Yaşananlar Kader Değil, Değişim Mümkün
Zehra İpșiroğlu’nun üç tiyatro metni, Babalar, Amcalar ve Diğerleri, Yüzleşme ve Erkeklik Hapishanesi cinsiyetçi ve ataerkil bir toplum anlayışının ürettiği şiddet kavramını her boyutuyla irdeliyor. Bu birbirinden bağımsız üç oyun, şiddetin davranış kalıplarımıza, dilimize ve yaşam biçimimize nasıl işlediğini, şiddet çemberinin kuşaktan kuşağa nasıl aktarıldığını, kalıplaşmış geleneklerin, zararsız gördüğümüz tabuların, aslında şiddeti nasıl ilmek ilmek ördüğünü ve nihayet başka türlü bir yaşama ve dayanışma biçiminin de var olabileceğini göstermeleri açısından birbirlerini tamamlıyor. Bu sebeple bu oyunlar bir üçleme seklinde değerlendirebilir.
Babalar Amcalar ve Diğerleri:
“Aile kutsaldır”, “kol kesilir yen içinde kalır”, “aile içine karışılmaz” gibi yüzyıllar boyu kökleşmiş öğretilerle büyütülmüş olmamız, kutsal olanı zedeleyeceğimize ilişkin korkumuz, bizi aile içi şiddet, çocuğa yönelik cinsel taciz ve tecavüz konularının varlığını bile kabul etmekten uzak tutuyor. Bu tabuları yıkan bir filmi izlemek, bir kitabı okumak şöyle dursun, konuşmuyoruz bile. Bir amcanın, dayının yeğenine cinsel tacizde bulunması, bir erkeğin karısına şiddet göstermesi gibi olayların hep bir “başka evde”, “fakir” ve “eğitimsiz” ailelerde olabileceği yanılgısına büyük bir kuvvetle inanıyor, tehlikeyi dışarıda sanıyor ve gözümüzün önünde olabilecekleri görmemeyi seçiyoruz. Oysa failler de kurbanlar da içimizde. Din, dil, ırk, eğitim, kültür ve ekonomik durumdan bağımsız aile içi şiddet ve çocuğa yönelik cinsel taciz toplumun her kesiminde görülen ama görmezden gelinen oldukça büyük bir sorun.
Üçlemenin ilk oyunu Babalar Amcalar ve Diğerleri, çocuğa yönelik cinsel tacizi merkeze alarak şiddetin en yıkıcı yanıyla çevrelenmiş, öldürülmüş, tecavüze uğramış çocukların ve kadınların öykülerini acıyı pornografik bir unsur olarak kullanmadan, olayın kendinden çok nedenleri ve sonuçlarını çok yönlü irdeleyerek bize sorgulatıyor.
Bir anlatı tiyatrosu şeklinde kurgulanmış iki sahneden oluşan oyunun ilk sahnesinde Suzan’ı, ikinci sahnede ise Selin’i dinliyoruz. Suzan ve Selin amca çocukları. Suzan’ın babası çok başarılı bir politikacı, amcası (Selin’in babası) ise çok ünlü, herkesin göz bebeği bir şair. Yani düşünülenin aksine eğitimsiz ya da fakir aileler değil. Oyunda kırsal kesimi temsilen ailenin bahçıvanının kızı Sultan da yer alıyor. Selin’in o herkesin hayranlıkla dinlediği şair babası kendi yeğeni Suzan’ı ve bahçıvanın kızı Sultan’ı istismar ediyor. Suzan, seneler boyu olanı biteni saklıyor. Sultan, kendinden 40 yaş büyük biriyle evlendiriliyor, sonra genç bir delikanlıya aşık olup onunla kaçıyor ama bu sefer de onu “deli gibi seven” bu genç sevgili Sultan’ı kıskançlık kriziyle öldürüyor. Suzan yıllarca sustuktan sonra önce kuzeni Selin’e sonra da annesine açılıyor ve bir aile yemeğinde amcasıyla yüzleşiyor ancak ailede hiç kimse ona inanmıyor. Onu yalan söylemekle, aklını yitirmekle itham ediyorlar. Kocası tarafından her gün dayak yiyen annesi bile sessiz kalıyor. Kendini savunma mücadelesi başarısızlıkla sonuçlanan Suzan, bütün bu yalnız kalmışlık ortasında kendini öldürmeyi seçiyor. Suzan’ın amcasına karşı açtığı davada ne ailesinden ne arkadaşlarından destek göremeyişiyle ünlü, köklü ve güçlü bir ailenin nasıl her şeyi örtbas edebildiğine şahit oluyoruz. Kadını baskı altına alan anlayışın, toplumun her kesiminde nasıl köklendiğini, adalet sistemi, politika ve medyanın şiddeti nasıl beslediğini ve körüklediğini görüyoruz.
