlanma süreci içinde toplumsal cinsiyet üstüne yapılan uzun süreli bir araştırma projesi çerçevesinde toplumun farklı katmanlarından çeşitli kadınlarla söyleşiler yapıldı. Öykülerin ham malzemesi bu açıdan somut belgelere dayanıyor. Ancak biçimlendirilişi ve yoğruluşunda kurgusal özellikler ağır basıyor.” (İpşiroğlu, 2016: 147)

Roman toplumsal cinsiyet üzerine yapılan çalışmalarla ortaya çıkartılan/konulan somut belgelere dayanıyor olsa da karakterleri ve olay örgüsü kurgusaldır.

İlk bölümde öyküsü anlatılan Serpil (Kadife), iki çocuk an- nesi bir kadındır. Şiddet mağdurudur. Aslında adı Kadife’dir. Kadife fal bakma yeteneği sayesinde para kazanmaya başlayınca eşinden gördüğü şiddet giderek azalmış ve bitmiştir. Sonunda Nişantaşı’nda bir fal kahvesi açan Kadife, adını değiştirmiş Serpil yapmıştır. Tüm aile onun sayesinde zenginleşmiş, gecekondu mahallesinden siteye taşınmışlardır.

Romanın ikinci bölümünde yaşam öyküsü anlatılan Çilem, ataerkil şiddet mağduru bir diğer kadındır. Çocukluğunda ailesinden şiddet görmüş, köy imamının tecavüzüne uğramış, genç kızlığında amcasının cinsel istismarına maruz kalmıştır. Başlık parası için bir teğmenle evlendirilmiş evliliğinde yoğun şiddete maruz kalınca önce savcılığa şikayette bulunmuş sonra da evden kaçmış, İstanbul’a yerleşmiştir.

Romanın üçüncü bölümünde yaşam öyküsü anlatılan Sibel, bir hemşiredir. Sibel’in işyerindeki bir doktorun ısrarlı takip ve tacizlerine maruz kalışı üzerinden ataerkil sistemin kadınlara korku veren, onları güvencesiz hissettiren, kadını kendinden şüpheye düşüren yanı gözler önüne serilmektedir.

Dördüncü bölümde anlatılan Yıldız (Yıldırım), trans bir bireydir. Üniversitede sosyoloji alanında lisansüstü çalışma yürütmektedir. Yıldız (Yıldırım)’ın hocası, romanın bir diğer ana karakteri olan Serra’dır. Yıldız (Yıldırım), ailesinin yaşadığı Adapazarı’nda Yıldırım adını kullanmakta ve erkek kimliğine bürünmekte; İstanbul’da ise trans kimliğini görünür kılarak Yıldız adını almaktadır. Durumundan ailesinin haberi olunca öldürülmemek için yurt dışına yerleşmiştir.

Romanın beşinci bölümünde yaşam öyküsü anlatı- lan Hazal’ın asıl adı Roja’dır. Roja iki çocuk annesidir. Okutulmamıştır. Başlık parası karşılığında evlendirilmiş, evliliği boyunca yoğun şiddete maruz kalmıştır. Sonuçta iki çocuğunu bırakarak İstanbul’a kaçmış, burada Hazal adını almış, görünümünü değiştirmiş ve bir süre Serpil’in kahvesinde çalışmıştır. Sonuçta akrabaları tarafından bulunmuş ve bir kadın cinayeti sonucunda öldürülmüştür.

Altıncı bölümde anlatılan Özlem, baskıcı bir babanın kızıdır. Babası tarafından tüm hareketleri kontrol edilmekte olan Özlem bu nedenle ataerkil baskıyı içselleştirmiştir. Romanda Özlem, içselleştirilen baskıyı ve toplumsal cinsiyet rollerini aşmaya çalışan bir kadın olarak anlatılmaktadır.

Romanın yedinci bölümünde anlatılan Serra üniversite hocası olan bir kadındır. Üniversitede kadına yönelik şiddet üzerine çalışmalar yürütmektedir. Bu çalışma, romanın tüm karakterlerini bir araya getiren bir çalışma olmuştur. Serra’nın kocası Doktor Mert, Serra üzerinde baskı oluşturan ona şiddet uygulayan, öfke patlamaları yaşayan bir karakterdir. (Romanın bir diğer karakteri Sibel’i ısrarlı takip sonucu taciz eden de odur.) Serra tüm akademik birikimine, şiddet üzerine düşündüklerine rağmen kocasına karşı gelmekte, bu şiddet ortamını sonlandırmakta güçlük çekmektedir. Bu bağlamda ataerkil sistemin ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığının toplumsal sınıftan ve kültürel bağlamdan bağımsız olarak her kadını hedef alabileceği gözler önüne serilmektedir.

