Her masalın sonunda gökten üç elma düşer ya, bu kez öyle olmadı. Köln’de toplanan bir grup tiyatro gönüllüsü, gökten gelecek elmaları beklemek yerine ortak elleriyle diktikleri ağacın meyvesini paylaştı. Tovak e.V. ev sahipliğinde gerçekleştirilen radyo tiyatrosu çalışması, işte böyle bir düşten filizlendi. Hazırlanan oyun, Youtube platformunda, Tovak TV Türkisch-Deutscher KulturKanal’da yayınlandı.

TOVAK e.V.’nun, sosyal sorumluluk projelerinde iletişimin gücüne inanan vizyoner bir yönetim anlayışı var. Hasan Karaşahin ve Işıl Karaşahin, yenilikçi ve özverili yönetimleri nedeniyle bir övgüyü hak ediyor.

Grubun ilk oyunu, Memleketimden Kadın Manzaraları adını taşıyor. Oyunun yazarı Zehra İpşiroğlu. Zehra hocamla, 80’li yıllarda genç bir tiyatro sevdalısıyken kitaplarını okuyarak tanıştım. Yan yana gelişimiz ise iki yıl öncesine dayanır. Deneyimi ve birikimiyle hayatıma büyük değer katan Zehra hocam, aynı zamanda bu radyo tiyatrosu çalışmasının mimarlarından biri oldu.

Çalışma, 2024 yılı Ekim ayında küçük bir grupla başladı. Kısa süre içinde birbirine tiyatro sevdasıyla bağlanan 20 kişilik büyük bir ekip olmuştuk. Altı ay boyunca diksiyon, beden dili, temel oyunculuk teknikleri, kamera oyunculuğu ve mikrofon oyunculuğu üzerine verimli bir atölye çalışması gerçekleştirdik. Bütün ekip büyük bir inançla, sıkı bir disiplinle sahiplendi atölye çalışmasını. Ardından iki ay süren prova – kayıt süreci ve kısa zamanda ulaştığımız 30.000’i aşkın dinleyiciyle ilk sezonumuzu tamamladık.

Radyo oyununda her şey sesle anlatılır; bir bakış, bir gülüş, bir dokunuş… Her bir ses, bir sahneye, bir kişiliğe, bir duruma dönüşür. Dinleyici, her sahneyi kendi zihninde canlandırır. Zihninde oluşturduğu filmin yönetmeni haline gelir. Alman yazar ve dramaturg Benno Meyer-Wehlack’ın ifadesiyle, “Radyo oyununun üzerinde hareket ettiği sahne, dinleyicinin hayal gücü kadar geniştir.” [1]                         

Çalışmaya katılan her bir arkadaşım sadece sesini değil, ruhunu da kattı bu projeye. Yalnız bir hikâye anlatmakla kalmadı, bir toplumu, bir toplumsal sorunu, bir mücadeleyi, bir umudu seslendirdi. Yazarımızdan teknik ekibe, redaksiyon grubundan oyuncularımıza kadar herkes, kendi duygusal ve entelektüel dünyasını ortaya koyarak bu projeye hayat verdi. Bizi bir araya getiren en güçlü motivasyon, toplumun yaşadığı gerçekliğe dair “ortak bir bilinç” oluşturma çabasıydı.

Tovak Radyosu tiyatro ekibi

Memleketimden Kadın Manzaraları, toplumsal cinsiyet sorununa odaklanan, belgesel tiyatro formunda yazılmış bir oyun. Ana öyküyle iç içe geçmiş yan öyküler, tabloyu çok katmanlı bir memleket manzarasına dönüştürüyor. Oyunun baş karakterlerinden biri Leylâ. Şiddet uygulayan kocasını öldüren ve meşru müdafaa kapsamında tutuklu yargılanan Leylâ oyun boyunca sahnede görünmez, ama hikâyesiyle kadına yönelik şiddet tartışmasının ana unsuru olur. Görümcesi Kader de Leylâ gibi kocasından şiddet görmektedir. Hatta sevgililer günü sürprizi yapmak isterken kocası tarafından bıçaklanmıştır. Ama Kader, kocasının yaptıklarını doğru ve doğal bulur, hatayı kendinde görür. Ağabeyini öldüren Leylâ da hatalıdır. Yaptıklarıyla kocasını şiddete mecbur bırakmıştır.

“KADER: Leylâ var ya, o benim gibi değildi. Dikine dikine giderdi kocasının. Kaç kere abimi göz göre göre şiddete mecbur bıraktı.  Bir keresinde var ya, abimi nasıl çıldırttıysa, abim onu bir dövdü, bir dövdü ki mahallede duymayan kalmadı. Herkes çok üzüldü abimin haline tabii.”  [2]

Kader’in annesi Hüsniye de aynı fikirdedir. Oğlunu önce hapse, sonra da mezara gönderen Leylâ, şeytanın ta kendisidir. Oyunun ilginç karakterlerinden biri de, muhafazakar yaşam koçu Aliye. Ağzı lâf yapan, din ve töre sömürüsüyle kendine mürid toplamayı beceren ve bu yolla kazanç elde eden bir şarlatan.

