Senin Mücadelen Benim Mücadelem

Senin Mücadelen Benim Mücadelem

Bu yazı Zehra İpşiroğlu tarafından yazılmış ve 19 Aralık 2023 tarihindeTiyatro İle İlgili Herşey‘de yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Kadın Hakları Üstüne Düşündürücü Bir Gençlik Projesi

Her şey sorarak başlıyor

Oyun başladığında Frankfurt Oda Tiyatrosu’nun perdelerle çevrelenmiş olan çıplak sahnesinde beyaz saçları omuzuna kadar savrulan yaşlı bir kadın görüyoruz. Altmış sekiz kuşağının ünlü feministlerinden ve aktivistlerinden hukuk profesörü Sibylla Flügge. Perdenin arkasından sesler duyuluyor. Almanya’daki feminist hareketin geçmişine dair sorular birbirini izliyor.

Soranlar kim?  Sesler iç içe girerken perde yer yer aralanıyor: On altı, on yedi yaşlarında sarışın, esmer, siyah, down sendromlu genç kız ve erkek yüzleri görüyoruz. Gençlerin, kadın haklarının geçmişiyle ilgili kendilerini ilgilendiren soruları dile getirmeleri izleyiciyi de daha ilk anda geçmişe doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Oyun boyu büyük annelerin yaşamı ile günümüz yaşamı arasında bağlantı kurmaya, o dönem ile bu dönem arasında benzerlikleri ya da farklılıkları anlamaya çalışıyoruz.

Geçmişe yolculuk

Geçen yüzyılın başlarında başlayan feminist hareketin geçmişini kâh gençler ‘’Sibylla diyor ki…”diye anlatıyorlar, kâh Sibylla’nın kendisi sözü ele alıyor. Oyun bir belgesel anlatı tiyatrosu olarak sürerken araya giren protesto şarkıları ve danslar daha çok bilgiye dayanan bu oyuna farklı bir dinamizm ve canlılık getiriyor. Kadınların seçme ve seçilme hakkını elde ettikten sonra yaşanan dönüşümler anlatılıyor.

Senin Mücadelen Benim Mücadelem oyunundan bir kare.

İlk başlarda kadınlarla ilgili bütün kararları erkekler alırken ve kadın hareketi adına da hep erkekler konuşurken, altmış sekiz kuşağının getirdiği dönüşümle birlikte sözü kadınlar alıyor. O dönemde kadınları aşağılamak için söylenen karı sözüne alaylamayla gönderme yaparak Karılar Komisyonu kuruluyor. Karılar Komisyonu’nda kadınlar kendi sorunlarını dile getirmeye, kendilerini ifade etmeye, kısaca kendi dillerini bulmaya çalışıyorlar. Bu çok sancılı ve zorlu bir süreç çünkü ataerkil dünyada kadınların dili yok, onlar kendilerini ifade etmeyi, savunmayı, direnmeyi henüz öğrenememişler, dahası ataerkilliği büyük oranda içselleştirmişler. Kimi kadın onlara dayatılan anne ve ev kadını rollerinin dışına çıkamazken, kimi kendi sesini duyurmakta zorlanıyor; kimi meslek yaşamında da kadın olmanın kısıtlamalarını yaşıyor; kimisi de hiç fark etmeden bir taciz döngüsünün içine düşüyor.

Büyük anneler ve torunları

İşte bu noktada büyük anne Sibylla ile torunlarının yaşamlarının büyük oranda örtüştüğünü görüyoruz. Çünkü ataerkil ve cinsiyetçi yaklaşım bugün de sürüp gidiyor. Gençler bunun, kadın erkek ilişkisinden modaya, cinsellikten anne ve babalarıyla ilişkilerine değin nasıl sürdüğünü anlatırlarken, dün ve bugün iç içe giriyor.

Altmış sekiz hareketinin getirdiği özgürlük rüzgârıyla birlikte kendi bedenlerini keşfeden kadınların ilk önemli atılımı kendi bedenleriyle ilgili kararları kendilerinin alabilmeleri için savaşmaları ve kürtajı kabul ettirmeleri; sonraki yıllarda ise bin bir güçlükle elde ettikleri haklarını gerici yönetimlerin baskısıyla yitirmelerini gençlerin ağzından dinliyoruz. Kadınların bir dağ gibi karşılarına çıkan engeller, sözgelimi ırkçılığa, eşcinselliğe karşı mücadeleleri zaman zaman bireysel öyküler çerçevesinde anlatılıyor. Kıvırcık saçlı melez bir genç, hem siyah hem de eşcinsel olmanın yarattığı travmaları anlatırken, uzun boylu kırmızı yanaklı bir genç kız erkek arkadaşıyla yaşadığı sorunları dile getiriyor. Gençler kâh tek tek konuşuyorlar, kâh koro olarak birbirlerine yakınlaşıyorlar; konuşmak ve dinlemek, görünmez olmak ya da görünürlüğü seçmenin gösterildiği sürekli bir hareket, dil ve anlatı odaklı bu oyunun durağanlığını büyük ölçüde kırıyor.