İkinci sahnede Suzan’ın intiharının üzerinden dokuz yıl geçmiş. Suzan ve Sultan’ın ölümüyle bir aydınlanma yaşayan, olan bitenle ve babasıyla hesaplaşmaya başlayan Selin’in girdiği sorgulama sürecini ve yaşadığı dönüşümü görüyoruz. Suzan’ın başlattığı hukuk mücadelesini devam ettiren Selin, sonunda babasını hapse attırmayı başarıyor. Aradan geçen dokuz yıl sonunda yaşananlara bir mesafeyle bakan Selin’in tavrıyla, oyun izleyici/okuyucuyu duygusal bir çıkmazın içine hapsetmeden, görünmeyenin ardındaki gerçeği düşünsel ve eleştirel boyutta belli bir uyanıklık ve farkındalık düzleminde irdelemeye davet ediyor.
Yüzleşme
Yüzleşme, eril sistemi içselleştirmiş üç kadın; Özlem, Serra ve Sibel’in, hepimizin bir şekilde deneyimlediği, tanıdık, bildik öyküleri üzerinden, ataerkil sistemin normalleştirilmiş şiddet biçimlerini ele alıyor. Oyun, düşünce kalıplarımızın şiddeti nasıl beslediğini sorgulatarak, bizi kendimize yabancılaştığımız bir yolculuğa çıkarıyor.
Özlem’in öyküsünde, korumacı ve baskıcı, ona özgürlük alanı bırakmayan; tüm müdahalelerini “kızını korumak” ve “onun iyiliğini düşünmek” gerekçesiyle meşrulaştıran bir baba figürüyle, sevgi, saygı, korku, müdahale, özgürlük ve tutsaklık kavramlarının birbirine karıştığı bir dünya ile hesaplaşılıyor. Kadını, korunması gereken, zayıf bir nesne olarak konumlandıran, kıskançlığı, sevginin bir göstergesi sayan düşünce kalıplarıyla yüzleşiliyor.
Özlem’in annesi Serra, üniversitede öğretim görevlisi; uzmanlık alanı toplumsal cinsiyet, kadın ve şiddet. Kâğıt üzerinde konunun uzmanı da olsa, etrafında saygınlığıyla ün salmış doktor kocası Mert’in önce sözlü başlayan, ardından fiziksel şiddete dönüşen davranışlarına karşı ne yapacağını bilemiyor. Mert’in her defasında pişman olan, özür dileyen yanına kanıyor. Serra, kendine şiddet gördüğü gerçeğini yakıştıramayan, kendini suçlayan; “Aman, etraf ne der?” diyerek yaşadıklarına kılıf uyduran, “Bir kerelikti, canım,” diyerek kendini kandıran bir kadına dönüşüyor. Sustukça hem yaşadıklarını hem de kendini unutan Serra’nın hikâyesi, şiddetin eğitim ve kültür tanımadığının bir kez daha altını çiziyor.
Sibel, Mert’le aynı hastanede çalışan bir hemşire. Mert, Sibel’den iş arkadaşlığından daha fazlasını istiyor, Sibel’in hayır deyişini asla ciddiye almıyor ve onu telefonla, mesajlarla, yolda önünü keserek, sarhoş, evinin kapısına dayanarak taciz ediyor. Sibel’e yaşama alanı bırakmayacak noktaya getiren ısrarları ve tacizleri sonucunda Sibel, Mert hakkında suç duyurusunda bulunuyor. Fakat burada oyunun gizli karakteri “mahalle baskısı” devreye giriyor. “Adama ilgi duymuyorsan neden ikide bir de onunla kahve içmeye gidiyordun?”, “Neden hep aynı günlerde nöbete kalıyordunuz?”, “Yani Mert’e sen hiç cesaret vermedin mi?”, “Arkadaşlık mı, erkekle kadın arasında arkadaşlık mı olur?” gibi Sibel’i suçlayan ve hiçe sayan bu mahalle baskısı Sibel’i şehri terk edecek noktaya getiriyor.
Bu üç kadının öykülerinin kesiştiği noktada birbirlerine ayna oldukları, birbirlerini dinler ve anlamaya çalışırken kendi gerçeklikleriyle de yüzleştikleri ve böylece dönüşmeye başladıkları bir sonla biten Yüzleşme; konuşmanın, dayanışmanın, bizi kuşatmış eril zihniyetin izlerinin farkına varmanın iyileştirici yanına vurgu yapıyor.

