Zehra İpşiroğlu, yıllardır toplumsal cinsiyet alanında eserler veren bir yazar. Aile içi şiddet, toplumsal baskı ve eril düşünce gibi kavramların üzerine gidiyor, kitaplarında sıklıkla yer veriyor. Hatırlayamadıklarımız romanı ise bu alandaki çalışma ve araştırmalarının bir bütününü oluşturuyor. Şiddet ve tacizi tetikleyen unsurların ataerkillik ve cinsiyetçilik olduğunu söyleyen İpşiroğlu’na göre, ancak bununla yüzleşmekten kaçınmadığımız oranda bu sorunların temeline inebiliriz.
Hatırlayamadıklarımız, toplumsal cinsiyet sorununa odaklanan interaktif bir roman. Derin, Suzan, Selen, Selim ile Yunus’un gözünden yaşadığımız coğrafyadaki şiddet olaylarının birer küçük örneğine tanıklık ediyoruz. Bu romanın doğuş hikâyesini öğrenebilir miyiz?
Yıllardır toplumsal cinsiyet alanında çalışıyor, bu konuyu farklı açılardan ele alıyorum. Son yıllarda bu alanda tiyatro oyunları yazdım. Lena Leyla ve Diğerleri, yedi yıldan beri farklı tiyatrolarda, farklı yorumlarla gündeme geldi ve hâlâ yaşamını sürdürüyor. Aynı zamanda belgesel-kara mizah oyunum Hayal Satıcısı da farklı kentlerde oynanıyor. Erkeklik Hapishanesi de yakında İzmir’de sahnelenecek.
Hatırlayamadıklarımız montaj tekniği ile yazılmış karma bir roman. Hem tıpkı tiyatro oyunlarımda olduğu gibi insanlarla bire bir yaptığım röportajlara, yani gerçek yaşam öykülerine, hem de gazete haberleri, kupürleri vb. belgelere dayanıyor. Tabii ki büyük oranda kurmaca giriyor işin içine. Öte yandan tiyatro oyunlarımdaki malzemeden de yararlanıyorum. Özellikle de henüz sahnelenmeyen, (belki de kolay kolay kimsenin sahnelemeye cesaret edemeyeceği) ama kitap olarak yayımlanan Babalar, Amcalar ve Diğerleri bu romanın omuriliğini oluşturuyor. Yani Hatırlayamadıklarımız, şimdiye değin bu alandaki çalışmalarımın ve araştırmalarımın bir bütününü oluşturuyor.
Romanın ismi aile içinde şiddete uğrayan karakterlerin açtığı sergiden geliyor. Sergiyle ilgili romanda şöyle deniyor: “Kadın cinayetlerinde hepimizin bir payı vardı. Üstüne basıp geçtiğimiz kadınlar sayı değil insandı, bir adları, bir öyküleri vardı. Ama bizler onları hatırlamamayı tercih ediyorduk.” Hatırlamamayı seçmek şiddet söz konusu olduğunda taraf tutmak değil midir?
Çok doğru. Ama sanırım biz kolektif olarak sorunları bastırmayı, yok saymayı tercih ediyoruz. Tabii bu zihniyeti pekiştiren milliyetçi, dinci, geleneksel o kadar çok etken var ki. Hatırlayamadıklarımız sergisinde öldürülen kadınların adları ve kim tarafından öldürüldükleri ya da şiddete uğradıkları belgelenmiş. Biliyor musunuz, bu konunun tiyatro uyarlamasıyla (Babalar, Amcalar ve Diğerleri) ilgili olarak, ad vermeyeyim ama çok tanınmış bir tiyatrodan gelen raporda oyunda öldürülenlerin adlarının sıralanmasının, onların ailesine karşı saygısızlık olduğunu, bu oyunla onları incittiğimi söyleyecek kadar ileri gidilmişti. Biz onları unutursak, hiçbir şey olmamış gibi davranırsak, onları hiçliğe terk edersek çok mu saygılı davranmış oluyoruz? Bu nasıl bir zihniyettir? İşte Hatırlayamadıklarımız bu düşünceye karşı bir duruşu geliştiriyor. Romanda olaylar dikkat ederseniz sergiye bir saldırıyla başlıyor. Sadece romanımda değil, gerçek yaşamda da hep karşılaştığımız bu tür hunharca saldırılar da çoğunlukla sorunları ört bas etmek isteyen aynı çarpık düşüncenin ürünü. Bu düşünce tabii ki şiddeti meşrulaştırıyor. Öte yandan medyanın konuya yaklaşımı, bu tür konuların sadece sansasyon yaratması, hiçbir zaman nedenlerine inilmemesi de konuyu bulandırmanın, yok saymanın, kısaca unutturmanın bir başka yönü. Sözgelimi daha geçenlerde bu konuda yaptığım bir söyleşide, söyleşiyi yapanın konuyu bulandırmak ya da saptırmak için sorduğu sorular ilginçti. Ama ben bu tür şeylere alışığım. Hatırlayamadıklarımız’da tam olarak bu konunun üstüne gidiyorum.
