Bu yazı Eylem Ejder Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108) Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu ile Eserleri, Tiyatro ve Kadınlar Üzerine Bir Söyleşi
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu ile Eserleri, Tiyatro ve Kadınlar
Üzerine Bir Söyleşi
Eylem Ejder*
Tiyatroda Alımlama, Dramaturji ve Tiyatro Eleştirisi Üzerine
Dramaturjiden Sahne Çözümlemesine, Tiyatroda Alımlama, Dünden
Bugüne Brecht, Tiyatroda Düşünsellik, Dramaturjiye Giriş, Tiyatroda
Devrim, Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik, Eleştirinin Eleştirisi, Tiyatro
da Kültürler Arası Etkileşim, Tiyatroda Yeni Arayışlar gibi inceleme ki
taplarınızın ortak noktası “tiyatroda alımlama”yı farklı metinler ve
sahneleme örnekleriyle göstermek, bu bağlamda kuramsal birikimi
nizle uygulamanın bütünleşmesini sağlamak. Tiyatroda alımlamanın
dramaturjiyle ilişkisini açarak konuya girebilir miyiz?
Tiyatroda alımlama, bir oyun metnini ya da sahnelemeyi anlamanın ilk
adımı. Metni okurken metindeki göstergeleri birbirleriyle bağlantılarını
çıkararak anlamaya çalışıyorsunuz. Okuma, anlamlandırma, yorumlama
gibi bir alımlama sürecinin sonunda o metni bütün incelikleri ve özellikle
riyle anlamaya başlıyorsunuz. Böylece metnin omuriliğini oluşturan dra
maturjik yapısı da görünürlük kazanıyor. Aynı şey sahne alımlaması için
de söz konusu. Tiyatroda Alımlama, Dramaturjiden Sahne Çözümlemesine
kitabımda somut sahneleme örnekleriyle alımlama modelleri oluşturuyo
rum. Metne bağlı bir sahneleme anlayışından uyarlamalara, yeni bir metin
oluşturmadan performans türü oyunlara değin çeşitli türde sahnelemelere
örnekler getiriyorum. Bu süreç içinde sahnelemenin ardındaki dramaturjik
kurgu da ortaya çıkıyor.
Alımlama yaşam karşısında bir duruş. Bunu her şeye uygulayabilirsiniz.
Diyelim bir insanla tanışıyor ya da bir olayla karşılaşıyorsunuz. Sözgelimi
toplumsal cinsiyet konulu yazma projelerim bağlamında hiç tanımadığımız
* Ankara Üniversitesi, Tiyatro Bölümü, Doktora Öğrencisi.
Prof.Dr. Zehra İpşiroğlu ile yapılan bu söyleşi Aralık 2106 ve Nisan 2017 tarihleri
arasında kimi zaman yazarla e-posta aracılığıyla yapılan yazışmalara, kimi zaman ise
karşılıklı görüşmelere dayanarak gerçekleştirilmiştir (söyleşiyi yapanın notu).
89|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
kadınlarla yaptığımız röportajları ele alalım. Alımlama süreci içinde karşı
nızdaki insanı anlamaya çalışıyorsunuz. Kendi düşüncelerinizi, duyguları
nızı, izlenimlerinizi geri plana iterek gözlemciliğinize ağırlık veriyorsunuz.
Söylenen, söylenmeyen her şeyi, kısaca göstergeleri birbirleriyle ilişkilen
direrek okumaya başlıyorsunuz. Bu süreç içinde yavaş yavaş kapılar açılı
yor, karşınızdaki insanla ilgili çok şey görmeye başlıyorsunuz. Sözgelimi
ne tür duygularla boğuştuğu, nasıl bir zihniyet yapısı olduğu, bu zihniyetin
ve duyguların ardında hangi ideolojilerin olduğu, bunlarla nasıl başa çıktığı
ya da çıkamadığı, kısaca o insanın yapısını çıkarıyorsunuz. Aynı şey sanat
yapıtıyla iletişimde de söz konusu. Tiyatroda buna dramaturji diyoruz.
Bizde çoğu kez algılama ile alımlama karıştırılıyor. Algılama ilk izle
nim anlamına geliyor, sadece anlık bir duygu. Alımlama ise algılama, oku
ma, çözümleme, yorumlama, anlamayı kuşatan çok uzun bir süreç. Hem
duyuları hem de refleksyonu, yani düşünselliği içeriyor.
İkibinli yılların başında, sanat tarihçisi ve müzisyen anneniz Na
zan İpşiroğlu ile birlikte alımlama üzerine bir dizi başlatmıştınız, bu
çalışmanın amacı neydi?
Amacımız her sanat yapıtının alımlayanla yaşadığını göstermekti. Bu
bağlamda seçilen alana göre söz konusu sanat yapıtını tüm boyutları ve
yönleriyle irdelenmesi önem kazanıyordu. Sanat yapıtıyla alımlayan ara
sında hiç bitmeyen bir diyalog var. İşte alımlama dizimizde bu diyaloğun
aşamalarını, gelişme sürecini çeşitli örneklerle irdeliyorduk.
Zaman içinde Tiyatro, Yazın, Sanat Alımlaması üzerine yayınlar yaptık.
Bunu Sinema ve Müzik Alımlaması izleyecekti ama diziyi sürdüremedik.
Sanat, müzik, edebiyat, tiyatro alımlaması kitapları ayrı ayrı yayınevlerin
de çıktı. Tasarladığımız türde görme ve düşünme biçimimizi değiştirecek
bir dizi olamadı.
Bir dönem Eleştirinin Eleştirisi kitabınız çok tartışmalara yol aç
mıştı. Eleştiri anlayışımız yeterince gelişmemiş olduğuna göre bu ki
tap da güncelliğini hâlâ koruyor. Eleştiri ile alımlama arasında nasıl
bir ilişki olduğunu düşünüyorsunuz?
Eleştiri yazma, alımlama sürecinin ancak son aşaması olabilir. Sahne
lemeyi bu sürecin sonunda iyice anladıktan sonra neyin eksik olduğu ya
90|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
da tam oturmadığı, neyin çok başarılı olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Böyle bir eleştiri kırıcı değil yapıcı oluyor ister istemez. Çünkü yapıta dı
şarıdan, uzaktan değil içeriden bir bakış söz konusu. Bu da yaşam karşı
sında temel bir duruş. Eleştiri anlık izlenimlerimizi anlatmak, kutuplaşma
yaratmak, ego gösterisi yapmak ya da bir şeyi karalamak anlamına gelmi
yor. Eleştirdiğimiz şeyi bütüncül bir bakışla anlamak eksikleri görmek an
lamına geliyor. Bunu yaşamda her şeye uygulayabilirsiniz. Bizde ne yazık
ki anlamadan ahkâm kesme, önyargılarla fikir yürütmek eleştiriyle çoğu
kez karıştırılıyor.
Sanırım bazı kavramlara karşı önyargılıyız ve olumsuz bir algı
ya sahibiz. Eleştiri sözcüğü bunlardan biri. Siz nasıl tanımlıyorsunuz
eleştiriyi ve eleştirinin amacını?
Gündelik dilde eleştiri genellikle olumsuz anlamda kullanılıyor. Oysa
eleştirinin amacı karşı çıkmak değil, açığa çıkarmak, anlamaktır. Yani bir
sorunun açığa çıkartılması, o sorunun özüne inilerek hem olumlu hem de
olumsuz yanlarının aydınlatılması. Eleştirel düşünce otoriter düşünceye
temelinden ters düşüyor. Otoriter düşünceye bağlı bir insan çeşitli otoriter
güçlerin, önyargıların, dogmaların, ideolojilerin kendisine aktardıklarını
yinelemekle yetinir. Gerçekle dolaysız bir iletişim kuramaz. Gerçeklerden
kopuk soyut bir kavram yığmacası içinde boğulur kalır. Böylece otoriter
sistemin bir vidası haline gelir. Aslında ne kadar otoriterseniz eleştiriye
karşı da o kadar tahammülsüz bir hale geliyorsunuz. Günümüzde bunu çok
acı bir biçimde yaşamıyor muyuz? “Düşünme, düşünmeyi gerçekleştirme
yerine önceden saptanmış hazır bir düşünceden yola çıkmak bence çok
tehlikeli bir yöntem” diyor İtalyan faşizmini çocukluğunda yaşamış olan
ünlü sinema yönetmeni Frederico Fellini. Bu bize de çok uyuyor değil mi?
Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünün kurulması
Doksanlı yıllarda İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve
Dramaturji Bölümünü kurdunuz. Sizi aynı üniversitede Alman Dili
Edebiyatı profesörü olarak bu bölümün açılmasına iten sebep neydi?
Bölümün kuruluş yıllarında nasıl bir tiyatro eğitimini odağa aldınız?
91|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Haldun Taner tiyatromuzda çok iyi oyuncuların olduğunu ama yönet
men ve eleştirmenin bir türlü yetişmediğini söylüyordu. İstanbul Üniver
sitesi bünyesinde tiyatroda düşünselliğe ağırlık veren bir tiyatro bilim dalı
kurmayı amaçlamıştı. Yıllar sonra bu bana nasip oldu. O yıllarda öğren
cileri yetenek sınavıyla seçiyorduk. Amacımız tiyatroyu gerçekten seven
ve kendini geliştirmek isteyen bu işe gönül bağlamış genç insanlarla ça
lışmaktı. Gerçekten de bölüme gelen öğrenciler çok özeldi, birçoğu sizin
gibi farklı branşlarda okumuş ya da mezun olmuştu. Şimdi de bu alanda
kendini geliştirmek istiyordu.