Haneye Tecavüz’de Kadın, Erkek ve Trans Kimlikleri

Haneye Tecavüz’de toplumsal cinsiyet ayrımcılığı bağlamında dikkati çeken önemli durumlardan biri, kadınlık kimliğinin toplumsal inşasıdır. Yapıtta kadın kimliğinin nasıl toplumsal bir biçimde inşa edildiği ana karakterler ve bu karakterlere ayrılan bölümlerin başında yer alan erkeklerin bu karakterlerle ilgili görüşlerini içeren kısımlar aracılığıyla gözler önüne serilmektedir.

Romanın karakterlerinden biri olan Serpil, ataerkil sistemin inşa ettiği kadın kimliği ve kadınlık rollerini içselleştirmiş, toplumsal cinsiyet normlarını olduğu gibi kabul eden bir kadındır. Onun şu sözleri bu durumu örneklemektedir:

Babam haklı. Kadınların çoğu kuş beyinli.” (İpşiroğlu, 2016: 11)

“Hep aynı hikaye, sahip çıksaydın kaçırmasaydın lan kocanı. Erkek bu, çapkınlık yapacak elbet.” (İpşiroğlu, 2016: 11)

“Kadın olmak özveri istiyor, bu kadının doğasında var. Kendine bakacaksın tabii, başka çare yok. Erkek kariyer yapacak, kadın diyet. Erkek hayatın tadını çıkartacak, kadın kalori sayacak. Hayatın gidişatı bu.” (İpşiroğlu, 2016: 14)

“Hele bugünlerde karılar kıçlarını açmış dolaşıyorlar. Erkeksin işte…” (İpşiroğlu, 2016: 21)

Serpil (Kadife)’in kadına bakışında sistemin dayattığı kadın kimliğini ve kadınlık rollerini olduğu gibi kabul etme söz konusudur. Bu kabul ediş üzerinden ise aslında yapıtta sistemin kendisine bir eleştiri yükselmektedir.

Öte yandan bir diğer karakter Çilem aracılığıyla, toplumsal cinsiyet ayrımcılığının kadın kimliğini yok sayışı gözler önüne serilmektedir. Ataerkil sistem, kadınlardan beklenen onca role, göreve rağmen kadını bir hiç olarak görmektedir:

“Babam annemi ona erkek çocuk doğurmadığı için bir türlü affedemedi, annem de erkek olarak dünyaya gelmediğim için beni affedemedi.” (İpşiroğlu, 2016: 31)

“Bir hiçim ben, hiç…Öyle olmasa yardım çığlıklarıma neden herkes kulaklarını tıkıyor?” (İpşiroğlu, 2016: 35)

“Ben benim. Ben herkesim, ben hiçim.” (İpşiroğlu, 2016: 38)

Sibel’in maruz kaldığı taciz ve ısrarlı takip durumunda toplumsal olarak inşa edilen kadın kimliği ve kadından beklenen roller görünür olmaktadır:

“Ne annem, ne babam, ne arkadaşlarım, ne meslektaşlarım… Kimi bana acıyor, kimi beni suçluyor, kimi hakkımda olur olmaz laf ediyor, ama kimse olur mu böyle şey demiyor … ” (İpşiroğlu, 2016:52)

Romanın diğer kadın karakterlerinden Roja (Hazal), Özlem ve Serra’nın da yaşadıklarında toplumsal olarak inşa edilen kadın kimliği, kadından beklenen roller ve ayrımcılık gözler önüne serilmektedir.