Şiddeti de tacizi de tetikleyen ataerkillik ve cinsiyetçilik
Biri siyasetçi, biri şair iki erkek kardeş; Barış San ve Can San. Başarılı, ünlü ve üstüne üstlük paraları da var. Onların aile içine yaydıkları korku ile şiddeti kanıksayan ve hayatları darmaduman olan kadınlar. Bu erkeklerin kadınlarla ne alıp veremediği var?
Yaygın bir görüşe göre çocuk tacizi ya da kadına karşı şiddet gibi olayların toplumun alt katmanlarında, cahil halk arasında olduğudur. Bunu o yörenin insanlarının cehaletine bağlarız ya da psikopat deyip geçeriz. Böylece konuyu kendimizden uzaklaştırmış oluruz. Ama bu doğru değil, çünkü taciz ve şiddet toplumun her katmanında var. Romanımda bunu göstermek istedim. Aile ne kadar güçlüyse ne kadar önemli bir konumdaysa maskesinin düşmesi de o kadar güçleşiyor. Gösterdiğim ailelerde görünen ile gerçekler arasında neredeyse bir uçurum var. İşin görünen yanı: Kadın haklarına sahip çıkan tanınmış bir politikacı ve insanların yere göğe koyamadığı çok ünlü bir şair. Bir de işin öteki yanı var; yani görünenin ardında olan, gizlenen, sır olarak saklanan, tabulaştırılan yanı. İşte ben bunu ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Aslında sadece kadına karşı şiddet değil, çocuk tacizi de yaşadığımız ataerkil ve cinsiyetçi toplumun çirkin hem de en çirkin yüzü. Şiddeti de tacizi de tetikleyen ataerkillik ve cinsiyetçilik. Ancak bununla yüzleşmekten kaçınmadığımız oranda sorunların temeline inebiliriz. O zaman da bir şeyleri değiştirmek belki de mümkün olabilir.
Şair Can San’ın ölümüne neden olduğu iki kadın var; Suzan ve Sultan. Biri yeğeni, biri de Bahçıvan Ali’nin kızı. Gizlice taciz ettiği Suzan ve tecavüz edip hamile bıraktığı Sultan. Tüm bunlar yaşanırken, ailelere seslerini duyuramıyorlar ve şiddet sarmalında yok oluyorlar. Bakmak ya da görmek tam da bu noktada etkisini gösteriyor sanki. Görmek için ne yapmak gerekiyor?
Aslında görmeyi engelleyen bir sürü etken var, bunların başında psikolojik ve sosyal etkenler geliyor. Sözgelimi Suzan’ın annesinin olup biteni görmemesinin ya da görmek istememesinin nedeni hem yaşamış olduğu travmalar hem de korkular, yani burada kızına karşı bir kayıtsızlık ya da sevgisizlik söz konusu değil. Bu açıdan da onu suçlamamız zor. Sosyal etkenler toplumun her katmanında farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Başkaları ne der, itibarımız yerle bir olur mu, gibi düşünceler görmeyi engelliyor. Romanda gösterilen ailelerin toplumda çok saygın bir konumları olmaları da önemli bir etken, bu nedenle olup biteni görseler bile kabul edemiyorlar. Kabul ettikleri takdirde en büyük zararı kendilerine vermiş olacaklar. Çünkü maskeleri düşmüş olacak. Bütün bu psikolojik ve sosyal etkenlerin yaşadığımız ataerkil ve cinsiyetçi toplumun üretimi olduğunu görüyoruz. Kadına ve çocuğa değer veren, kadın erkek eşitliğine dayanan bir toplumda bu tür olayların olmasını hayal bile edemeyiz.
Ataerkilliğin yarattığı şiddeti aşmaya çalışan yeni bir erkeklik anlayışı şart
Bir soru var ki, özellikle bu coğrafyada çok tartışılması gerekiyor; Babaların dokunulmazlığı mı var? Can San’ın en yakınındaki kadınlara yaptığı taciz ve tecavüzü aklama çabasında olanlar, bu durumu doğal sayanlar mı yoksa ses çıkarmak istemeyen korkaklar mı?
Açıkçası ben romanımda yer alan karakterlerden kimsenin, Bahçıvan Ali’nin bile çocuk tacizini, tecavüzü ve şiddeti doğal saydığını düşünmüyorum. Dediğim gibi bu işin üstünü kapama çabasının öncelikle psikolojik nedenleri var ve herkes bunu farklı bir biçimde yaşıyor. Sözgelimi Şair Can’ın kızı Selen’in yaşadıkları çocukken tacize uğramış olan Suzan’ın annesinin yaşadıklarından çok farklı. Çünkü herkesin ailedeki ya da aileyle ilişkideki konumu ve öyküsü farklı. Şair Can’ı sonuna kadar savunan hayranlarına gelince, onlarda da mitos yaratmak, efsaneleştirmek, star kültürü gibi etkenler belirleyici oluyor. Gerçek yaşamda da star olarak efsaneleştirilen birçok sanatçının öteki yüzü sürekli saklanıyor. Sözgelimi eskilerden benim bir dönem hayran olduğum Maximilian Shell’in nasıl bir çocuk tacizcisi olduğu ölümünden yıllar sonra daha yeni ortaya çıktı. Bence eril toplumda sadece babaların değil, erkeklerin de dokunulmazlığı var. Erkeklerin dokunulmazlıklarını, yani ayrıcalıklı ve üstün konumlarını korumalarının tek kuralı toplumun kendilerine dayattığı kuralları kabul etmeleri ve ona göre davranmaları. Bu kuralları kırma cesaretini göstererek yeni bir erkeklik ve Derin’in öyküsünde olduğu gibi yeni bir babalık arayışı içinde olanlar kolaylıkla ötekileştirebiliyorlar. Romanımda bunu da göstermeye çalışıyorum. Ataerkilliğin yarattığı otorite, şiddet ve rekabet kültürünü aşmaya çalışan yeni bir erkeklik anlayışının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki bizde bu tür arayışlar çok küçük bir çevrede sınırlı kalıyor, yani bir türlü yaygınlaşamıyor.