Hiyerarşik bir yapılanmadan çok uzak olan bu bölümde öğrenci, asis
tan, öğretim üyesi hep birlikte yeni bir arayışa girmiştik, yeni bir şeyler
keşfetmenin heyecanı içindeydik. Birlikte araştırmak, incelemek, yazmak
tartışmak çalışmalarımızın temelini oluşturuyordu. Düşünce alışverişi çok
önemliydi. Bu açıdan da öğretim üyesi odaklı, ezberci bir eğitim anlayışı
na temelinden karşıydık.
Bu bağlamda tiyatroda düşünsellik kavramı önem kazanıyordu sa
nırım. Bu kavramı açabilir misiniz?
Tiyatroda düşünsellik deyince ilk akla gelen tiyatroda alımlama, dra
maturji ve eleştiriydi tabii ki. Bir oyunu okumak, üzerinde düşünmek,
öykü ve söylem düzleminde yorumlamak, sahne yorumu ile metin arasın
daki bağlantıları çıkartmak vb. Çalışmalar doğrudan oyun metinleriyle ya
da sahne yorumlarıyla hesaplaşmayı beraberinde getiriyordu. Ben Alman
ya’ya gittikten sonra bölümün yöneticiliğini üstlenen Dikmen Gürün’ün
aynı zamanda Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalinin yöneticisi olması
da bence yol açıcı oldu. Çünkü öğrenciler dünyanın dört bir yanından ge
len farklı tiyatro gruplarını tanıdılar, sahne yorumlarını izlediler, atölye ça
lışmalarına katıldılar, bütün bunlar bölümün giderek yeşermesini sağladı.
Tiyatro bölümünün ana düşüncesini oluşturan bu duruş zamanla iyice
kök saldı. Bölümü devam ettiren öğrencilerim ve arkadaşlarım hem okuma
çalışmalarına hem de yaratıcılığa ağırlık veriyorlar. Kuramsal çalışmalar ise
tiyatroda düşünselliğin yollarını açtığı oranda anlam kazanıyor. Öte yan
dan bu alanda üretici olan gençlerin yayın alanında desteklenmeleri de çok
önemli. Bölümün bu çizgide de çok üretici olduğunu düşünüyorum. Bugün
bu bölümden mezun olan birçok öğrencimiz de önemli konumlara geldiler.
92|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Tiyatroda toplumsal cinsiyet
Son yıllardaki çalışmalarınızın ağırlığını toplumsal cinsiyet oluştu
ruyor. Bu konuya hassasiyetle yaklaştığınızı, öğrencilerinizle de ortak
çalışmalar yürüttüğünüzü biliyoruz. Çalışmalarınızın ibresini toplum
sal cinsiyet tartışmalarına döndüren sebepler üzerinde konuşalım mı?
Yaşadığımız ortamdan ister istemez çok etkileniyoruz. Son yıllarda ka
dına yönelik şiddet hem arttı hem de görünürlük kazandı. Belki artmasının
nedeni kadınların yavaş yavaş bilinçlenmeleriyle ilgili. Birçok kadın ken
dilerine erkekler tarafından dayatılan bir yaşamı artık istemiyor. Okumak,
meslek sahibi olmak, kendi seçtiği kişiyle evlenmek, istediği gibi bir ya
şam kurmak, mutsuz bir evlilikten kurtularak boşanmak, çocuk doğurup
doğurmayacağına kendisi karar vermek isteyen kadınların sayısı günden
güne artıyor. Biliyorsunuz kolektif bir karşı koymayı dile getiren Gezi
olaylarında kadınlar başı çekiyordu. Gezi’de kadınların nasıl bir gizil gücü
oluşturdukları iyice belirginleşmişti. Bu toplumda bir şeyler değişecekse
bu mutlaka kadınların aktif katılımıyla gerçekleşecek.
Öte yandan geleneklerin ve dinin baskısı bugün doruğuna ulaşmış du
rumda. Dinci ve milliyetçi eril söylemlerin insan, kadın ve çocuk hakları
nın önüne geçtiği bir ortamda kadınların birçoğu bu söylemleri kolaylıkla
içselleştirebiliyor. Kadının kapatılması bu söylemin bir uzantısı. Biliyor
sunuz kadınlar yıllarca kapatılma savaşımını verdiler ve sonunda kazandı
lar. Diyelim herhangi bir kadın kapanması gerektiğini söyleyen dinci bir
söylemin etkisinde olduğu için ya da keyfi istediği için başını örtüyor. Bu
kimseyi ilgilendirmez, çünkü onun seçimi. Ama dinin politik amaçla kul
lanılarak kadının kapatılması bugün artık iyice kanıksanmış bile olsa, yine
de çok tehlikeli bir oyun. Bugün İslam ülkelerinde kadının köle durumun
da olduğunu, ona hiç yaşam hakkı tanınmadığını, en küçük karşı çıkışta
öldürüldüğünü bilmeyen yok. Öyle olduğu halde toplumumuzda bir kesim
kadın, kadını sımsıkı kuşatan eril zihniyeti öylesine içselleştirmiş ki yarın
öbür gün “kocamdır döver de söver de yaşatır da öldürür de” zihniyetiyle
dayak yeme, dahası öldürülüp yok edilme mücadelesine bile girebilirler.
Toplumdaki kutuplaşmanın uzantıları kadın üstüne sürdürülen tartışmalar
da belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Bütün bunlara kayıtsız kalmamız
olanaksız. Son yazdığım belgesel kara mizah oyunum Memleketimden Ka
dın Manzaraları’nda da bunu gündeme getiriyorum
93|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
İstanbul Üniversitesi’nde kendi kurduğum Dramaturji ve Tiyatro Eleş
tirmenliği Bölümü’nde ve Almanya’da yıllarca çalıştığım Essen Üniversi
tesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde verdiğim yaratıcı yazma ve röportaj
derslerinde kadın sorunlarından göçmenlerin sorunlarına, sokakta yatan
varoşların yaşamından Almanya’daki göçmen çocuklarının sorunlarına
değin çeşitli konulara yer verdik. Ama bu konuların başında hep kadınların
sorunları gündeme geliyordu. Kadın ve göç, kadın ve şiddet, namus soru
nu, töre cinayetleri vb. konular gündemimizden hiç çıkmıyordu. Zaman
içinde çok zengin bir malzeme oluştu. Ben de çalışmalarımda bu malze
meden çok yararlandım.
Aslında son yıllarda kadınları, kadınlara dair çarpıcı yaşam hikâ
yelerini konu edinen, edebiyattan televizyon dizilerine dek pek çok
popüler iş var. Ne var ki, sizin eserlerinizin içeriği yaşadığımız coğ
rafyadan kadın manzaraları sunmanın, olanı göstermenin ötesinde,
bu hikâyelerin ardındaki bir mekanizmayı, sözgelimi eril bir zihniyeti
ifşa etmeye çalışıyor.
Ben de buna değinmek istiyordum. Bu konuda duyarlılık arttıkça ya
yınlar da çoğalıyor. Ne var ki bu tür yayınların pek çoğu sansasyon öykü
lerini anlatmaktan öteye geçemiyor. Bu tür öyküler de bir süre sonra bık
kınlık getiriyor. Ya da insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Böyle gelmiş böyle
gidecek gibi bir duygu oluşuyor çünkü. Oysa benim hem yazınsal hem
de röportaj kitaplarımda yapmak istediğim sizin de söylediğiniz gibi bu
öykülerin ardındaki mekanizmaları ve bu mekanizmaları harekete geçiren
zihniyeti ve ideolojileri göstermek. Ancak bunu başarabilirseniz bazı şey
leri değiştirmenin yollarını açmış olursunuz. Bu da tabii konuyla entelek
tüel düzeyde bir hesaplaşmayı koşulluyor. Sözgelimi bir kadınla röportaj
yaparken sadece onun söylediklerine bağlı kalmamamız, söylenmeyenleri,
yani boş alanları da hesaba katmanız gerekir, kadını sadece anlattıklarıyla
değil beden diliyle, bizimle kurduğu iletişim biçimiyle vb. Suskunluk an
larıyla da alımlamaya çalışmalıyız. Yani belgelerden yararlanarak yazmak
empatinin dışında gözlemcilik, göstergeleri önyargısız okuma, bağlantıları
kurarak yorumlama gibi yetileri de beraberinde getiriyor.
94|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
2014’te yayımlanan ve Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda Ayla Al
gan rejisiyle iki yıldır sahnelenen, birçok turnelere katılan Lena, Leyla
ve Ötekiler adlı tek kişilik oyununuz da böylesi bir çalışmanın ürü
nü olarak ortaya çıktı. Ukrayna’dan Türkiye’ye göç eden bir kadın
la yaptığınız görüşmeler, somut verilerden hareketle oyun metninizi
oluşturdunuz. Bu oyun “belgesel oyun”, “kadın oyunu”, “göç oyunu”
gibi çoğaltılabilecek özelliklere sahip. Siz bu konuda ne düşünüyorsu
nuz?
Göç çağında yaşıyoruz. İnsanlar savaş, ekonomik kriz, işsizlik vb. ne
denlerle yerlerinden yurtlarından oluyorlar. Bu, çok bugüne özgü bir olgu.
