Hatırlayamadıklarımız Üzerine

Bu söyleşi Ayça Bulut tarafından gerçekleştirilmiş ve 11 Aralık 2023 tarihinde Evrensel Gazetesi‘nde yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Türkiye’deki toplumsal cinsiyet sorununa odaklanan Zehra İpşiroğlu, son dönem interaktif oyunlarında yarattığı dünyayı bu kez romanında yeniden kuruyor.

Köln ve İstanbul’da Serbest Yazar ve Akademisyen Zehra İpşiroğlu’nun Kırmız Kedi Yayınevi’nden “Hatırlayamadıklarımız” kitabı çıktı. Türkiye’deki toplumsal cinsiyet sorununa odaklanan İpşiroğlu, son dönem interaktif oyunlarında yarattığı dünyayı bu kez romanında yeniden kuruyor. Derin, Suzan, Selen, Selim ile Yunus’un yaşadıkları ve anlattıkları, bu ülkede yaşanan nice şiddet olayının birer küçük örneği.

Kitabın karanlık bir meseleyi anlattığı halde insanların haksızlığa karşı mücadelelerinin ortaya çıkartılmasıyla umudun da kitapta gündem olduğunu belirten yazar, “Herhangi bir taciz olayında faili hemen psikopatlıkla suçlayarak ötekileştiririz. Oysa o içimizden biridir. Cinsiyetçi ve ataerkil bir toplumun üretimidir. Bunu kabullenirsek sorunlarla yüzleşmekten de kaçınmayız” diyor.

“GELENEKLER BİR BASKI ARACI OLABİLİYOR”

Kitabın tanıtımını okuyunca aile üstünde düşünmeye başladım. Ailemiz bizi kollar, kucaklar, kendimizi kötü duyduğumuz bir anda bize sahip çıkar. Yoksa öyle değil mi?

Öyle aileler vardır elbette, olması da gerekiyor. Çoğu ailede hem böyle bir koruyup kollama hem de baskılar var, yani ilişkiler çok karmaşık, büyük oranda çıkara da dayanıyor, aile büyükleri kendi çıkarları doğrultusunda çocuklarına baskı yapıyorlar, tabii tersi de olabiliyor. Öte yandan çoğunlukla kadınların aleyhine işleyen gelenekler de ciddi bir baskı aracı olabiliyor. Ama en kötüsü de var, şiddetin her türü taciz, tecavüz, cinayet çoğu kez aile içinde işleniyor. Bizde kutsal aile ideolojisinin içselleştirilmiş olduğu çevrelerde, bu ideolojinin korunabilmesi için yaşanan şiddet olaylarıyla aile baskısı arasındaki bağlantılar genellikle görmezden geliniyor. “Hatırlayamadıklarımız” iki saygın ailenin çevresinde gelişiyor. Tanınmış bir politikacının ailesi ve onun kardeşi olan çok ünlü bir şairin ailesi. Görünüşe göre bunlar herkesin gıpta ile baktığı örnek aileler ama gerçek hiç de öyle değil. Görünenin ardındakini göstermek istedim romanımda.

“AİLEYİ SORGULAMAK TABUDUR”

Nedir bu korkunç aile sırrı ya da görünenin ardındaki nedir?

Romanın konusu biliyorsunuz çocuk tacizi ile ilgili. Bizler aile içi taciz, şiddet gibi konuların daha çok kırsal kesimdeki insanların yaşamında geliştiğini düşünür, bunu da onların cehaletine bağlarız. Romanda hiç de böyle olmadığını gösteriyorum. Bir de ilk soruda vurguladığım gibi aile öylesine değerli ve kutsaldır ki, aile içinde korkunç bir şeyler olunca bunun hemen üstü kapanır. Aileyi sorgulamak neredeyse tabudur. Tabii bu romandaki gibi toplumda el üstünde tutulan aileler söz konusuysa, durum işin içinden çok daha çıkılmaz bir hal alıyor.

“YAŞANANLAR KADER DEĞİL”

Romanınızda özel olanı yani aileleri anlatırken toplumsal ve politik mekanizmaları da sorguluyorsunuz. Sadece özelde kalmamanız sanırım bilinçli bir seçimdi?