ALİYE: Erkeklere yapılan baskı ve zulmün sınırı yok. Geçenlerde Erkekleri Kadın  Şiddetinden Koruma Derneği ve Kadın Zulmüne Son Derneği’nin birlikte düzenledikleri bir etkinliğe davetliydim. Ne dramlar, ne acılar yaşanıyor, hangi birini saysam ki! Kocalarının her söylediğine bilip bilmeden karşı çıkanlar, her fırsatta kavga çıkaranlar, sokaklarda olur olmaz kahkaha atanlar, utanmadan karnı burnunda şurda burda dolaşanlar, moda diye bacaklarını açıp piyasaya çıkanlar, açık saçık kıyafetlerle erkeklere sulananlar, affedersiniz kuyruk sallayanlar… Durum vahim, hem de çok çok vahim…“[3]

Eylül ve Zeynep, üniversite öğrencileri. Eylül’ü oyunun başında Leylâ’ya destek veren bir sokak röportajıyla tanırız.

EYLÜL: Leylâ susmadı hiçbir zaman. Şiddet gördüğünde, gözü morardığında, dudağı patladığında, ‘merdivenlerden düştüm’, ya da ‘buzdolabına çarptım‘ demedi, diğer kadınlar gibi… Bu mahallenin kadınları nedense çok sakardır… Aslında herkes bilir olanı biteni, ama susar. En iyisi görmezden gelmek tabii. “[4]

Eylül, daha sonra sokakta taciz edildiği için karakola başvurur. Erkek polislerin alaycı ve iğneleyici yaklaşımı onu bir kez daha yaralar. Israrla kadın polis ister, ama ondan da beklediği desteği bulamaz.

Diğer sosyoloji öğrencisi Zeynep, Aliye’nin düzenlediği bir sohbet toplantısında karşımıza çıkar. Aliye’yi hayranlıkla, sorgusuz bir bağlılıkla dinleyen kitlenin içinde aykırı bir ses olur. Bu körü körüne bağlılığa, kadının yine kadınlar tarafından aşağılanmasına karşı çıkar, ama Eylül gibi tek başına kalır. Esin hoca ise mücadeleci bir akademisyendir. Kadın haklarını savunan bir konuşması nedeniyle erkek öğrenciler tarafından şikâyet edilir ve okuldan uzaklaştırılır.

Oyunda erkek karakterler de var tabii. Namus bekçileri Hıncal, Feyzullah, Kaya, polis memurları ve dekan. Hepsi günden güne çoğalarak karşımıza çıkan cinsiyetçi örnekler.

Memleketimden Kadın Manzaraları, sıra dışı görünen insan öyküleri içeriyor. Oysa bütün öyküler gazete haberlerine dayalı, belgeli, gerçek olaylardan hareketle kurgulanmış. Zehra İpşiroğlu, böylesine acı öyküleri mizah diliyle anlatmış. Bu, gülümsetirken yürek donduran kara bir mizah elbette. Ve oyun, bir süre sonra absürd bir anlatıma dönüşüyor. Absürd tanımını önemsiyorum. Oyun dilinin bu yanını irdelemek üzere, Zehra İpşiroğlu’nun bir başka çalışmasına göz atmakta yarar var. Yazarımız, 1978 yılında yayınlanan Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik adlı kitabında, “absurd”  kavramına şöyle bir açıklık getiriyor.

“Sözlükte absurd sözcüğünün karşılığı us dışı, saçma, uyumsuz olarak veriliyor. Us dışı bize sürrealizmi anımsatıyor. Sürrealizm denilince bilinçaltının uyurgezerlere özgü bir otomatizm içinde ortaya dökülmesi akla geliyor. Absurd tiyatroda böyle bir otomatizm söz konusu değil, burada tam aksine eleştiren, sorunları deşen, onların özüne giden, bilinçaltının derinliklerine indiği zaman da onu gün ışığına çıkarmaya çalışan bir akılcılıkla, bilinçli bir tutumla karşılaşıyoruz… Burada mantıksal bir çelişki değil, gerçekçilik düzeyinde alışkanlıkların, gelenek ve törelerin dondurduğu kalıplarla yaşam arasındaki tutarsızlık, uyumsuzluk söz konusudur. “[5]

Oyundaki kurgunun ve diyalog yapısının tanımı tam da budur. Aynı kitabın ilerleyen sayfalarında ilginç bir alt başlık daha dikkat çekiyor. “Kitle İnsanı”… Memleketimden Kadın Manzaraları için ufuk açıcı bir kavram olduğunu düşünüyorum. Kitaptan bu kavramla ilgili bir alıntı daha yapalım.