Erkeklik Hapishanesi:
Üçlemenin son oyunu Erkeklik Hapishanesi, iki bölümlük interaktif dijital bir anlatı tiyatrosu olarak tasarlanmış. Oyunda iki oyuncunun moderatörlüğünde Gelecek Tasarım Atölyesi başlığıyla bir forum oluşturuluyor. İzleyicilerin arasına yerleştirilmiş 7 kadın 7 erkek oyuncunun, tartışılan konulara karşı müdahaleleri ve yorumlarıyla her kesimden her düşünceden insanın görüşüne yer veriliyor. “Şiddet nedir? Ve nasıl önüne geçilebilir?”, “Atalarımızın, babalarımızın, analarımızın bizlere öğrettiklerinde şiddetin ne kadar payı var?”, “Toksik erkeklik nasıl oluşuyor?”, “Başka bir erkeklik biçimi mümkün mü?” gibi soruların etrafında tartışma ve düşünme ortamı yaratan, doğaçlamaya açık bu oyun izleyici/okuyucusunu kendi dönüşüm hikâyelerini anlatmaya davet ediyor.
Oyun, tarihçi Derin ve tiyatrocu Yunus’un aile içinde şiddetle başlayan çocuklukları, geçmişleri, onlara dayatılan toksik erkeklik kalıplarıyla hesaplaşmaları ve kendilerini dönüştürme çabalarını anlattıkları öyküleriyle izleyicilere/okuyuculara hem umut hem de dönüşüm için ilham verici bir etki yaratıyor.
Derin’in, annesine psikolojik şiddet uygulayan sonra da onu bir başka kadınla birlikte olmak için terk eden babasıyla başlayan, annesiyle kurduğu ilişki biçimi, evlenişi ve doktora tezini yazarken bir yandan da evde çocuğuna bakmasına evrilen hikâyesini dinliyoruz.
Çocukluğunda alkolik babasının hem fiziksel hem psikolojik şiddetine maruz kalan Yunus’un mahalle mafyasına karışıp hapse girişi, sonra dine yönelişi ve sonra da tiyatrocu oluşuyla yaşadığı dönüşüm sürecine tanık oluyoruz.
Oyun, başka doğruların da olabileceği bilinciyle, yaşam alanlarına müdahale etmeden, herkesin kendi değişim serüvenine saygı duyulan bir ortam oluşturması; tartışmanın ve karşılıklı anlayışın kapılarını açması, konuşmanın, deneyimleri paylaşmanın, sorgulamanın, sanatın, tiyatronun ve dayanışmanın iyileştirici gücünü deneyimletmesi açısından önemli bir zemin sunuyor.
Yaşananlar kader değil. Değişim mümkün.
2024 yılında 394 kadın ve 33 kız çocuğu öldürüldü. Kadınların yüzde 75’i aile içinde öldürüldü. 19 kız çocuğu babaları tarafından anneleriyle birlikte öldürüldü. (Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, 2024). Bu istatistikler artık hayatların son bulduğu, görmezden gelemeyeceğimiz noktaya gelindiği durumda kayıt altına alınan, alınabilen sayılar. Ancak aile içinde şiddetin ya da çocuk tacizinin gerçek sayılarına ulaşmak mağdurların konuşmasının önüne geçen sistem yüzünden mümkün değil. Ve bizler görmemeyi, duymamayı, konuşmamayı seçtikçe bu sayılar daha da artıyor.
Görmek, duymak, konuşmak, anlamak mümkün. Her şeyden öte değişmek mümkün. Şiddetin izlerini fark etmek, bizi kuşatan çıkmazların sınırlarını aşmak ve kurtuluşumuzun önünü açmak için bir başlangıç. Yaşadığımız tacizler, tecavüzler, psikolojik ve fiziksel şiddet bizi tanımlamıyor. Yaralarımızın farkına varmak ve onları sarmak mümkün. Şiddetin sinyallerini görmek, yargılamadan dinlemek, dayanışma içinde olmak ve birbirine güç vermek mümkün.
Sanatsal estetiğinin ötesinde, bu oyunlar, içinde bulunduğumuz döngüleri bize göstererek, tartışmanın, anlamanın ve dayanışmanın önünü açan, yaşananların kader olmadığını gösteren bir rehber niteliğinde. Değişim mümkün ve bu bizim elimizde. Bugün, başlamak için çok güzel bir gün.