Mülteci sorunu da başlı başına temel bir sorun, kim bilir bu konuda daha
ne çok yapıt yazılacak ne çok oyun sahnelenecek, film yapılacaktır. Lena
Leyla ve Ötekiler de bir göç öyküsü. Ama bu gönüllü bir göç. Ukraynalı
kültürlü bir aileden gelen Lena, bir Türk’e aşık olup İstanbul’da varoş bir
yaşamın içine düşüyor. Böylece bir tür kimlik bunalımı yaşıyor. Göç ister
zorunlu ister gönüllü olsun kolay bir olgu değil, ama kadınsanız bunun
acısını daha da çok yaşıyorsunuz.
Göç olgusunu Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülü alan sonra
dan tiyatroya da uyarlanan Özgürlük Yolları kitabınızda da ele almış
tınız.
Evet Özgürlük Yolları’nda Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş ailele
rin çocuklarının yaşadıklarını anlatıyor. Özgürlük Yolları ile Lena Leyla
ve Ötekiler’in ortak yanı toplumsal cinsiyet konusu. Ataerkil zihniyetin
ağırlık kazandığı ve kadının yaşamının büyük oranda kısıtlandığı gelenek
sel yaşamla modern yaşam arasındaki sıkışmışlık ana temayı oluşturuyor.
Özgürlük Yolları’nda gençlerin bu sıkışmışlığı hangi engelleri geçerek aş
tıklarını anlatıyorum. Kitabın hazırlanış süresince topladığım onlarca öy
künün içinde özgürlük yollarını açmayı başaranların öykülerini seçtiğim
için gençlere umut veren yol açıcı bir kitap. Lena Leyla ve Ötekiler’de ise
böyle bir umut yok, çünkü yaşadıkları sonucu kimlik bunalımına girerek
akıl hastanesine düşen Lena’nın kurtulup kurtulamayacağını bilemiyoruz.
Her iki çalışmanın da ortak yönü gerçek öykülere dayanması.
95|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Peki Özgürlük Yolları’nın yolu tiyatroyla nasıl kesişti?
Theater an der Ruhr’un deneyimli tiyatro eğitimcisi Bernhard Deutsch,
Essen Üniversitesi’ndeki öğrencilerimle çok uzun süreli doğaçlama çalış
malarından sonra bu oyunu sahneledi. Oyun Ruhr bölgesinde turneye çıktı
ve çok beğenildi. Belgesel ve biyografik bir oyun bu. Geçmişle bugünün
gerçeklerle düşlerin, anlatmayla canlandırmanın iç içe girdiği çok katman
lı bir yapısı var. Geleneklerin baskısı, kuşaklar arası çatışma, ataerkil aile
yapılanması ne oraya ne buraya ait olma, ayrımcılık gibi. Almanya’daki
gençlerin fırtınalı yaşamını gündeme getiriyor. Oyun gençlerin kendilerini
gerçekleştirebilecekleri yeni bir yaşam alanı kurma düşleriyle sona eriyor.
Bu noktada yeniden Lena Leyla ve Ötekiler oyunuza dönmek isti
yorum. Çünkü bu oyun ataerkil yapılanma ve geleneklerin baskısı al
tında yaşamaya mecbur bırakılmış bir kadının hikâyesini anlatıyor,
belki de bu baskıdan nasibini almış pek çok kadının hikâyesini. Lena;
muhafazakâr bir çevre içinde var olma savaşı veren kadının mücade
lesini, Leyla ise; kendine dayatılan tüm rolleri kabul eden ve bunlarla
var olmaya çalışan bir kadını temsil ediyor. Siz bu hikâyeyi sahne met
nine dönüştürürken söz konusu mücadeleyi, Leyla’nın kabullendiği
Lena’nın mücadele ettiği bu eril baskıyı nasıl yorumladınız?
Tiyatro öğrencilerimden Emine Harmanlı Ukrayna’dan evlenerek gelip
Türkiye’ye yerleşen ve ailenin isteği üstüne Müslüman olup kapanan bu
kadınla iş yerinde tanışmış ve ondan çok etkilenmişti. Bu nedenle onunla
uzunca bir röportaj yaptı. Okuyunca ben de etkilendim ve kadınla tanış
mak istedim. Türbanlı, aydınlık yüzlü güzelce bir kadın geldi evime. “Siz
benimle acaba Lena mı yoksa Leyla olarak mı konuşmak istersiniz?” diye
sordu. Bu soru tabii çok tuhafıma gitti, kendini nasıl rahat hissediyorsa öyle
davranmasını söyledim. Bunun üzerine paltosuyla birlikte başörtüsünü de
çıkardı. Uzun uzun konuştuk. Söyleşi sırasında tuhaf bir şey farkettim.
Lena Leyla’yı hep ötekileştiriyordu. Ona göre yaşadığı sorunların düğüm
noktası Leyla’nın kişiliğinde odaklaşıyordu. Yüzeysel olarak baktığınızda
öyle tabii, Lena kültürlü bir aileden geliyor, üniversite okumuş, evlenip
türlü hayallerle Türkiye’ye geliyor. Öte yandan Leyla, yaşamı mahalle
baskısıyla kısıtlanmış ve iyice kapatılmış bir varoş kadını. Ama sorunun
derinine indiğinizde yaşadıklarının tek sorumlusunun Leyla olmadığını,
Lena’nın da bu işte çok payı olduğunu görüyoruz. İşte bu ikilem beni çok
96|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
ama çok etkiledi. Böylece onun yaşamını bir tiyatro oyunu olarak kaleme
aldım. Oyunun galasına kendisi de geldi, oyunu çok duygulanarak, dahası
ağlayarak izledi. Kırmızı bir türbanı vardı. Oyun sonrasında kırmızı tür
banıyla kırmızı şarap içerken ki görüntüsü gözümün önünden gitmiyor…
Bu oyun tek bir kadının kimliğinde modern yaşam ile geleneksel yaşam
arasındaki çatışmayı gösteriyor. Geleneksel yaşamda kadının adı bile yok,
modern yaşamda ise daha rahat ve özgür gibi görünse bile yine eril baskı
ların içinde. Aksi takdirde Lena bu kadar kolay tuzağa düşmezdi.
Çalışmalarınızda ele aldığınız kadınlara dair hikâyelerde dikkat
çeken bir başka olgu, kadınların yaşadığı kimlik değişimi. Ukray
na’dan gelen Lena’nın Müslüman Leyla’ya dönüştürülmesi, teatral
özellikleri çok olduğu için tiyatroya uyarlanan belgesel romanınız Ha
neye Tecavüz’de kocası tarafından şiddet gören Kadife’nin iktidar ve
güç kazanarak Falcı Serpil’e dönüşmesi gibi. Bu gerçek- yanılsama
ilişkisinin sebebi nedir sizce?
Ataerkil bir toplumda kadın kendini var etmekte zorlandığı oranda ko
laylıkla bir kimlik arayışı içine giriyor, koşullar gereği Serpil gibi kendine
yeni bir kimlik yaratıyor ya da Lena gibi ciddi bir kimlik bunalımı yaşıyor.
Yerleşik sistemin dışına çıkarak ben kimim, neyim, yaşamımın anlamı ne
diye soran her kadın ister istemez böyle bir ikilemin içine düşüyor. Lena
da onlardan biri sadece. Ama sorun sadece kimlik değişimi değil, sorun
farklı kimliklerin aynı anda yaşanması ve birbiriyle çatışması. Haneye Te
cavüz’de bu ikiliği birçok kadın yaşıyor, ama bunun tabii ki en uç noktası
nı bulunduğu yere göre cinsiyetini değiştiren transeksüel karakter veriyor.
Farklı kimliklerin aynı anda yaşanması duruma göre farklı rollerin oynan
masını koşulluyor. Bu da yalana yol açıyor. Özgürlük Yolları’nda da bu so
run gündeme geliyor. Gençlerin pek çoğunun bir sevgilisi var ama aileleri
bunu bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Bu kadınların sürekli yaşadıkları,
dahası kanıksadıkları bir gerçek. Ne var ki bu olgu Lena Leyla ve Ötekiler’
deki Lena’nın kişiliğinde tam bir iç çatışmaya yol açıyor.
Peki sizin kaleme aldığınız oyunla sahne yorumu tam tamına örtü
şüyor muydu, yoksa arada bir fark var mıydı? Oyunun sahnelenişini
nasıl buldunuz?
97|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Oyunumda Lena-Leyla çatışması toplumsal bağlantıları içinde gösteri
liyor. Böylece modern dünya ile gelenekler arasındaki çatışmanın nasıl bir
iç çatışmaya yol açabileceği ortaya çıkarılıyor. Bu, toplumumuzda çoğu
kadının yaşadığı bir olay. Yani başka bir ülkeden gelmesi gerekmiyor, top
lumun içinde böyle bir ikilem zaten var. Ayla Algan’ın sahne yorumunda
bunu psikolojik bir düzleme oturtarak şizofrenik bir olay olarak yorumla
yınca toplumsal çatışma ister istemez geri plana itildi ama yine de büsbü
tün kaybolmadı.
Oyun izleyiciler tarafından nasıl alımlandı?