Özel olan zaten politiktir, aile içi şiddet politiktir öyle değil mi? Aile içinde olanlar ailede kalır düşüncesini şiddetin sürmesini ve hiçbir şeyin değişmemesini isteyenler söylüyor, bu söylem onca çocuğu ve kadını mağdur duruma düşürmüyor mu? Aslında tam tersine bütün haksızlıkları, söz gelimi işlemeyen güvenliği, adalet sistemindeki kokuşmuşluğu en küçük ayrıntılarına değin göstermemiz lâzım. Bu konuyla ilgili bütün çalışmalarımda ve tiyatro oyunlarımda da bunu göstermeye çalışıyorum. Ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumda şiddeti körükleyen mekanizmalar gösterildiği oranda yaşananların kader olmadığı da açığa çıkıyor.  Bazı şeylerin değişmesi bizim elimizde. Ama bunun için sorunlarla yüzleşmekten kaçınmamamız gerekiyor.

Romanınızın çok karanlık bir konuyu ele almasına rağmen umut dolu olmasının da nedeni bu değil mi?

Sanırım umudu gündeme getiren iki nokta var: Biri insanların tüm güçlüklere, dahası olanaksızlıklara karşı, haksızlığa karşı mücadeleleri, ikinci ise taciz ve şiddetin nedenlerinin ortaya çıkartılması. Herhangi bir taciz olayında faili hemen psikopatlıkla suçlayarak ötekileştiririz. Oysa o içimizden biridir. Cinsiyetçi ve ataerkil bir toplumun üretimidir. Bunu kabullenirsek sorunlarla yüzleşmekten de kaçınmayız.

Romanınızda olayları hep roman kahramanlarınızın bakış açısından anlatmanız okuyucuyu sürekli olarak etkin kılıyor. Kâh olayın kurbanı Suzan oluyor okuyucu, kâh her şeyi ortaya çıkaran Selen, kâh yeni bir erkeklik arayışı içinde olan Selim. Bu biçimi seçmenizin belli bir nedeni var mıydı?

Okuyucunun bir dereceye kadar anlatan kişiyle özdeşleşmesini, sorunlara onun bakışından bakmasını, onu anlamaya çalışmasını istemiştim. Öte yandan kullandığım montaj tekniği zaman ve mekânın sürekli değişmesi okuyucudan belli bir dikkati bekliyor. Parça parça bir anlatım var okuyucu da tıpkı bir yap boz oyunu gibi bu parçaları bir araya getirerek bütünü yeniden kurguluyor. Sanırım çok kolay okunur bir roman değil. Ama konu da kolay değil.

“HER ŞEY HATIRLAMAKLA BAŞLIYOR”

Romanınızın çerçeve öyküsünü oluşturan Hatırlayamadıklarımız sergisini biraz daha açabilir misiniz? Açıkça bana geçmişle farklı boyutlarda hesaplaşan böyle bir sergi düşüncesi çok heyecan verici geldi. Bu düşünce nasıl ortaya çıktı?

Sergi romanın karakterlerinden Derin’in tasarımı. Derin tarihçi. Geçmişle, geçmişte yaşanan travmalarla, geçmişin çarpıtılması ya da farklı yorumlanmasıyla yakından ilgileniyor. Serginin adı da romanın adı gibi Hatırlayamadıklarımız. Çünkü tasarımı tam tamına bu konunun üstüne gidiyor. Kişisel ya da kolektif tarihimizde hatırlayamadıklarımızın üstünde duruluyor bu sergide. Belki de her şey hatırlamakla başlıyor. Hatırlama yüzleşmeyi beraberinde getiriyor ki bu da bir şeyleri değiştirebilmenin ilk adımı. Geçmişte olanları yok sayarsak, geçmişle hesaplaşmaktan kaçarsak tarih de sürekli olarak tekrarlayacaktır. Bizde iyice dal budak sarmış olan aile içi taciz ve şiddet konusuyla da yeterince hesaplaşmadığımız için çocuğa ve kadına karşı şiddet sürüp gidiyor.

Romanınızın erkek kahramanları yeni bir erkeklik arayışı içindeler, sizce bu gerçekten mümkün mü, yoksa çok mu ütopik bir şey?