Kadın hakları baskılara karşı direniş hakkı anlamına geliyor

Gençlerle gerçekleştirilen bu projenin tasarımcısı tiyatro eğitimcisi Martina Droste’nin de belirttiği gibi insan hakları, kadın hakları, özgürlük hakları günümüzde kök salmış ve özümsenmiş haklar değildir. Bu nedenle de günümüzde kadın hakları her tür baskıya karşı direniş hakkı olarak yorumlanmalıdır. Bugün Almanya gibi bir ülkede bile üç günde bir kadının öldürüldüğünü göz önüne alacak olursak, ataerkillik hâlâ en korkunç biçimde etkisini sürdürmektedir. Oyunun adı Senin Mücadelen Benim Mücadelem feminizm hareketinin kuşaklar ve ülkeler ötesi anlamına gönderme yaparken, dayanışmanın da önemini vurgulamış oluyor.

Duyamadıklarımız

Bu sahnelemede gençlerin sahne hâkimiyetleri, beden dillerini kullanımları, özellikle de konuşmaları, sözlerinin çok iyi anlaşılması profesyonel oyuncuları hiç de aratmıyor. Yine de oyun boyu çok büyük bir eksiklik hissediliyor. O da gençlerin özgün sesinin duyulmaması. Onların kadın hakları üstüne görüşleri, deneyimleri, yaşantıları oyunda neredeyse hiç yer almıyor. Böylece bu ilginç proje gençleri de içine katan ama onların sesine yine de yer vermeyen çok iyi çalışılmış bir gösteri olarak kalıyor.

Senin Mücadelen Benim Mücadelem oyunundan bir kare.

Kuşkusuz gençlerin yaşam deneyimleri bu alanda fazla değildir, ama aileleriyle ilişkileri, yaşadıkları baskılar, karşı cinsle sorunları ya da okulda bu alanda yaşadıkları deneyimler kadın erkek eşitliği konusunu açabildiği oranda bireysel yaşantılar olarak verilebilirdi. Tabii iki aylık bir prova süresi içinde bunu gerçekleştirmek kolay değil;  öte yandan bu projenin sloganı ‘öznel olan politiktir’ de olsa gençler kendi yaşamlarıyla ilgili ipucu vermekten çekinebilirler. Ancak onların sesi de duyulabilseydi oyun sadece bir gösteri olarak kalmayacak izleyiciye de daha etkileyici biçimde ulaşabilecekti.

Aslında oyunun açık biçimi böyle bir gelişmeye yine de fırsat tanıyor.  Bu proje gençlerin öyküleri de katılarak geliştirilebilir ve derinleştirilebilir. Önemli olan gençlerin böyle bir projede aracı değil özne olabilmeleri. Bu gerçekleştirilebilirse feminizmin ne olduğunu hem gençler hem de izleyici sadece bilgi olarak değil yaşayarak öğrenmiş olacaktır.

Öte yandan oyunda büyük annelerin sözcüsü olan Sybilla da sahneye hâkim olamaması, özellikle konuşmalarının anlaşılmaması açısından iyice sönük kalıyor; o kadar ki izleyici daha ilk anda sahnede şaşkın şaşkın dolaşan bu kadının bu oyunda işi ne sorusunu sormadan edemiyor. Kuşkusuz amaç bu projede feminizmin gelişmesini başlardan beri yaşamış gerçek birinin yer almasıydı ama o zaman ya bu işe uygun karizmatik biri bulunacaktı ya da bu rolü profesyonel bir oyuncu üstlenecekti. Projede yer alacak olan yaşlı kuşağın sözcüsünün geçmişte yaşananları hakkıyla verebilmesi için, yaşam enerjisiyle, canlılığıyla sahneyi doldurması gerekiyor ki gençlerle arasında bir denge kurulabilsin. Kısaca, geçmişte yaşananlar sadece müzelik kuru bilgi olarak kalmasın.

Sonuçta oyun bu haliyle iyi niyetle kotarılmış ama hamuru yeterince tutmamış bir pastayı andırıyor.

Zehra İpşiroğlu

İlgili yazılar