Oyun bizde iyice tuttu. Şimdi Ukraynacaya da çevrildi ve Ukrayna’ya
festivale davet edildi. Bakalım oradaki izleyicinin tepkisi ne olacak? Oyu
numu birkaç kez izledim, oyun sonrası oyunun yönetmeni Ayla Algan’ın da
katılımıyla izleyicilerle söyleşi yapıyorduk. İzleyicilerden inanılmaz güzel
tepkiler geliyordu. Her seferinde verimli bir tartışma ortamı yaratıldı. Son
rasında çevremi saran ve heyecanla “Siz benim öykümü anlatmışsınız” ya
da “Ben de buna benzer bir şey yaşadım” ya da “Yaşadığım ortam kendimi
bulmamı engelliyor” diye kendi duygularını ve düşüncelerini dile getiren
türbanlı kadınlarla konuştum. Bu çok etkileyiciydi. Çünkü biz kendimize
benzemeyeni çok kolay ötekileştirme eğilimindeyiz. Kadınlar arası tam
bir köprü kurulmuştu bence. Öte yandan bu konulara aşırı duyarlı erkek
izleyiciler de çoktu… Bütün bunlardan çıkardığım sonuç, oyun sonrası ko
nuşmaların ve tartışmaların çok ama çok verimli olduğu. Bu tür etkinlikler
mutlaka yapılmalı ve tiyatro üzerine yapıcı bir tartışma ortamı yaratılmalı.
O zaman hem tiyatrocular izleyicinin nabzını yoklayabiliyorlar hem de
izlenen oyun belleklere daha iyi yerleşiyor. Aslında bu tür etkinlikler yurt
dışında sürekli yapılıyor.
Sanırım Batı ülkelerinde tiyatro pedagojisi çok gelişmiş. Bu bağ
lamda pedagoglar da tiyatro ile izleyici arasında bir köprü kuruyorlar
değil mi?
Evet, tiyatro pedagojisi çok önemli Almanya’da her tiyatronun bir tiyat
ro pedagoğu var, liselere, üniversitelere gidip atölye çalışmaları yapıyor,
gençleri gidecekleri oyuna hazırlıyor, oyun sonrasında da yazar, yönetmen
ve oyuncularla hararetli tartışmalar oluyor. Essen Üniversitesi’nde çalıştı
ğım yıllarda tiyatronun t’sini bile bilmeyen göçmen işçi çocuklarıyla ente
98|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
lektüel çıtası çok yüksek olan oyunlara gitmişimdir. Öğrencilerimin tiyatro
dünyasına girmesinde tiyatro eğitimcilerinin de payı büyüktü. Uzun yıllar
tanınmış tiyatro pedagogları Günay Köse ve Bernhard Deutsch ile birlik
te çalıştım, onlara çok şey borçluyum. Öğrencilerimden bazıları tiyatro
eğitimi alanında uzmanlaştı, dahası tiyatro eleştiri yazıları bile yazmaya
başladılar. Toplumumuzda tiyatroya büyük bir ilgi var bunun daha iyi de
ğerlendirilmesi gerekiyor.
Sizce “kadın oyunu” nedir? Bir oyunu “feminist bir metin” ya da
“feminist sahneleme” kılan özellikleri nasıl tanımlıyorsunuz? Top
lumsal cinsiyet ve tiyatro ilişkisi üzerine düşünen bir oyun yazarı ve
akademisyen olarak sizin deneyiminiz nasıldı? Türkiye tiyatrosunda
bu konuda takip ettiğiniz yazar, yönetmen, topluluklar var mı?
Feminist tiyatro deyince kadın sorunlarını ele alan tiyatro geliyor akla.
Bu doğru değil, ona bakarsanız kadın sorunları her zaman vardı ve dile
getiriliyordu. Antik tiyatroyu düşünün, Medea, Elektra tarihe damgalarını
vuran kadınlar. On dokuzuncu yüzyılda kadın konusu çok daha yaygın
laştı. Bugünkü TV dizilerinde de sürekli gündemde. Ama bunların femi
nist olup olmadıklarını anlamak için soruna nasıl baktıklarını ve nasıl bir
farkındalık uyandırdıklarını ya da uyandıramadıklarını irdelemek gereki
yor. Bu bağlamda toplumsal cinsiyet kavramı önem kazanıyor. Bu kavram
kadını biyolojik özellikleriyle değil toplumda ona verilen rol bağlamında
sosyal ve toplumsal bir bağlam içinde ele alıyor. Yani feminist tiyatrodan
beklenen hem kadının yaşadığı sorunları kültürel ve toplumsal bağlantıları
içinde göstererek bunun değişebilirliğini gündeme getirebilmesi hem de
kadının ruhuna, iç dünyasına, yaşadığı içsel fırtınalara sızabilmesi. Amaç
kadının ezilmişliğinin ardındaki mekanizmaları ve bu mekanizmaları bes
leyen eril ideolojiyi ortaya çıkartmak. Ancak bunu yapabilen yazarlar bir
farkındalık uyandırabiliyor. Böylece sorunları “ah vah, zavallı kadın başı
na neler gelmişin” ötesinde bir bilinçle irdeleyebiliyoruz. Aslında bu bi
lincin erkek kadın herkeste olması gerekiyor. Öte yandan tanıdığım bazı
ünlü kadın yazarlar “kadın yazar” damgasını yemek istemiyorlar. Haklı
olarak kadının küçümsendiği bir toplumda ikinci plana itilmekten, yete
rince önemsenmemekten korktukları için. Ne var ki son yıllarda bu tür
konulara duyarlık öylesine arttı ki erkek yazarlar da kadın sorunlarını ele
almaya başladılar.
99|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bö
lümü’nde de lisans ve lisansüstü düzeyde yürütülen kimi dersler ve
araştırmalarla bu konularda bir duyarlılık yaratıldığını düşünüyo
rum, öyle değil mi?
Doç. Dr. Fakiye Özsoysal’ın payı bunda çok büyük. Oyunlarda Ka
dınlar adlı çalışması bence çok kimseye yol açabilecek temel bir kitap
oldu. Mezun öğrencilerimizden de bazıları bu konulara yöneldiler. Söz
gelimi Zeynep Kaçar yazdığı kadın oyunlarıyla sesini duyurmaya başladı.
Jale Karabekir kendi kurduğu “Boyalı Kuş” Tiyatrosunda bu tür oyunlara
ağırlık veriyor. Doç. Dr. Nihal Kuyumcu, Tijen Savaşkan’la yaptığı Fo
rum tiyatrosu çalışmalarında hep kadınların yaşadığı sorunlara ağırlık ve
riyor. Meral Harmancı Bastırılanın Geri Dönüşü adlı yeni çıkan kitabında
Tanzimattan Cumhuriyete kadın oyun yazarlarına yer veriyor. Bu sadece
Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’ndeki çalışmalardan aklıma
gelen birkaç örnek. Bu konuya çok ilgi duyulduğunu ama çok daha fazla
gelişmesi, yeşermesi ve bu konuya yönelenlerin arasında çok daha yoğun
bir iletişim ağı olması gerektiğini düşünüyorum. Benim için bütün bu ça
lışmalarda belirleyici olan kadınların yaşadıklarının sosyal ve toplumsal
bağlantıları içinde gösterilmesi, ataerkil zihniyetin toplumun farklı ku
rumlarında nasıl kök saldığının çıkartılması, bu zihniyeti besleyen dinsel,
milliyetçi ve militarist ideolojilerin ortaya çıkartılması, sadece erkeklerin
değil kadınların da bu ideolojileri nasıl içselleştirdiklerinin ortaya konul
ması. Çünkü bu yapılmadığı sürece anlatılanlar sadece sansasyonel öykü
ler olarak kalacaktır. Öte yandan kadınların yazmaları farklı bir duyarlığı
da beraberinde getiriyor. Kadınların dili, düşünme ve sorgulama biçimleri,
kimlik arayışları yerleşik düşünme ve söylem biçimlerini çoğu kez kırıyor.
Bu da başlı başına bir araştırma konusu.
Oyunlarınız, son romanınız Haneye Tecavüz ve tiyatro üzerine
araştırmalarınızda dikkatimi en çok çeken çalışmaların sadece kur
macaya dayalı düşünsel bir boyutta kalmaması çoğu kez yaşanmışlığa
dayanmasıdır.
Yıllardır kadınlarla birebir röportaj yapıp belgeler topluyoruz. Üniver
sitede sürdüğüm röportaj seminerlerinde de onlarca kadınla röportaj ya
pıldı. Zamanla çok zengin bir malzeme oluştu. Bu açıdan belgelere daya
narak çalıştığım doğru. Ama belgeler sadece ham malzemeyi oluşturuyor.
100|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Bu malzemenin düşünsel bağlantılarının ortaya çıkartılarak okunması,
yoğurulması, kurmacanın da katkısıyla kurgulanması, biçimlendirilmesi
çalışmalarımın yazınsal özelliğini oluşturuyor.
Sözgelimi Haneye Tecavüz’de klişelerin nasıl yaşamımızı ve davranış
larımızı yönlendirdiğini göstermeye çalışıyorum. İnsanların pek çoğu kli
şelerin öylesine bir kıskacı altındaki bir türlü birey olamıyorlar, özgürle
şemiyorlar. Bunun altında sadece kadınlar değil erkekler de eziliyor. Din,
gelenekler, töreler, aile miti, namus, insan ve kadın haklarının önüne geç
tiği anda, insanlar birey olamıyorlar, kendilerini gerçekleştiremiyorlar, ya
şadıkları gerçeklerle yüzleşerek kendilerine bir yaşam alanı yaratamıyor
lar. “Haneye Tecavüz” de farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınların
öykülerini anlatırken kadınları engelleyen güçleri ve onların bu güçlerle
nasıl boğuştuklarını da anlatmaya çalışıyorum. Bu süreçte kadınların kimi
bu güçleri yenmeyi başarıyor, kimi de başaramıyor. Bu biraz da yaşadık
ları ortama bağlı.