Roja (Hazal) yoksul bir ailenin çocuğudur. İçinde yaşadığı kültürel çevrenin kız çocuklarına yönelik ayrımcı bakışı nedeniyle ortaokuldan sonra okutulmamış ve erken yaşta evlendirilmiştir. Ataerkil şiddetten korunmak amacıyla başvurduğu devlet kurumları ise onu görmezden gelmiştir. O da tıpkı Çilem gibi sahip olduğu kadın kimliği nedeniyle bir hiç olduğunu düşünmektedir: “Kimse beni dinlemiyorsa neye, kime, nasıl suç duyurusu yapacaksın? Bir hiçsin yani bir hiç… ” (İpşiroğlu, 2016: 77)

Özlem zengin bir babanın kızıdır. Roja’dan çok farklı bir toplumsal statüye sahiptir ancak onun da toplumsal cinsiyet kimliğinin inşasında ayrımcı birçok öge vardır. Özlem, babasının baskıcı tutumu nedeniyle kendisine dayatılan ayrımcı kadınlık rollerini içselleştirmiştir. Kendisi de bunun farkındadır ancak bu durumu aşamamaktadır.

Serra ise kadına yönelik şiddet üzerine çalışan, bu konuda bilgi ve bilinç sahibi bir akademisyen olmasına rağmen kendisine dayatılan kimliği içselleştirmiş, yaşadığı şiddet dolayısıyla suçu kendisinde arayan bir kadın olmuştur:

“Annem hep söyler. Evlilik dediğin özveri istiyor, hayat benim çevremde dönmüyor ki… Ama işte biraz dik kafalıyım. Yeterince kadın değilim belki.” (İpşiroğlu, 2016: 102) Serra’nın bu sözlerinde yer alan yeterince kadın ifadesi, aslınca cinsiyetçi baskı mekanizmalarının tarif ettiği itaatkar kadındır. Serra gibi bir kadının bile bunu içselleştirmiş olması, yazarın toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dayalı cinsiyet kimliklerinin toplumun her kesiminden kadınlar için söz konusu olduğunu gösterme çabasıdır.

Haneye Tecavüz’de romanın ana karakterlerinden biri olan Yıldız (Yıldırım)’ın yaşamöyküsü ise trans kimliğine yönelik toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dayanan bakışı ve bu kimliğe sahip olan bireylerin yaşadıklarını yansıtmaktadır. Bölümün başında yer alan erkek görüşleri trans kimliğini ataerkil sistem için bir tehdit unsuru olarak gören, sapıklık olarak adlandıran bakışı özetler niteliktedir:

“Ya bu normal bir şey değil ki, bir hastalık bu, yani sapıklık… / Doğan (Yıldız’ın okul arkadaşı)” (İpşiroğlu, 2016: 54)

Biz erkek milletiz, vatanımızı, bayrağımızı severiz. Her türlü sapıklığa da karşıyız. Eşcinsellik sapıklıktır. / Yıldız’ın bir akrabası” (İpşiroğlu, 2016: 56)

Trans bireyler de bir toplumsal cinsiyet kimliği sahibidir ve yaşadıkları durum bir cinsiyet yönelimidir. Sahip olunan kimlik ve yönelim doğrultusunda ayrımcılığa uğrayan trans bir birey olan Yıldız (Yıldırım)’ın kendi kimliğine, kadına/erkeğe ve yaşadığı ayrımcılığa dair düşünceleri şu şekilde gözler önüne serilmiştir:

“Dünyaya bir daha gelsem yine olduğum gibi gelmek isterdim ne erkek ne de kadın ya da her ikisi de… Heteroseksüellere oranla çok daha zenginim çünkü … Onlar tek gözlüyse, ben iki gözlüyüm … ” (İpşiroğlu, 2016: 61)

“Erkeksen çocukken erkek olmayı öğrenirsin, kadınsan kadın olmayı öğrenirsin, öğrenmeyle ilgili bir şey bu. Bu süreçte eksilirsin, erkekler yavaş yavaş duyarlıklarını, kadınlar da etkinliklerini yitirirler. Çünkü erkek dediğin akıllıdır, güçlüdür ve saldırgandır, kadınsa güçsüz, duygusal ve pasif. Ama yaşam böyle basit bir ikilikten yani böyle bir klişeden oluşmuyor ki. İçimdeki kadın gösterdi bunu bana. Yaşayarak öğrendim bunu.” (İpşiroğlu, 2016: 60)

“Bir hayalim var: Aileme gerçeği söylediğimde onlar bana ‘ister kadın ol, ister erkek, isterse kadın bedeninde erkek ol, ister erkek bedeninde kadın, ne fark eder ki, sen bizim öz evladımızsın’ diyorlarmış… Kayıtsız şartsız seviyorlarmış beni… ” (İpşiroğlu 2016: 57)