Mine Selen ekibi çalıştırırken

“Endüstri çağında toplumun tabanını oluşturan yığınların yüzeye çıkmasıyla, ortaya çıkan kitle insanını Ionesco, ‘Tagebuch (Journal en miettes)’ adlı yazısında şöyle tanımlar… ‘En kurnazları, olaylara ayak uydurabilenler, başarıya ulaşıyor. Akıntıya karşı yüzmüyorlar. Böylece hep kârlı çıkıyorlar. Kazançlılar ama yaşamıyorlar, kendileri yok ortada, akımın içinde eriyorlar, onun biçimini alıyorlar, kendi biçimleri yok. … Bense dağlar aşmak zorundayım, hiçbir zaman tırmanamadığım dağları. Olası olmayanı yapmak zorunluluğunu duyan seçkin bir soyun insanıyım. Ne yazık ki, bu soyun en miskinlerinden biriyim. Kımıldayamıyorum yerimden ve dağlar gittikçe yükseliyor, gittikçe daha korkunç oluyor. Ben onlara gitmesem, onlar bana gelecek. Şimdiden yerin sarsıntısını duyuyorum, kayaların üstüme düştüklerini ve beni paramparça ettiklerini görüyorum. Biliyorum, her şeyden vazgeçerim ama kendimden vazgeçemem.’”[6]

Ionesco, bu insanları “akıntıya kapılanlar” olarak niteler. Onlar için yaşam, kendilerine biçilen rolleri sorgulamadan yerine getirmekten ibarettir. Akıntının yönü değiştiğinde, o değişime kolaylıkla uyum sağlayabilirler çünkü zaten kendi biçimlerinden yoksundurlar. Bireysel kimlikleri, içinde eridikleri kitle tarafından şekillendirilir. Bu nedenle, kitle insanı için hayatta kalmak, başarıya ulaşmak, sistemin sunduğu avantajlardan yararlanmak öncelikli hale gelir. Ancak bu, gerçek bir varoluş değil, sadece bir “var olma hali”di

Zehra İpşiroğlu’nun Memleketimden Kadın Manzaraları oyunu tam da bu noktada kritik bir analiz sunar. Oyun, kadınların toplumsal baskı altında kendi seslerini kaybetmelerini somut örneklerle anlatır. İpşiroğlu’nun aktardığı kadın hikâyeleri, kadınların bireyselleşme çabalarının geleneksel normlarla nasıl bastırıldığını gösterir. Kadınların ekonomik ve sosyal hayatta pasifleşmesi, onların “kitle”nin bir parçası haline gelmesini kaçınılmaz kılar. Kadınların toplumun kendilerine biçtiği rolleri sorgulamak yerine bunlara uyum sağlaması, Ionesco’nun bahsettiği “akıntıya kapılma” durumunun bir yansımasıdır. Bu noktada, birey olma mücadelesi veren kadınların karşılaştığı zorluklar, kitle insanı ile birey arasındaki gerilimi doğrudan gözler önüne serer. Kadınlar, toplumsal cinsiyet normlarının belirlediği dar kalıplar içinde var olurken, kendi bireysel potansiyellerinden vazgeçmek zorunda bırakılır.

Aliye, Kader, Hüsniye, mahallenin namus bekçisi delikanlılar, dekan, karakoldaki polisler, televizyon stüdyosunda bu şiddet pornografisini izlemekten haz duyan seyirciler, reyting uğruna kendinden vazgeçen program sunucuları… Hepsi “kitle insanı”nın can bulmuş hali. Eylül, Zeynep, Esin hoca gibi kendinden vazgeçmeyenler ise kitle insanı olmayı reddenen, Ionesco’nun söz ettiği dağlara karşı mücadele etmeye çalışan bir avuç güzel insan.

Ve son söz… Akıntıya kapılmayı reddedenler, toplumsal tepkilerini ortaya koyarken şu sloganı sıklıkla seslendirir.

“Susma, sustukça sıra sana gelecek.”

Oysa kitlenin keskinleştiği, kitle insanının çoğaldığı günümüz toplumunda bu slogan artık biçim değiştiriyor.

“Sussan da susmasan da sıra sana gelecek.”

Değişen bu durum, bir korkuya ya da umutsuzluğa yol açmamalı elbette. Birlikte, cesur ve kararlı olduğumuz sürece gün döner, dünya değişir. Esin hocanın, oyunun sonunda söylediği gibi;

ESİN: Umut hep var. Şu an karanlıkta olsak bile var… Bir gün geriye baktığımızda, ‘evet çok kötü günler geçirdik, ama artık hepsi geride kaldı’, diyebileceğiz… Dayanışma olduğu sürece. Buna yürekten inanıyorum. Çünkü umut insanda, umut yaşamda…“[7]