Son yıllarda yerli oyun yazarlığımızda ve sahnelemelerde tek kişi
lik anlatı-performanslar ön plana çıkıyor, bilhassa da kadın oyuncu
ların biyografi ya da otobiyografi türündeki anlatıları. Boyalı Kuş’un
Melek, sizin Lena Leyla ve Ötekiler, Nihal Yalçın’ın oynadığı Antabus,
Sergüzeşt Tiyatro Çika, Ankara DT’nin İyiyim, Ezop Sahne’nin Aşi
yan, Seyyar Sahne’nin Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı oyunları aklı
ma gelen örneklerden sadece birkaçını oluşturuyor. Sizce tiyatromuz
da tekil kadın anlatılarının revaçta olması yeni bir eğilimime mi işaret
ediyor? Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz, benzer örnekler
Almanya’da, Avrupa tiyatrosunda nasıl cereyan ediyor?
Eskiden tiyatro deyince dramatik çatışmalara dayanan birkaç kişilik bir
oyun akla geliyordu. Tabii bu anlayış tiyatroda disiplinler ve metinlerarası
etkileşimin ağırlık kazanmasıyla zaman içinde çok değişti. Son yıllarda
özellikle anlatı tiyatrosu, yani oyunculuktan çok anlatıma ya da şiire ağır
lık veren bir tiyatro anlayışı önem kazanmaya başladı. Bu bağlamda tek
kişilik gösteriler de oluşmaya başladı. Biliyorsunuz bizde bunu ilk Genco
Erkal başlattı. Nazım Hikmet’in ve Brecht’in şiirlerinden ya da metinle
rinden oluşan gösteriler sunduğu gibi Aziz Nesin uyarlamasıyla taşlama
türü gösterilere de yer verdi. Tabii bu tür gösterilerde oyuncunun ustalığı
çok önemli. Tek kişilik oyunlar yurt dışında da çok yapılıyor. Dahası Al
101|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
manya’da sadece tek kişilik gösterilerin sunulduğu bir festival bile var.
Kadın oyunları da tek kişilik gösteriler olarak böylece gündeme geliyor.
Bu tür oyunlar çeşitli metinlerden oluşan bir kolaja dayanabileceği gibi
Lena Leyla ve Ötekiler’de olduğu gibi belli bir kurgusu olan bir tiyatro
metnine de dayanabilir. Her şekilde bence metnin derinliği önemli, yoksa
göz boyayıcı bir oyunculuk performansına dönüşebilir.
Gücünü yaşamdan alan tiyatro ve uyarlamalar
Tartışmaya çalıştığımız “yaşanmışlık” aslında sizin bütün kitapla
rınızda var, sadece kadınları ele alan çalışmalarınızda değil. Bilhassa
çocuk ve gençler için yazdığınız kurmacalarda, Düş Hırsızlarına Kar
şı’da örneğin. Bizde de çok sevilerek okunan Michael Ende’nin kitap
ları gibi sadece çocuklara değil yetişkinlere de sesleniyor bu kitaplar.
Evet, çok doğru söylediniz, fantastiğin ağır bastığı kitaplarımda bile
yaşanmışlığın izleri var. Düş Hırsızlarına Karşı kitabımda çocukların ve
içindeki çocuğu yeşerten yetişkinlerin Gipo’ya karşı savaşımı anlatılıyor,
Gipo, yani içimizdeki Gizli Polis hayallerimizi çalan iğrenç bir yaratık.
Gipo ile her an her dakika burun buruna değil miyiz? Onunla mücadele
etmiyor muyuz? Bundan daha gerçekçi bir şey olabilir mi? Düş Hırsızla
rı’nın çocuklarla tiyatroya uyarlanması süreci ile ilgili hoş bir anım vardır:
Çocuklarla Gipo üzerinde tartışırken on yaşlarındaki küçük bir kız dedi ki
“Ben kendi hayallerimi Gipo’dan koruyabilirim. Gipo’yu kovarım gider.
Ama annemin Gipo’sunu ne yapayım?” Büyüklerin çocuklar üstünde kur
dukları baskıyı bu sözler öyle güzel dile getiriyordu ki.
Aslında yapay bir gerçek kurgulayan postmodern edebiyatla aram pe
kiyi değil. Hayâl gücüne dayanan edebiyatta bile yaşanmışlığın izlerini
arıyorum. Sözgelimi Pinokyo Kral Übü’nünÜlkesi’nde diktatör Übü’nün
egemen olduğu bir ortamda giderek Übüleşen bir çocuğun öyküsünü an
latıyor. Yani olumsuz bir sosyalleşme söz konusu. Yaşadığımız gerçeklere
gönderme yapan bir tür kara güldürü. Bizde çocuk oyunu olarak bir okul
da sahnelendi. Fethiye Sanat ve Kültür günlerinde çocuklarla bir radyo
oyunu olarak sergilendi. Ama oyunun yetişkinlere de yönelik olan vurucu
boyutu nedense henüz çıkartılamadı. Düşünüyorum da belki de konu itici
geldiği için. Çocuk haklarının sürekli yıpratıldığı bir toplumda yaşıyoruz
102|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
ama böyle bir şey sanki hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Belki çocukları
yeterince önemsemediğimiz için, belki de bazı konuları tabulaştırdığımız
için, sorunlarla hesaplaşmaktansa otosansürü tercih ediyoruz.
Pinokyo Kral Übü’nün Ülkesinde metinlerarası etkileşime dayanıyor.
Yani farklı metinlerin iç içe geçtiği bir oyun. Jarry’nin ünlü Übü figürü ile
Collodi’nin Pinokyosu’nun bir araya gelmesi bile yaratıcı bir yönetmenin
elinde çok çarpıcı sahne tasarımlarına yol açabilir. Şimdi Viyana’da Ko
kon Tiyatrosu sahnelemek istiyor. Umarım oyunun yolu açılır.
Özgürlük Yolları, Düş Hırsızlarına Karşı ve son olarak Haneye Te
cavüz romanınız sahneye uyarlanıyor. Bir tiyatro oyunu ya da sahne
metni olarak yazılmamalarına karşılık bu eserleriniz kimi zaman dra
ma çalışması, kimi zaman bir tiyatro oyunu olarak sahnelendi, sah
nelenecek. Kanımca öykü ve romanlarınız oldukça teatral bir strateji
üzerine kurulu. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
Düş Hırsızları’nı ise TEB Oyun dergisinin editörü Tijen Savaşkan, Fet
hiye Sanat ve Kültür günlerinde çocuklara yönelik yaratıcı drama atölye
çalışmasıyla sergilemişti. Hayallerimiz ne, onların gelişmesini nasıl sağla
yabiliriz, hayal hırsızlarının yani Gipo’nun (Gizli Polis) onları çalmasını
nasıl engelleyebiliriz gibi sorularla çok eğlenceli, komik, aynı zamanda
düşündürücü bir danslı müzikli gösteri olmuştu.
Haneye Tecavüz’ü tiyatrocu Ali Berktay tiyatroya uyarlamayı amaçlı
yor. Belgesel romanın teatral öğeleri geniş çapta içinde barındırdığını, bu
açıdan da uyarlamaya uygun olduğunu düşünüyor. Bu proje gerçekleşebi
lirse Haneye Tecavüz epik ve belgesel karışımı bir oyun olacaktır.
Özgürlük Yolları üstüne az önce konuşmuştuk. Doğrudan gençlerin ya
şam deneyimlerinden yola çıkarak doğaçlama çalışmalarıyla adım adım
ortaya çıktı bu oyun. Benim için de çok güzel bir deneyim oldu.
Uyarlama kolay bir şey değil tabii. Yaratıcı dramadan yararlanılıyorsa
doğal bir biçimde orijinal metinden iyice uzaklaşılıyor. Sonuçta yeni bir
metin de oluşmuyor. Olsa olsa bir tür partisyondan sözedilebilir. Biz Çağ
daş Yaşamı Destekleme Derneği bünyesinde yıllarca İstanbul’un yoksul
semtlerinde bu tür çalışmalar yaptık. Aziz Nesin’in çocuk haklarını hiçe
sayan otoriter sistemi eleştiren taşlaması Şimdiki Çocuklar Harika’sı ya
103|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
da Christine Nöstlinger’in Kim Takar Salatalık Kıralını çocuklarla birlikte
geliştirdiğimiz çok başarılı uyarlamalardı, bu açıdan da onlara katkısı bü
yük olmuştur.
Çocuklarla yaptığınız yaratıcı drama çalışmaları üzerinde de bi
raz konuşabilir miyiz? Sanırım Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji
bölümünün ilk yıllarında bu tür çalışmaları öğrencilerinizle birlikte
İstanbul’un kenar semtlerinde sürdürüyordunuz değil mi?
O dönemde ÇYDD ‘de çalışıyordum. Yaratıcı öğrenimi ve öğretimi
hedef alan çeşitli yayınlar yapmıştık. Kuramsal temeli attıktan sonra da
doğrudan öğretmenlere yönelik yayınlara yönelmiştik. Doksanlı yılların
ortalarında uygulama aşamasına geçmek, uygulamayla kuramı bütünleş
tirme aşamasına gelmiştik. Böylece Kasımpaşa’da, Kocamustafapaşa’da
asistanlarımız ve öğrencilerimiz ile birlikte çalışmaya başladık. Bu çalış
malarda Nihal Kuyumcu gibi başı çeken öğrencilerimizin bazıları zaman
içinde bu alanda yaptıkları uygulamalı çalışmalarla ve yayınlarıyla iyice
uzmanlaştılar. Bazıları da okullarda yaratıcı drama dersleri veriyorlar. Ta
bii deneyimli olmadığımız için çalışmalarımız başlangıçta çok yorucuydu.
Ama uzmanlardan yardım aldık. Öte yandan birlikte çalıştığımız alt kat
mandan gelen çocukların heyecanı, sevinci, mutluluğu her şeye değerdi.
Öyle bir şey ki çocuklarla iyi bir iletişim kurabilirseniz onlara bir verdiği
nizde on geri alıyorsunuz.
Yaratıcı drama ve eğitimde tiyatro çalışmalarındaki temel hedefimiz
çocukların yaratıcı gizilgücünü ortaya çıkartmak ve gelişmesini sağlamak,
onların sorgulama ve eleştirme yetilerini ortaya çıkarmaktı. Çocuklardaki
gelişim gerçekten şaşırtıcıydı. Sözgelimi depremden hemen sonra yapılan
yaratıcı drama çalışmaları sonucunda hem çok eğlenceli hem de çok dü
şündürücü bir oyunla deprem bölgesine turne yapmalarını sağlamıştık. Bu
çocukların yıllar içinde nasıl bir özgüven kazandıklarını kendi gözlerimiz
le gördük. Çok heyecanlı bir deneyimdi bu.
Son yıllarda bu tür çalışmaları Anadolu’ya aktararak Fethiye’de yedi
yıl boyunca çocuklara ve gençlere yönelik çalışmalar yaptık. Tiyatrodan
sanata, sinemadan edebiyata değin sanatın her alanını kuşatan bu projenin
de çok verimli olduğunu söyleyebilirim.
104|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Çeviriler
Çeviri oyunlarınıza da değinebilir miyiz? Bir sohbetimizde çocuk
luk yıllarınızda Ibsen’in Peer Gynt, Brand oyunlarının size masal ola
rak anlatıldığını söylemiştiniz. Yıllar sonra ilk olarak anneanneniz
Seniha Bedri Göknil’in çevirdiği Peer Gynt’ü, ilk masalınızı yeniden
çevirdiniz. Bunun dışında Dürenmatt, MaxFrisch, Vaclav Havel’in
metinlerini Türkçe’ye kazandırdınız.
Anneannem Seniha Bedri Göknil Türkiye’nin ilk kadın çevirmenlerin
dendi. Almanca ve Fransızcadan çeviri yapıyordu. Muhsin Ertuğrul oyna
mak istediği oyunları anneanneme getirir, o da çevirirmiş. Anneannem de
çevirmekte olduğu oyunları sözgelimi Ibsen’in Peer Gynt’ünü, Schiller’in
Haydutlar’ını, Goethe’nin Faust’unu bana masallaştırarak ve oynayarak
anlatırdı. Böylece çok erken yaşta klasiklerle tanıştım. Yıllar sonra anne
annemin çevirdiği Peer Gynt ve Brand oyunlarını elden geçirerek güncel
leştirdim. Aslında oyunları anneannem de orijinalinden çevirmemişti, bu
açıdan da daha çok bir sahne uyarlaması gibiydi, ben de bu çizgide çalış
tım ama gerçekten çok zorlayıcı bir çalışmaydı. Bir terzinin yeni bir elbise
dikmesi başka bir şey, eski bir elbiseyi modern bir hale getirmesi başka bir
şey. Yine de anneannemin anısına böyle bir çalışmaya girmek benim için
çok anlamlıydı.
Aslında yazmaya yöneldiğim için çok az oyun çevirisi yaptım. İlk Max
Frisch Biyografi’sini çevirdim, çok ilginç deneysel bir oyun olduğu için.
Yaşamınızı yeniden yaşasaydınız neyi değiştirirsiniz gibi bir sorudan yola
çıkıyor ve geriye dönüşlerle oyunun başkişisi Kürmann’ın yaşamından
kesitler sunuyor. Oyun içinde oyun olarak bir prova biçiminde gelişen
“Biyografi” hem çok eğlenceli hem de düşündürücü. Çünkü Kürmann’ın
davranışları onu hep aynı sonuca götürüyor. Ne yaparsa yapsın kendi öz
geçmişinden kurtulamıyor. Bu oyun bizde ne yazık ki sahnelenmedi. Belki
de nedeni karamsar olması ve bir kördüğümü göstermesi. Ama kurgusu
çok ilginç.
Vaclav Havel’in Bildirimi’ni de Almancadan çevirdim. Bu oyunda dilin
nasıl bir manipülasyon aracı olabileceği irdeleniyor. Dil, iktidar güç tema
larını irdeliyor. Kavramların insanların ideolojisine göre anlamının boşal
tıldığı, dönüştürüldüğü, çarpıtıldığı, dilin bir güdümleme ve baskı aracına
105|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
dönüştürüldüğü bir toplumda yaşadığımızı göz önüne alacak olursak çok
güncel ve vurucu bir konu. Ama ben bu oyunun bizde anlaşıldığını düşün
müyorum. Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi göremedim, çok da tuttuğunu
sanmıyorum. Bu tür absürdoyunlarda dramaturjik bir çalışmayla mutlaka
oyunun gerçekçi boyutunun çıkartılması gerekiyor ki, bunun yapıldığını
hiç sanmıyorum. Bildirim çeşitli amatör tiyatrolar tarafından da sahnelendi
ama söylediğim nedenlerden dolayı hiç de başarılı olmadı.
Zehra İpşiroğlu deyince ilk akla gelen tiyatro insanı şüphesiz Ber
tolt Brecht. Brecht’in çalışmalarıyla yollarınızın sadece Alman filolo
ğu olduğunuz için kesiştiğini düşünmüyorum açıkçası. Sizi Brecht’in
tiyatrosuna tutkuyla bağlayan sebepler nelerdir? Bugünün tiyatro
yaşantısında Brecht’in yerini, etkisini nasıl görüyorsunuz? Sizin de
Brecht çevirileriniz var mı?
Sadece Brecht’in bazı şiirlerini çevirdim. Genco Erkal bir Brecht gös
terisi hazırlıyordu. Ona destek olmak için yapmıştım bu çevirileri. Zaten
Brecht deyince ilk aklıma gelen Dostlar Tiyatrosudur. Yetmişli yıllarda
Dostlar Tiyatrosu’nda Kafkas Tebeşir Dairesi sahneleniyordu. Mehmet
Akan Analık Davası’yla bir uyarlama yapmıştı. Bu oyunun provalarını
izliyordum. Bir oyunun adım adım nasıl ortaya çıktığını izlemek çok he
yecan verici bir olguydu. Brecht’le ilk karşılaşmam böyle oldu. Kafkas
Tebeşir Dairesi seksenli yıllarda Mehmet Ulusoy’un sahnelemesiyle Kuz
gun Acar’ın olağanüstü maskeleriyle, Metin Deniz’in sahne tasarımıyla
Dostlar’da yine sahnelendiğinde uzunca bir tiyatro eleştirisi yazmıştım.
Bu yazdığım ilk eleştiri yazısıydı ve çok beğenildi. Tabii bu kadar zengin
ve çarpıcı bir sahneleme olunca eleştiride de kendiliğinden belli bir düzeyi
yakalayabiliyorsunuz.
Sonraki yıllarda Berlin’de Brecht’in Tiyatrosu Berliner Ensemble’de
nice oyun izledim. Bazı yazarlar vardır ki, onlarla iletişim yaşamınızı be
lirler. Bu açıdan Brecht’i hocam gibi gördüm. Tiyatroda dramaturji anlayı
şı, bir oyunun gerek yazılışında gerek sahnelenişinde düşünsel boyutunun
yakalanması, sorgulayıcı ve eleştirel bakış, gülme eğlenmeyle düşünme
nin birbirini tamamlayarak bütünleşmesi, yabancılaştırma, yani bir soru
nun alışılmışlığından sıyrılarak farklı bir açıdan gösterilmesi, bütün bun
ları Brecht’den öğrendim. Oyunlarımdan çocuk kitaplarıma değin tiyatro
dışı çalışmalarımda da Brecht’in etkisi yoğundur. Özellikle de Brecht’in
106|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
gündeme getirdiği yabancılaştırma, yani bir soruna ezber bozarak yepyeni
bir gözle bakabilmek düşüncesi bana çok şey katmıştır.
Genç kuşak
Genç oyun yazarları, yönetmenler, tiyatro uygulamacıları ve tiyat
ro araştırmacıları için varsa tavsiye yahut temennilerinizi alarak söy
leşiyi bitirmek istiyorum. Bu konuda görüş ve önerilerinizi paylaşır
mısınız?
Sanatın her alanında olduğu gibi tiyatroda da yaratıcılık ve düşünsellik
iç içe gelişiyor. Bu bir denge oyunu. Ama bu dengeyi tutturabilmek için
tiyatrocunun sürekli olarak kendini geliştirmesi önemli. Bu yaşadığımız
sürece hiç bitmeyen bir süreç.