“Bir hayalim var: Herkesin kardeşçe bir arada yaşayabileceği özgür bir ülke..” (İpşiroğlu, 2016: 63)

Romanda erkek kimliğinin toplumsal cinsiyet ayrımcılığının pekişen bir alanı olarak inşası romanın bölümlerinin başında yer alan erkek görüşleri aracılığıyla ortaya konulmaktadır. Bu bölümler bir yandan kadına bakışı sergilerken diğer yandan ataerkil sistem tarafından inşa edilen erkeklik kimliğini ortaya koymaktadır. Bu sözlerden kimi örnekler aşağıdaki gibidir:

“Kadın konuşmasını bilecek, giyim kuşam bilecek, evine bağlı, dürüst, titiz, çocuklarıyla ilgili olacak. Din iman bilen, maddi manevi kocasına karşı saygılı bir kadın ne bileyim hal tavır bilen, dedikoduya karışmayan, kendi hasbıhalinde, maneviyatlı bir kadın, has kadındır benim gözümde… Kadın ve erkek arasında tabii ki fark var, olmaz olur mu? En basitinden namus hikayesi … Bir bayanın en önemli şeyi namusuysa, erkeğin de erkekliğidir, öyle değil mi? / Nuri (Serpil’in Eşi)” (İpşiroğlu, 2016: 9)

“Karı kız severim, pavyona da giderim tamam mı? ( … )Ama başka bir erkek yanımdaki kadına mı bakıyor, çıldırırım, insana iktidarsızlık hissi veriyor, elin kolun bağlı yani. / Kahraman (Serpil’in Oğlu)” (İpşiroğlu, 2016: 9-10)

“Dünya erkek egemenliği üstüne kurulmuş. Tanrı öyle yaratmış, genler yani. / Teğmen Ali (Çilem’in Kocası)” (İpşiroğlu, 2016: 24)

“Ramazan ile Mevlüt adam mı ya, bir analarına sahip çıkmadılar … Ulan ben senin pisliğini temizlemek zorunda mıyım? Mecbur, iş başa düştü… / Neco (Hazal’ın hısmı)” (İpşiroğlu, 2016: 65)

“Karı gerçi bana oğul doğurdu da ne oldu? İkisi de çürük çıktı. Hele Ramazan … Çocukken bunları ahıra kapar demir çubukla döverdim, acıya, şiddete karşı güçlensinler diye, adam olsunlar diye, ama boş, her şey boş… / Hazal’ın Kocası Hasa” (İpşiroğlu, 2016: 67-68)

“Sen çalışıyorsan ben de çalışıyorum, bana bağırmaya hakkın var mı diyor. İyi hoş da sabahleyin şöyle düzgün ütülenmiş bir gömlek bulamazsam bağırmayacak mıyım? / Doktor Mert (Serra’nın Eşi)” (İpşiroğlu, 2016: 97-98)

Haneye Tecavüz’de Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığının Beslediği Şiddet ve İktidar

Haneye Tecavüz romanında toplumsal cinsiyet ayrımcılığının yol açtığı şiddet romanın ana karakterlerinin yaşadıkları üzerinden gözler önüne serilmektedir. Serpil, eski adıyla Karanfil eve hapsedilmiş, kocasından şiddet görmüştür.

Serra kadına yönelik şiddet üzerine çalışan bir akademisyendir. Şiddet ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığı konusunda bilgi sahibidir ve bilinçlidir. Ancak tüm bunlara rağmen kocasının uyguladığı şiddete karşı gelememiştir.

Çilem tüm hayatı boyunca önce ailesinden sonra kocasından şiddet görmüştür. Teğmen kocasından gördüğü şiddet nedeniyle polise, askere ve savcıya başvurmuş ama her kurumdan eli boş dönmüştür.