Ataerkilliğin sadece kadınları değil erkekleri de ezdiği bilinen bir şey. Ataerkil ve cinsiyetçi bir dayatmanın olmadığı bir dünya nasıl olurdu? Böyle bir dünyada kadın-erkek ilişkileri nasıl gelişirdi? Farklı kesimlerden gelen, farklı yaşam deneyimleri yaşamış olan erkek roman kahramanlarım Selim, Derin ve Yunus toplumun dayatmalarından bağımsız, farklı bir erkeklik arayışı içindeler. Bu arayış onların uzun sürede dönüşümüne neden oluyor. Ben farklı bir erkeklik anlayışı olabileceğine inanıyorum, bunu gerçekleştirmeye çalışan erkek arkadaşlarım da var. Başarabiliyorlar mı? Yüzyılların dayatmalarını kırmak kolay değil tabii. Ama böyle bir bilincin olması bile çok önemli değil mi?

“KONUNUN NEDEN ELE ALINDIĞINI DÜŞÜNMEK GEREK”

Taciz konusu çoğu kez sansasyon yaratmak için kullanılabiliyor. Sizin romanınızda ise bunun tam tersinin söz konusu olması dikkatimi çekti. Siz, yaşananlar biz okuyuculara ne kadar dokunsa da düşünsel düzeyde bir hesaplaşmayı öngörüyorsunuz. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz?

Çok doğru, şiddet, taciz gibi konular sadece medyada değil kurmaca edebiyatta da genellikle sansasyon yaratmak için kullanılır. Geçenlerde çocuk tacizini anlattığı için yasaklanan bir romanla ilgili bir haber dikkatimi çekmişti. Suç unsuru olan bölümü okuyunca dondum kaldım. Sansüre ne kadar karşı olsam da yazarın konuya duyarsızlığı, dahası bu konuyu pornografiye dönüştürmesi bende inanılmaz bir tiksinti duygusu uyandırdı. Taciz ve şiddet olgusu önce insanın beyninde başlıyor, sonra da eyleme dönüyor. Bu nedenle bu tür romanlar tabii ki çok sorunlu. Tıpkı şiddeti pornolaştıran diziler ve filmler gibi. Bu çok hassas bir konu. Bence düşünmemiz gereken yazarın böyle bir konuyu neden ele aldığı. Fantezi aracılığıyla kendini tatmin etmek için mi, böyle şeyler yazarken mutlu mu oluyor? Yoksa sansasyon aracılığıyla olabildiğince okuyucuya ulaşmak için mi? Pornografik sahnelere bayılan okuyucuyu tavlamak için mi? Yoksa bu konuda bizlere gerçekten söylemek istediği bir şeyler mi var?

Bildiğim kadarıyla siz yazma projelerinizi genellikle hep insanlarla röportaj yaparak geliştiriyorsunuz. Biraz çalışma yönteminizden söz eder misiniz?  Hatırlayamadıklarımız nasıl oluştu?

Evet şu sırada oynanan tiyatro oyunlarım Lena, Leyla ve Diğerleri ve Hayal Satıcısı, 2022 Uluslararası Tiyatro Festivali’nde sergilenen Yüzleşme ve yakında oynanacak olan Erkeklik Hapishanesi gücünü hep gerçek yaşam öykülerinden alan oyunlar. Duygu Asena roman ödülü alan Haneye Tecavüz romanım da öyle. Üniversitedeyken röportaj ve belgesel tiyatro seminerleri veriyordum. Ekip çalışmasıyla kadına karşı şiddet, sokakta yaşayanlar, engelli çocuklar, göç sorunları gibi sosyal konulara yönelerek dünyanın malzemesini topladık. Sonraki yıllarda ben bu çalışmalara devam ettim. Belgeler önemli bir yer tutuyor çalışmalarımda. Ama tabii kurmaca da giriyor işine içine. Hatırlayamadıklarımız’da da böyle bir karma yapı söz konusu. Söz gelimi Erkeklik Hapishanesi bölümünü oluşturan Yunus’un öyküsü bütünüyle gerçek bir yaşam öyküsüne dayanıyor. Ama diğer karakterlerde kurmaca daha ağır basıyor.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *