“Bazı insanlar doğdukları yerde yaşayıp ölürler onlar gibi. Bazıları göç kuşudur, yerlerinden yurtlarından olup uzak ülkelere giderler benim gibi… Bazıları ise özgürlük uğruna onca yol gittikten sonra girerler kilitli kafese Lena gibi.”
16 Kasım – 26 Kasım tarihleri arasında Türkiye’den 6, yurtdışından 6 olmak üzere toplam 12 farklı tiyatro oyununun seyirci ile buluştuğu Devlet Tiyatroları İstanbul 2. Uluslararası Kadın Oyun Yazarları Festivali’nde; Küba, Bulgaristan, Tataristan, Moldova, Gürcistan, Yunanistan ve Türkiye’den seçilmiş kadın yazarlara ait sahne performansları ve sahnelenen oyunların yazarlarıyla söyleşiler gerçekleşti. Festivale katılan bir çok oyunu izleme fırsatı buldum. Zehra İpşiroğlu’nun yazdığı, Ayşen İnci’nin yönettiği Sivas Devlet Tiyatrosu oyunu Lena, Leyla ve Diğerleri’ni de 20 Kasım’da Üsküdar Tekel Sahnesi’nde seyrettim.
“Sıfırdan başlamalıymışım!”
Tek kişilik bir yatağın üstünde bağdaş kurarak oturan kadın, eline birazdan alacağı matruşka bebekleri birbiri sıra açarak şarkı söylemeye başlar.
“Kendimi nerede unuttum ben
Koyduğum yerde bulamıyorum
Bir ben vardı içimde
Matruşka bebekler gibi”
Kiev’de okuyan, hayalleri olan, erkek-kadın ayrımı olmadan büyüyen, âşık olup İstanbul’a, bu büyük şehrin güzelliklerini yaşama umuduyla gelen ve artık sadece ailesini ziyarete gittiğinde benliğini bulan Lena…
Güneşörenli Mustafa’nın karısı, Mehmet ve Ramazan’ın annesi, kendi sözlüğünü oluşturan, Türkçe’yi iyi öğrenmek için çabalayan, gelin göreviyle çoğu şeyi sorgulamadan kabul eden, sadece ismi değil dini de değiş(tiril)en, saçlarının kapanması gibi eve kapanan (kapatılan), yaşama heyecanı da örtülen Leyla…
Güneşören’den çıkmak ve çalışmak isteyen, çocuklarıyla yeni bir hayat kurmanın hayaliyle kaybolan benliğini yeniden inşa etmenin yolunu arayan, işine dört elle sarılan, kendine isim veren Leyna…
Şarkıyla başlayıp şarkıyla tamamlanan oyunda birbiri içine geçen, birbirinden ayrılan üç isimli bir kadının yaşadıklarına ortağızdır artık.
Daha önce Ayla Algan rejisiyle Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda sahnelen oyun, gerçek bir hikâyeden esinlenilerek kaleme alınmış. Tiyatro kuramının önemli ismi, birçok türde eseri olan Zehra İpşiroğlu, erkek egemen bir toplum içinde kadının yok olmaya mahkûmluğunu parçalı anlatım tekniğiyle akıl hastanesinde sonlandırarak vermiş. Mahkumlukla kurduğu bağ da kadının kendi beden ve bilinci olmuş. Birçok kimliğe bölünen ancak gerçekte kim olduğunu sorgulayan kadın, oyun sonunda bir çözümsüzlüğü değil haykırabilmekteki farkındalığı göstermesi bakımından etkileyici.
Metinde eksik bulduğum şey, Türkçe konuşmayı önemseyen Leyla’nın Lena’yla kavgasında neden Ukraynaca ya da Rusça bir şeyler söylememesi üzerine. Kiev, aile sofrası, Çernobil’den bahseden Lena’nın ana dilini oyunda duymak isterdim; söylediği şarkının bir dizesinde, İstanbul’u anlatırken, vs…
“Buralardan gideceğim, bütün dünyayı karış karış gezeceğim.”
Cemaate giden büyük oğul Ramazan’ın kadınlara bakış açısı, Mustafa’nın Kiev’deki hali ile Türkiye’deki hali arasındaki fark, yaşadığı mahalle, Mustafa’nın ailesi; Lena’nın hayallerinin aksine Leyla’nın Güneşören’den bir adım uzağa gidemeyen hayatı içinde büyür de büyür. Lena ve Leyla olarak sıyrılıp Leyna olan kadın, bu kez de saçlarının örtüsü-örtüsüzlüğü içinde patronu karşısında kendini ifade edemez.
Örtünme hem parçalanan kimlik hem de çıkış etkeni olarak güçlü bir metafor oyunda. Yönetmen Ayşen İnci, saç örtüsünü kadının saçlarını bağlayıp açarak kullanmış ve bence metaforu güçlendirmiş.
Oyunda söylenen her iki şarkının söz ve müziği Sibel Algan’a ait. İlk şarkıda geçen matruşka ise sadece oyunun başında şarkının sözlerinde ve afişte kullanılmış. Matruşkaların kullanım alanlarının bu sınırda kalmasını eksik buldum.
Sahnede Lena’nın pencereden bir fotoğraf olarak yansıtılması oyuna ne gibi bir katkı sağladı, bilemiyorum. Onun yerine belki parçalanmış ayna, belki sadece dış ses, belki de yalınlık içinde kalıp hiçbir şey verilmemesi daha uygun olurdu kanımca. Ki metni bilmeyen seyirci, Lena’yı Mustafa’nın âşık olduğu kadın merakıyla da izleyebilir diye düşünürken…
“Kim bilir kaç kişi senin öykünde kendi öyküsünden de bir şeyler bulacaktır.
Kaç kişinin yüreği senin için çarpacaktır. Paylaş onlarla…”
Oyundaki tüm kadın ve erkekleri canlandıran kişi Filiz Demiralp. Tek kişilik oyunlarda oyuncunun performansı daha da önem kazanır ya… İşte Filiz Demiralp de yüzündeki ifadeyle, ses tonunu kullanma şekliyle, kimi zaman eksik kimi zaman tam gülüşüyle ve beni en çok etkileyen o boğazdan gelen tıkanma sesiyle anlattığı kadını yaşıyor âdeta.
Dertleşme üzerine kurulu metin ve rejide oyuncunun kurgulanan dekor içindeki kullanım alanları daha geniş verilseydi hem oyunun etkisinin daha da artabileceğini hem de oyuncuya malzeme çıkabileceğini düşünüyorum.
Biraz yatakta uzansaydı, kendi kendine fısıldasaydı, seyirciyi rahatsız edecek kadar bir sessizliğin içinde olsaydı, …; akıl hastanesindeki o soğuk odayı ve kimlikleriyle çelişen bu kadını biz çok daha fazla içselleştirebilir; oyunun geçtiği yer olan akıl hastanesini dış seslerle ve karakterin anlık durumuyla daha iyi algılayabilirdik. Bu anlamda oyunun geçtiği yerin atmosferini hissedemedim.
Oyundan çıkarken anlatılan karakterin illa ki başka ülkeden gelen bir kadın olması gerekmez diye düşündüm. Lenalar, Leylalar, Leynalar o kadar çok ki!
Aklıma ortaokul yıllarım geldi. Pantolon giymesi yasak olan sınıf arkadaşımın “Büyüyüp kendi paramı kazandığımda alacağım ilk şey kot pantolon olacak” sözü. Aldı mı acaba?
Sonra kültür farklılığına aldırmadan evden kaçıp evlenen o gencecik kızın kapanmayı reddedince yakılarak öldürüldüğü…
İş ararken “Ailen mi yok?”, “Sana bakan mı yok?”, “Evlen de kocan baksın!” cümleleri…
Televizyona, gazeteye, öteye ya da beriye bakma gereksinimi olmadan dile getirilecek birçok yaşanmışlık, birçok tanıklık hikâyesi…
Daha nice Lena, Leyla ve Diğerleri ile karşılaşacağımızı bilerek yürüdüm.