Kadınlar için kurulan Tamir Atölyesi ile Onarım Tiyatrosu’nu okuyunca keşke gerçek hayatta da olsa dedim. Kadın dayanışmasının toplumsal iyileşmedeki rolü nedir sizce?
Sanırım önemli olan bu alanda bir duyarlılığın ve farkındalığın oluşması. Sorunlarla yüzleşmekten kaçmamak. Bu tür olayların üstünün kapatılmaması, tam tersine sürekli olarak hatırlamak ve hatırlatmak. Hatırlayamadıklarımız sergisi de tam buna parmak basıyor. Sergi bu konuda öylesine zengin ki öyle çok şey sunuyor ki sergiyi gezenlere. Çünkü malzeme çok. Açıkçası ben de hayatın bizlere sunduğu bütün bu malzemeyi kullanarak böyle bir sergi yapmayı çok isterdim.
Tamir Atölyesi ya da Onarım Tiyatrosu doğrudan travmatik olaylar yaşamış kadınlara yönelik çalışmalar yapıyor, kadınların travmalarından kurtulmalarını ve iyileşmelerini hedefliyor. Bütün bu sergi, tiyatro ve atölye çalışmalarının toplumsal iyileşmedeki rolünün çok önemli olduğunu düşünüyorum. Evet, gerçek yaşamda da yapacak o kadar çok şey var ki.
Son olarak fail, kurban ve arafta kalan diye ayırdığınız üç tür insana değinmek istiyorum. Eğer hatırlamaktan korkuyorsan fail de olsan kurban da maalesef aynı potada bir şekilde eriyorsun. Sadece empati duygusuna sahip arafta kalanlar mı yaşananların farkına varıp korkusuzca haksızlıklara parmak kaldırıyorlar?
Bu soruyu bir bütün olarak yanıtlayacak olursam, failler hatırlamaya karşılar, çünkü suçlarının ortağa çıkmasını istemiyorlar. Ama şöyle bir şey de var, zarar verdikleri insanları da çok çabuk unutabiliyorlar ya da verdikleri zararın boyutlarının bilincinde değiller. Bu onların kendilerini savunma ya da hayatta kalma biçimleri. Şair Can San çocuklara nasıl zarar verdiğinin bilincine varsa, yani yaptıklarıyla gerçekten yüzleşse belki de kendini öldürmeye kadar ileri gidebilir. Yaşamını sürdürmesi unutmasına bağlı. Kurbanlar öylesine travmatik olaylar yaşamışlar ki, kimi kez gerçekten hatırlayamıyorlar. İşin içine taciz ve tecavüz girince de kendilerini suçluyorlar. Çünkü ataerkil toplum suçlunun kurbanın kendisi olduğunu dayatıyor. Böylesine çarpık bir zihniyet söz konusu. Suzan’ın da yaşadıklarıyla hesaplaşabilmesi için aradan yıllar geçmesi gerekiyor. Diğerleri yani arafta kalanlar ise çoğunlukla bu tür olayları deşmekten özellikle kaçınıyorlar, yüzleşmekten kaçınmasalar kim bilir kendi aileleriyle ilgili de neler keşfedecekler. Çünkü kadınların sürekli baskı ve şiddet gördüğü bir toplumda yaşıyoruz. Nitekim ben bu konu üzerinde çalışmaya başladıktan sonra, aydın bir çevrede de şiddet görmüş olan o kadar çok kadınla karşılaştım ki. Bu süreçte tuhaf bir şey de yaşamaya başladım; sanki ben olayları değil, olaylar beni çekiyordu. Yığınla malzeme geliyordu önüme. Bu nedenle birçok kimse bana, “Artık bu konudan bıkmadın mı?” diye sorduğunda çok şaşırıyordum. Bu öyle bitmek tükenmek bilmeyen bir konu ki nasıl bıkayım, keşke bıkma şansım olsa… Sanatın bu alanda bir duyarlılık yaratabileceğini düşünüyorum. Sorunuzda empatiden söz ediyorsunuz. Evet, empati, farkındalık ve dayanışmanın tüm engellere karşın dönüşümü sağlayacak sınırsız bir gücü var.