Romanda Çilem’in başvurduğu savcının ve askeri komu- tanın Çilem’in durumu ile ilgili sözleri kadına yönelik şiddetin çözümsüz kılmışım imler niteliktedir:

“Büyük kentlerde ‘Kocamdan dayak yiyorum’ diye suç duyurusunda bulunanların sayısı günden güne artıyor. Televizyonun, batı etkisindeki dizilerin etkisi, tabii birtakım dernekler de var, kadın haklarına sahip çıkan. Şimdi bize gelen suç duyurularının hepsini ciddiye alacak ve kabul edecek olsak, evliliklerin yüzde yetmişi iflas ederdi.” (İpşiroğlu, 2016: 25)

“Çilem’in eşi Teğmen Ali’yi hepimiz severiz. İşinin eridir. Özel hayatında biraz fevri davranıyormuş. Olabilir tabii, insan bu, melek değil ki. Uyardık tabii.” (İpşiroğlu, 2016: 25)

Öte yandan romanda ana karakterlerden Sibel’in ve Özlem’in uğradığı şiddet, fiziksel değil psikolojik bir şiddettir. Doktor Mert’in ısrarlı takip ve tacizleri Sibel’in üzerinde bir hegemonya kurmuş onun kendinden bile şüpheye düşmesine neden olmuş, dahası Sibel bu ısrarlı takipten kurtulabilmek için yaşamını, evini vb. değiştirmek zorunda kalmıştır. Özlem ise babasının baskısı nedeniyle kendine güvenini yitirmiş, bağımsızlaşamamış, kendisi olamamıştır.

Yıldız (Yıldırım)’ın maruz kalma ihtimali olan durum toplumsal cinsiyet ayrımcılığının en uç noktasıdır: Ölüm. Yıldız ölmemek için hısımlarından kaçmış, izini kaybettirebilmek için farklı farklı yerlerde kalmış en sonunda da yurt dışına yerleşmiştir.

Hazal (Roja) ise şiddetten kaçamamış ve bir kadın cinayeti sonucunda öldürülmüştür Aslında önceleri kocasından şiddet gören Hazal (Roja) bundan kurtulabilmek için jandarmaya ve savcılığa başvurmuş ve tıpkı Çilem gibi bu kurumlardan eli boş dönmüştür.

Onun başvurduğu savcının sözleri de tıpkı Çilem’in durumundaki gibi kadının yaşadığı durumu yok sayan bir tutum içermektedir:

“Roja’yı hatırlıyorum. Dediğim dedik bir kadındı. Hiçbir şeyden korkusu yok. Önce onu caydırmaya çalıştım, ısrar edince suç duyurusunu ciddiye almak zorunda kaldım. Ama sonra düşündüm, ya bu kadın ailevi sorunlarıyla koskoca devletin savcısını işinden alıkoyuyor. Bu da suç değil mi?” (İpşiroğlu, 2016: 69)

Haneye Tecavüz’ de tüm bu şiddeti besleyen şey ataerkil sistem ve bu sistemin devamını sağlayan hiyerarşik iktidar ilişkileridir. Romanda savcının, emniyet müdürünün ve jandarma komutanının kadınların gördüğü şiddete yönelik tavırlarında kadından değil erkekten yana bir tutum sergilediği görülmektedir. Hiyerarşik iktidar ilişkilerinin de bir toplumsal ilişki biçimi olduğunu bildiğimizde, romanda bu ilişkiler bütününün kadına yönelik şiddeti engelle(ye)mediğine dair bir tavır ortaya konulduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yapıtta sergilendiği üzere güvenlik kurumlarında ve adalet sisteminde yer alan iktidar sahibi erkekler kadınları şiddet karşısında savunmasız bırakarak toplumsal cinsiyet ayrımcılığının ve şiddetin kökleşmesine neden olmaktadırlar.

Sonuç

Haneye Tecavüz romanı yedi ana karakter üzerinden kurgulanmış bir belgesel romandır. Yazarı İpşiroğlu kurguladığı karakterlerin maruz kaldığı toplumsal cinsiyet ayrımcılığını yine bu karakterlerin yaşadığı olaylar üzerinden gözler önü- ne sermiştir.

Romanda Serpil (Kadife), Çilem, Sibel, Mert, Yıldız (Yıldırım), Hazal (Roja), Özlem ve Serra’nın yaşam öyküleri ve birbirleriyle kesişen ilişkileri ile kadın, erkek ve trans kimliklerinin inşası; toplumun bu kimliklere bakışı; şiddet ve hiyerarşik iktidar ilişkileri irdelenmektedir. Kurgusal olaylar ve kişiler üzerinden irdelenen bu olgu ve durumların metin dışı gerçekliğe gönderimleri güçlüdür. Bu gönderimler dolayısıyla yaşam pratiklerine kök salmış toplumsal cinsiyet eşitsizliği eleştirilmektedir.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *