Bir Yazarın Gözünden / Kadın Oyunlarım
Karanlıktakiler
Yaşamın aydınlık tarafında yaşayanlar karanlıkta olanları görmezler hiç, seslerini duymazlar, onlardan söz edildiğinde kör, sağır, dilsiz kesilirler. Nedir onları bu kadar duyarsızlaştıran, korku mu ‘’aman benden uzak olsun da ne olursa olsun’’ duygusu mu? Oysa aydınlıkta olan herkes bir kriz, bir kaza, bir felaket sonucu karanlıkta bulabilir kendini. Bu yaz ölümden dönüp de aylarca hastanede kaldığımda sevdiğim bir arkadaşımın bir kere bile beni aramaması beni çok etkilemişti, anlamakta zorlandım. “İnsanlar karanlıkta olanlardan bulaşıcı bir hastalıktan korkar gibi korkarlar ”diyordu, çocukken yıllarca babasının cinsel tacizine maruz kalmış arkadaşım Meliha Yıldız. Öyleyse ya bana da bulaşırsa ya ben de hastalanırım korkusu mu? Bana gelince tam tersini yaşıyorum, ben yaşamın aydınlık yanındaysam, iyi bir ortam ve koşullarda yetişmişsem benim gibi şanslı olmayanlara karşı bir sorumluluğum var duygusu. Çünkü aydınlıkta ya da karanlıkta olmak çoğunlukla bizim seçtiğimiz bir şey değil.
Röportaj çalışmalarımda, romanlarımda, özellikle de tiyatro oyunlarımda karanlıkta olan kadınları görünür kılmaya çalışıyorum. Yaşamın karanlığına hapsedilmiş kadınların sesini, çığlığını duyurmak istiyorum, tacize uğrayanların, şiddet görenlerin, kimliklerini yitirenlerin, çocukluğu çalınanların sesini. Acaba bu kadınlar kurban mı? Hayır, çünkü çıkış her zaman var. Önemli olan bütün bu adaletsizliğin ardındaki toplumsal mekanizmaların nasıl işlediğini görebilmek; özel olanla toplumsal olan arasındaki bağlantıları çıkartmak. Böylece hem acıları göstermek hem de umudu yeşertmek. Bir tiyatro oyununa gittiğimde, bir film izlediğimde, bir roman okuduğumda izlediğim oyunun ya da filmin ya da okuduğum romanın beni heyecanlandırmasını, düşündürmesini, duygulandırmasını bekliyorum. Bana göre sanatın anlamı bu.
Lena, Leyla ve Ötekiler‘den bir kare.
Parçalanmış kimlikler
Karanlıktaki kadınların pek çoğu bir tür kişilik bölünmesi yaşıyor, hem ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumun dayattığı kadın olmaya çalışıyor hem de asıl kimliğini arıyor. Ukrayna’dan Türkiye’ye göç edip muhafazakâr bir kesimin içine düşen Lena hem Leyla oluyor hem de olamıyor, eski Lena da olamıyor. O zaman kim, kendini nasıl yeniden var edebilecek? On yıldır farklı yorumlarla sahneye taşınan Lena, Leyla ve Diğerleri’nde Türkiye’nin her kesiminde, Ukrayna’da ve Almanya’da onlarca kadın kendini buldu. “Ben Lena’yım siz benim öykümü anlatmışsınız” diyen o kadar çok kadınla karşılaştım ki.
Yüzleşme oyunundan bir kare.
Fiziksel şiddetten psikolojik şiddete kadar eril şiddetin her türlüsüne maruz kalmış üç kadın anlatılıyordu İstanbul Tiyatro Festivali’nde gösterilen Yüzleşme’de. Bir üniversite hocası, bir öğrenci ve bir hemşire. Ortak noktaları ataerkilliği içselleştirmiş olmaları bu açıdan tam bir şiddet çarkının içine düşmeleri ancak yaşadıklarıyla farklı bir bilinç düzeyine ulaşmaları. Yaşadıklarını söze dökerken bizim de kendi yaşamımızdan sahneler canlanıyor gözümüzde, tıkanma noktaları, engeller, yanlış davranışlar, en önemlisi de iç çatışmalar, eril sistemin öngördüğü kadın olmak mı yoksa kendi olmak mı? Çıkışın bizim elimizde olduğunu hissediyoruz bu oyunda.
Berna Laçin’in beş yıldır oynadığı Hayal Satıcısı’nda kadınları parmağında oynatan Falcı Serpil’le şiddet gören Kadife aynı kişi mi? Ataerkil sistemde kariyer yapmak, kısaca erkeklerin hizmetinde, onların alkışlayacağı bir kadın olmak Falcı Serpil’i aile içi şiddet yaşayan Kadife’den çok uzaklaştırıyor. Taşlama bir oyun Hayal Satıcısı. Eril bakışa çok iyi hakim olan Serpil’in müşterilerini nasıl manipüle ettiğini görüyoruz bu oyunda. Gerçekten de bir çok kadın bu düzene uyum sağlamakta görüyor çözümü, ben taşlama yoluyla öyle olmadığını göstermek istiyorum.
Ataerkilliğin uç noktası: Çocuk tacizi
Çocuk tacizi gibi ağır bir konuya bile ‘özel olan politiktir’ görüşünü savunan feminist bir bakışla yaklaşınca yine bir umut ışığı doğuyor. Bu öyle bir konu ki gündemimizden hiç çıkmadığı halde yüzleşmekten kaçınıyoruz. Babalar, Amcalar ve Diğerleri çocukluğu çalınan genç bir kadının mücadelesini gösterirken karşısına çıkan engelleri de bir bir gösteriyor. Çünkü ataerkilliğin yarattığı kutsal aile ideolojisi kadın ve çocuk haklarını kelimenin tam anlamıyla hiçe sayıyor. Genç kadının, umutsuzluğun eşiğinde en dibe vurduğu noktada failin kızının mücadelesi başlıyor. Bu da kızın babasını hapse götürmesiyle son buluyor. Bu noktada kutsal aile de ideoloji de tuzla buz oluyor. Belki de bu nedenle şimdiye değin hiçbir tiyatro bu oyunu sahnelemeye yanaşmadı. Video art ile tiyatronun bütünleştiği bu oyunun sahnelenmesini ne kadar isterdim. Ama sanırım bu kadar güç bir konuyla yüzleşmekten kaçınmayan bu oyun sisteme karşı öylesine net bir duruşu sergiliyor ki insanları korkutuyor.
Erkeklik Hapishanesi
Sorunun temeli ataerkilliğe dayanıyorsa, eril bakışı değiştirmek mümkün mü, başka bir deyişle şiddetin, rekabetin, güç gösterisinin, iktidar hırsının olmadığı yeni bir erkeklik olabilir mi? Erkek kendini bire bir kadınla eşit görüp ona göre yaşayabilir mi? Diğer oyunlarımda olduğu gibi Erkeklik Hapishanesi’nde de gerçek yaşam öykülerine dayanarak bu temanın izini sürüyorum. Aslında ataerkillik ve cinsiyetçilik sadece kadınlara değil erkeklere de yaşamı çok zorlaştırıyor. Ailenin reisi erkek olunca, ekmek parasını erkeğin kazanması, ailesini geçindirme zorunluluğu nedeniyle bütün sorumluluk ister istemez ona yükleniyor. Oysa kadın ve erkeğin eşit olduğu bir yaşam biçiminde tüm sorumluluklar da eşit bir biçimde paylaşılıyor. Ataerkillik duvarlarını yıkan eşitlikçi bir ilişkide erkeğin yükü de hafifliyor.
Gerçek yaşam öyküleri ve kurmaca arasında
Yazdığım sekiz oyunun hepsi uzun süreli bir araştırmaya ve çeşitli kimselerle yaptığım röportajlara dayanıyor ve konuya göre belgesel, taşlama, kara mizah, psikolojik oyun gibi farklı biçimler alıyor. Ancak yazma sürecinde büyük oranda kurmaca da giriyor işin içine. Gerçek- kurmaca ilişkisine örnek olarak, hiç unutamadığım küçük bir anıyı Bakırköy’de Ayla Algan’ın sahnelediği Cihan Bıkmaz’ın oynadığı Lena, Leyla ve Diğerleri’nin galasında yaşadım.
Oyunumun kahramanı Lena oyunun galasında göz yaşları içinde oyunu izliyordu. Oyun sonrasında bu benim öyküm, bu ben’im diye tekrarlıyordu. Öyküsünün bire bir onun öyküsü olmadığını işin içine kurmaca da girdiğini söylemeye çalıştım. Lena’nın akıl hastanesine düşmesi kurmacaya tipik bir örnekti. İşte o zaman Lena beni şaşırtan bir şey söyledi. Meğer o da yaşadıklarına dayanamadığı bir noktada Kiev’deki akıl hastanesinde tedavi görmüş ama bana bunu hiç anlatmamış. Bu açıdan da yazdıklarım kurmaca değil gerçeğin ta kendisiymiş. Gerçek ve kurmacanın iç içe geçmesine şaşırtıcı bir örnekti bu.
Mizahın gücü
Bu kadar ağır konulara mizahla yaklaşmak mümkün mü? 2016’da darbe girişimi olduğunda ben de herkes gibi beynimden vurulmuşa döndüm. Almanca olarak da yayınlanan Memleketimden Kadın Manzaraları adlı belgesel kara mizah oyunum üstüne çalışmak, birden bir kurtuluş gibi oldu. Eleştirel bir mizah anlayışının müthiş bir rahatlatıcı gücü var. Üstümüze üstümüze gelen ve bizleri çok rahatsız eden sorunlardan uzaklaşmaya başlıyoruz. Bu oyunda da muhafazakâr yaşam koçundan ortalığı yıkıp döken maço adamlara, namus bekçilerinden eril sistemin çarkları arasında ezilen kadınlara değin çok farklı insanlar ve olaylar gündeme geliyor. Eril çarkın kadınları nasıl ezdiğini gösteren her küçük sahnenin kendi içinde bütünlüğü olduğu gibi oyunun bütünü ile de bağlantısı var. Oyunun özünü oluşturan mizah anlayışının ise Bertolt Brecht’in deyişiyle yadırgatıcı, şaşırtıcı bir gücü olduğunu söyleyebiliriz. Hiç önemsemediğimiz, olağan saydığımız sıradan olayları birden farklı bir açıdan yaşamamız… Brecht bunu yabancılaştırma etkisi olarak tanımlıyordu. Aslında sorunları farklı bir açıdan gösteren bir mizah anlayışı bana çok yakın, nitekim çocuk kitaplarımın hepsinde yoğun bir mizah var. Ama konular ve sorunlar ne kadar ağırlaşırsa mizah da o kadar güçleşiyor. Sanırım sistem eleştirisinin taşlama aracılığıyla radikal bir biçimde ele alındığı bu oyunu, yaşadığımız koşullarda kimse kolay kolay sahneleme cesaretini bulamayacak.
Günümüzdeki eğilimlerle birlikte sosyal eleştirel bakışın geri plana itilmesi
Bugün belki de en üzüldüğüm şey bizde ya da batı ülkelerinde tiyatroya ve sinemaya yönelen gençlerin giderek daha da apolitikleşmeleri, özel olanla toplumsal olanı çoğu kez birbirinden ayrı görmeleri. Buna tiyatro ve sinemadan sayısız örnek getirebilirim. Tiyatroda çoğu kez bir araya gelen genç bir ekip ya doğaçlama çalışmalarıyla bir oyun çıkartıyor ya da performans türü oyunlara yöneliyor. ‘Benim de hayatım sahnelenmeye değer’ düşüncesi ise daha çok egosu yüksek özçekim kuşağına özgü narsist bir düşünce olmalı. Bütün bu gelişmenin içinde ilginç olan oyunlar da çıkabiliyor kuşkusuz. Ama bu özel ve bireysel olanın sınırları içinde kalan bir gelişmenin sorunsallığını azaltmıyor.
Apolitikleşme, soruna sadece öznel ve bireysel bir açıdan bakma kuşaklar arası diyalog kopukluğuna da yol açıyor. Köln’de arada bir yaptığımız okuma akşamlarından birinde İslam konusunda çeşitli kitapları olan politikacı arkadaşım Lale Akgün feminizm üzerine etkileyici bir konuşma yaptı. Onun görüşüne göre feminizmin temeli kadın haklarına, yani erkek kadın eşitliğine dayanıyordu. Bu açıdan batı toplumlarının hoşgörüyle karşıladıkları türban konusu da çok temel bir sorun oluşturuyordu. Buna özellikle bizden sonraki genç arkadaşlarımız karşı çıktılar çünkü onların liberal görüşüne göre başörtüsü bireysel bir seçimdi; bu açıdan da kimsenin kimseye karışma hakkı yoktu. Tartışmada dikkatimi çeken genç kuşağın konuyu politik bağlamından kopararak tartışmasıydı. Bireysel olanla politik olanın bir bütünü oluşturduğu düşüncesini reddediyorlardı. Kadın hakları ve feminizm üzerine başka tartışmalarda da hep “Her şey kadında olup bitiyor, kadın istemese eşitlik kendiliğinden oluşur” gibi yine bütünden soyutlanmış bir duruş gündeme geliyordu. Benzer bir tartışmayı kadın ticareti konusunda da yaşamıştım. Almanya’da feminizmin temellerini atan Alice Schwarzer bugün çok moda olan seks işçiliği gibi bir kavrama karşı çıkıyordu. Hayat kadınlarının bazıları bunu gönüllü olarak yaptıklarını söyleseler de çoğunluk en ağır koşullarda böyle bir yaşama sürükleniyor, kadın tacirlerinin de cepleri doluyordu. Kadın ticareti yoluyla kadının satılık bir mala dönüştüğü bir ortamda bireysel seçimden ya da işçilikten söz etmek tuhaf kaçmıyor mu? Tıpkı başörtüsü tartışmasında olduğu gibi kadın ticareti üzerine tartışmalarda giderek apolitikleşen çok kültürlü, liberal ana akımın etkilerini görüyoruz. Böyle bir ortamdan sanatın da payını almaması mümkün olabilir mi?
Sanatçılardan ne bekliyoruz?
Yine konumuz tiyatroya dönecek olursak tiyatro alanında bireysel olanla toplumsal ve politik olan arasındaki kesin sınırların kırıldığı bir ortam verimli çalışmalara yol açabilir. Bu açıdan sosyal eleştirel ya da politik oyunlara Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) Jürisi’nin her yıl Genco Erkal Politik Tiyatro ödülü vermesi çok anlamlı olacak. 2024’ün yaz aylarında yitirdiğimiz sevgili Genco Erkal yaşamla tiyatroyu bütünleştiren ve sosyal eleştirel ve politik bir bakışı benimseyen tiyatro anlayışıyla bir çığır açmıştı. Sahnelediği her oyun günün ortam ve koşullarıyla bir hesaplaşmayı gündeme getiriyordu. Bunun için de uzun süreli araştırmalar yapıyordu. Konu insan sömürüsü olunca üzerinde doğrudan çalışmadığı konulara da çok açıktı. Son yıllarda benim toplumsal cinsiyet odaklı oyunlarım üzerine onunla ne çok konuşmuş, tartışmışızdır. Tiyatrocu arkadaşlarımdan onun kadar bu tür konulara açık olan birine ne yazık ki ne kendi kuşağımda rastladım ne de daha genç kuşaklarda.