Ben bizde düşünselliğin halâ yeterince gelişmemiş olduğu görüşünde
yim. Tabii bunu engelleyen bir sanat ve kültür ortamı var. Bu da yapılan
işten çok “ego firmasının” ve bunu besleyen narsisimin ön plana çıkma
sına neden oluyor. Egosu aşırı yüksek olan tiyatro oyuncuları bir iki ödül
aldılar mı öyle bir havalara girebiliyorlar ki gelişme yolları kolaylıkla tı
kanabiliyor. Oysa engelleyici değil motive edici olmalı ödülün amacı. Söz
gelimi Afife Jale ödül törenlerindeki ritüelı ele alalım. Ödül alan sanatçılar
birbirinden şık kıyafetlerle sahneye çıkıp yüzlerce kişiye tekrar tekrar te
şekkür ettikten ya da “çok heyecanlıyım” gibilerden bildik klişeleri tekrar
ladıktan sonra plaketini alıyor, fotoğraf için pozlar veriyor, alkış kıyamet
gidiyor. Bir iki kez bu töreni izledikten sonra bunun ne kadar verimsiz,
dahası aptallaştırıcı bir ortam olduğunu düşündüm. Ama tabii dünya ge
nelinde böylesi bir gidişat var. Oscar törenleri de bundan farklı değil ki.
Böyle bir ortamda yetenekli genç bir sanatçının, özellikle de tiyatrocunun
kendi yolunu bulması, kendini geliştirmesi kolay değil.
Bir de ödül alanların yazarın, yönetmenin, oyuncuların izleyicilere
oyunlarıyla ilgili duygularını, düşüncelerini belki de oyunun oluşumunu
anlattıkları alternatif bir ödül töreni yapıldığını düşünelim. Ne kadar an
lamlı ne kadar heyecan verici olabilirdi. Odak noktası kişiler değil yapılan
iş, yani tiyatro olmalı. Ödül alanlar yönetmen, oyuncular sadece ama sade
ce sahnelenen oyunun hizmetindeler, bu bilinç oluşabilmeli. Oyun yazarı
107|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
da ele aldığı konunun hizmetinde, bir de derdi, bir sorunu olmalı ki bu
oyunu kaleme almış, işte bu önemli.
Tabii ödül törenleri günümüz sanat ortamının bir uzantısı sadece. Gü
nümüz sanat anlayışı düşündürmek, sorgulamaktan çok anlık efektler
uyandırmayı amaçlıyor. Çok satar romanları düşünün örneğin, bir iki yıl
sonra bunları yazanların adlarını bile hatırlamayacağız. Aynı şey sanatın
tüm alanları tabii ki tiyatro için de geçerli. Günümüzde moda bir deyiş var
“Event (olay) kültürü”, o an heyecan uyandıran bir sanat, diyelim tiyatro
olay dünyanın en önemli şeyiymiş gibi pazarlanıyor, ama bunun hiçbir
kalıcılığı ya da sürekliliği yok.
Soruna böyle bir bütün içinde baktığımda genç bir sanatçının kendi yo
lunu bulması, kendini geliştirmesi dış etkenlerden ve event-kültüründen
bağımsız olarak özgünlüğünü koruması, yaptığı işe gönülden inanarak
onunla özdeşleşerek yazarlık, yönetmenlik ya da oyunculuk anlayışına de
rin bir boyut katmaya çalışması hiç de kolay değil.
Tek umudum bütün bu kaotik ortam içinde zaman zaman pırıltılı bir
şeyler yakalayabilmemiz. Sinemadan bir örnek getirecek olursam Michael
Haneke’nin hem sorgulayıcı ve düşündürücü hem de duygusal açıdan et
kileyici derinliği olan filmleri gibi. Tabii bu bağlamda eleştiri anlayışının
geliştirilmesi önem kazanıyor. Ancak eleştiri yoluyla nitelikli olanı olma
yandan ayıklayarak kendi yolumuzu açabiliriz.
Söyleşi için çok teşekkür ederim.
108|Sayfa
Prof. Dr. Zehra İpşiroğlu ile Eserleri, Tiyatro ve Kadınlar
Üzerine Bir Söyleşi
Eylem Ejder*
Tiyatroda Alımlama, Dramaturji ve Tiyatro Eleştirisi Üzerine
Dramaturjiden Sahne Çözümlemesine, Tiyatroda Alımlama, Dünden
Bugüne Brecht, Tiyatroda Düşünsellik, Dramaturjiye Giriş, Tiyatroda
Devrim, Uyumsuz Tiyatroda Gerçekçilik, Eleştirinin Eleştirisi, Tiyatro
da Kültürler Arası Etkileşim, Tiyatroda Yeni Arayışlar gibi inceleme ki
taplarınızın ortak noktası “tiyatroda alımlama”yı farklı metinler ve
sahneleme örnekleriyle göstermek, bu bağlamda kuramsal birikimi
nizle uygulamanın bütünleşmesini sağlamak. Tiyatroda alımlamanın
dramaturjiyle ilişkisini açarak konuya girebilir miyiz?
Tiyatroda alımlama, bir oyun metnini ya da sahnelemeyi anlamanın ilk
adımı. Metni okurken metindeki göstergeleri birbirleriyle bağlantılarını
çıkararak anlamaya çalışıyorsunuz. Okuma, anlamlandırma, yorumlama
gibi bir alımlama sürecinin sonunda o metni bütün incelikleri ve özellikle
riyle anlamaya başlıyorsunuz. Böylece metnin omuriliğini oluşturan dra
maturjik yapısı da görünürlük kazanıyor. Aynı şey sahne alımlaması için
de söz konusu. Tiyatroda Alımlama, Dramaturjiden Sahne Çözümlemesine
kitabımda somut sahneleme örnekleriyle alımlama modelleri oluşturuyo
rum. Metne bağlı bir sahneleme anlayışından uyarlamalara, yeni bir metin
oluşturmadan performans türü oyunlara değin çeşitli türde sahnelemelere
örnekler getiriyorum. Bu süreç içinde sahnelemenin ardındaki dramaturjik
kurgu da ortaya çıkıyor.
Alımlama yaşam karşısında bir duruş. Bunu her şeye uygulayabilirsiniz.
Diyelim bir insanla tanışıyor ya da bir olayla karşılaşıyorsunuz. Sözgelimi
toplumsal cinsiyet konulu yazma projelerim bağlamında hiç tanımadığımız
* Ankara Üniversitesi, Tiyatro Bölümü, Doktora Öğrencisi.
Prof.Dr. Zehra İpşiroğlu ile yapılan bu söyleşi Aralık 2106 ve Nisan 2017 tarihleri
arasında kimi zaman yazarla e-posta aracılığıyla yapılan yazışmalara, kimi zaman ise
karşılıklı görüşmelere dayanarak gerçekleştirilmiştir (söyleşiyi yapanın notu).
89|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
kadınlarla yaptığımız röportajları ele alalım. Alımlama süreci içinde karşı
nızdaki insanı anlamaya çalışıyorsunuz. Kendi düşüncelerinizi, duyguları
nızı, izlenimlerinizi geri plana iterek gözlemciliğinize ağırlık veriyorsunuz.
Söylenen, söylenmeyen her şeyi, kısaca göstergeleri birbirleriyle ilişkilen
direrek okumaya başlıyorsunuz. Bu süreç içinde yavaş yavaş kapılar açılı
yor, karşınızdaki insanla ilgili çok şey görmeye başlıyorsunuz. Sözgelimi
ne tür duygularla boğuştuğu, nasıl bir zihniyet yapısı olduğu, bu zihniyetin
ve duyguların ardında hangi ideolojilerin olduğu, bunlarla nasıl başa çıktığı
ya da çıkamadığı, kısaca o insanın yapısını çıkarıyorsunuz. Aynı şey sanat
yapıtıyla iletişimde de söz konusu. Tiyatroda buna dramaturji diyoruz.
Bizde çoğu kez algılama ile alımlama karıştırılıyor. Algılama ilk izle
nim anlamına geliyor, sadece anlık bir duygu. Alımlama ise algılama, oku
ma, çözümleme, yorumlama, anlamayı kuşatan çok uzun bir süreç. Hem
duyuları hem de refleksyonu, yani düşünselliği içeriyor.
İkibinli yılların başında, sanat tarihçisi ve müzisyen anneniz Na
zan İpşiroğlu ile birlikte alımlama üzerine bir dizi başlatmıştınız, bu
çalışmanın amacı neydi?
Amacımız her sanat yapıtının alımlayanla yaşadığını göstermekti. Bu
bağlamda seçilen alana göre söz konusu sanat yapıtını tüm boyutları ve
yönleriyle irdelenmesi önem kazanıyordu. Sanat yapıtıyla alımlayan ara
sında hiç bitmeyen bir diyalog var. İşte alımlama dizimizde bu diyaloğun
aşamalarını, gelişme sürecini çeşitli örneklerle irdeliyorduk.
Zaman içinde Tiyatro, Yazın, Sanat Alımlaması üzerine yayınlar yaptık.
Bunu Sinema ve Müzik Alımlaması izleyecekti ama diziyi sürdüremedik.
Sanat, müzik, edebiyat, tiyatro alımlaması kitapları ayrı ayrı yayınevlerin
de çıktı. Tasarladığımız türde görme ve düşünme biçimimizi değiştirecek
bir dizi olamadı.
Bir dönem Eleştirinin Eleştirisi kitabınız çok tartışmalara yol aç
mıştı. Eleştiri anlayışımız yeterince gelişmemiş olduğuna göre bu ki
tap da güncelliğini hâlâ koruyor. Eleştiri ile alımlama arasında nasıl
bir ilişki olduğunu düşünüyorsunuz?
Eleştiri yazma, alımlama sürecinin ancak son aşaması olabilir. Sahne
lemeyi bu sürecin sonunda iyice anladıktan sonra neyin eksik olduğu ya
90|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
da tam oturmadığı, neyin çok başarılı olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Böyle bir eleştiri kırıcı değil yapıcı oluyor ister istemez. Çünkü yapıta dı
şarıdan, uzaktan değil içeriden bir bakış söz konusu. Bu da yaşam karşı
sında temel bir duruş. Eleştiri anlık izlenimlerimizi anlatmak, kutuplaşma
yaratmak, ego gösterisi yapmak ya da bir şeyi karalamak anlamına gelmi
yor. Eleştirdiğimiz şeyi bütüncül bir bakışla anlamak eksikleri görmek an
lamına geliyor. Bunu yaşamda her şeye uygulayabilirsiniz. Bizde ne yazık
ki anlamadan ahkâm kesme, önyargılarla fikir yürütmek eleştiriyle çoğu
kez karıştırılıyor.
Sanırım bazı kavramlara karşı önyargılıyız ve olumsuz bir algı
ya sahibiz. Eleştiri sözcüğü bunlardan biri. Siz nasıl tanımlıyorsunuz
eleştiriyi ve eleştirinin amacını?
Gündelik dilde eleştiri genellikle olumsuz anlamda kullanılıyor. Oysa
eleştirinin amacı karşı çıkmak değil, açığa çıkarmak, anlamaktır. Yani bir
sorunun açığa çıkartılması, o sorunun özüne inilerek hem olumlu hem de
olumsuz yanlarının aydınlatılması. Eleştirel düşünce otoriter düşünceye
temelinden ters düşüyor. Otoriter düşünceye bağlı bir insan çeşitli otoriter
güçlerin, önyargıların, dogmaların, ideolojilerin kendisine aktardıklarını
yinelemekle yetinir. Gerçekle dolaysız bir iletişim kuramaz. Gerçeklerden
kopuk soyut bir kavram yığmacası içinde boğulur kalır. Böylece otoriter
sistemin bir vidası haline gelir. Aslında ne kadar otoriterseniz eleştiriye
karşı da o kadar tahammülsüz bir hale geliyorsunuz. Günümüzde bunu çok
acı bir biçimde yaşamıyor muyuz? “Düşünme, düşünmeyi gerçekleştirme
yerine önceden saptanmış hazır bir düşünceden yola çıkmak bence çok
tehlikeli bir yöntem” diyor İtalyan faşizmini çocukluğunda yaşamış olan
ünlü sinema yönetmeni Frederico Fellini. Bu bize de çok uyuyor değil mi?
Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümünün kurulması
Doksanlı yıllarda İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve
Dramaturji Bölümünü kurdunuz. Sizi aynı üniversitede Alman Dili
Edebiyatı profesörü olarak bu bölümün açılmasına iten sebep neydi?
Bölümün kuruluş yıllarında nasıl bir tiyatro eğitimini odağa aldınız?
91|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Haldun Taner tiyatromuzda çok iyi oyuncuların olduğunu ama yönet
men ve eleştirmenin bir türlü yetişmediğini söylüyordu. İstanbul Üniver
sitesi bünyesinde tiyatroda düşünselliğe ağırlık veren bir tiyatro bilim dalı
kurmayı amaçlamıştı. Yıllar sonra bu bana nasip oldu. O yıllarda öğren
cileri yetenek sınavıyla seçiyorduk. Amacımız tiyatroyu gerçekten seven
ve kendini geliştirmek isteyen bu işe gönül bağlamış genç insanlarla ça
lışmaktı. Gerçekten de bölüme gelen öğrenciler çok özeldi, birçoğu sizin
gibi farklı branşlarda okumuş ya da mezun olmuştu. Şimdi de bu alanda
kendini geliştirmek istiyordu.
Hiyerarşik bir yapılanmadan çok uzak olan bu bölümde öğrenci, asis
tan, öğretim üyesi hep birlikte yeni bir arayışa girmiştik, yeni bir şeyler
keşfetmenin heyecanı içindeydik. Birlikte araştırmak, incelemek, yazmak
tartışmak çalışmalarımızın temelini oluşturuyordu. Düşünce alışverişi çok
önemliydi. Bu açıdan da öğretim üyesi odaklı, ezberci bir eğitim anlayışı
na temelinden karşıydık.
Bu bağlamda tiyatroda düşünsellik kavramı önem kazanıyordu sa
nırım. Bu kavramı açabilir misiniz?
Tiyatroda düşünsellik deyince ilk akla gelen tiyatroda alımlama, dra
maturji ve eleştiriydi tabii ki. Bir oyunu okumak, üzerinde düşünmek,
öykü ve söylem düzleminde yorumlamak, sahne yorumu ile metin arasın
daki bağlantıları çıkartmak vb. Çalışmalar doğrudan oyun metinleriyle ya
da sahne yorumlarıyla hesaplaşmayı beraberinde getiriyordu. Ben Alman
ya’ya gittikten sonra bölümün yöneticiliğini üstlenen Dikmen Gürün’ün
aynı zamanda Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivalinin yöneticisi olması
da bence yol açıcı oldu. Çünkü öğrenciler dünyanın dört bir yanından ge
len farklı tiyatro gruplarını tanıdılar, sahne yorumlarını izlediler, atölye ça
lışmalarına katıldılar, bütün bunlar bölümün giderek yeşermesini sağladı.
Tiyatro bölümünün ana düşüncesini oluşturan bu duruş zamanla iyice
kök saldı. Bölümü devam ettiren öğrencilerim ve arkadaşlarım hem okuma
çalışmalarına hem de yaratıcılığa ağırlık veriyorlar. Kuramsal çalışmalar ise
tiyatroda düşünselliğin yollarını açtığı oranda anlam kazanıyor. Öte yan
dan bu alanda üretici olan gençlerin yayın alanında desteklenmeleri de çok
önemli. Bölümün bu çizgide de çok üretici olduğunu düşünüyorum. Bugün
bu bölümden mezun olan birçok öğrencimiz de önemli konumlara geldiler.
92|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Tiyatroda toplumsal cinsiyet
Son yıllardaki çalışmalarınızın ağırlığını toplumsal cinsiyet oluştu
ruyor. Bu konuya hassasiyetle yaklaştığınızı, öğrencilerinizle de ortak
çalışmalar yürüttüğünüzü biliyoruz. Çalışmalarınızın ibresini toplum
sal cinsiyet tartışmalarına döndüren sebepler üzerinde konuşalım mı?
Yaşadığımız ortamdan ister istemez çok etkileniyoruz. Son yıllarda ka
dına yönelik şiddet hem arttı hem de görünürlük kazandı. Belki artmasının
nedeni kadınların yavaş yavaş bilinçlenmeleriyle ilgili. Birçok kadın ken
dilerine erkekler tarafından dayatılan bir yaşamı artık istemiyor. Okumak,
meslek sahibi olmak, kendi seçtiği kişiyle evlenmek, istediği gibi bir ya
şam kurmak, mutsuz bir evlilikten kurtularak boşanmak, çocuk doğurup
doğurmayacağına kendisi karar vermek isteyen kadınların sayısı günden
güne artıyor. Biliyorsunuz kolektif bir karşı koymayı dile getiren Gezi
olaylarında kadınlar başı çekiyordu. Gezi’de kadınların nasıl bir gizil gücü
oluşturdukları iyice belirginleşmişti. Bu toplumda bir şeyler değişecekse
bu mutlaka kadınların aktif katılımıyla gerçekleşecek.
Öte yandan geleneklerin ve dinin baskısı bugün doruğuna ulaşmış du
rumda. Dinci ve milliyetçi eril söylemlerin insan, kadın ve çocuk hakları
nın önüne geçtiği bir ortamda kadınların birçoğu bu söylemleri kolaylıkla
içselleştirebiliyor. Kadının kapatılması bu söylemin bir uzantısı. Biliyor
sunuz kadınlar yıllarca kapatılma savaşımını verdiler ve sonunda kazandı
lar. Diyelim herhangi bir kadın kapanması gerektiğini söyleyen dinci bir
söylemin etkisinde olduğu için ya da keyfi istediği için başını örtüyor. Bu
kimseyi ilgilendirmez, çünkü onun seçimi. Ama dinin politik amaçla kul
lanılarak kadının kapatılması bugün artık iyice kanıksanmış bile olsa, yine
de çok tehlikeli bir oyun. Bugün İslam ülkelerinde kadının köle durumun
da olduğunu, ona hiç yaşam hakkı tanınmadığını, en küçük karşı çıkışta
öldürüldüğünü bilmeyen yok. Öyle olduğu halde toplumumuzda bir kesim
kadın, kadını sımsıkı kuşatan eril zihniyeti öylesine içselleştirmiş ki yarın
öbür gün “kocamdır döver de söver de yaşatır da öldürür de” zihniyetiyle
dayak yeme, dahası öldürülüp yok edilme mücadelesine bile girebilirler.
Toplumdaki kutuplaşmanın uzantıları kadın üstüne sürdürülen tartışmalar
da belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Bütün bunlara kayıtsız kalmamız
olanaksız. Son yazdığım belgesel kara mizah oyunum Memleketimden Ka
dın Manzaraları’nda da bunu gündeme getiriyorum
93|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
İstanbul Üniversitesi’nde kendi kurduğum Dramaturji ve Tiyatro Eleş
tirmenliği Bölümü’nde ve Almanya’da yıllarca çalıştığım Essen Üniversi
tesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde verdiğim yaratıcı yazma ve röportaj
derslerinde kadın sorunlarından göçmenlerin sorunlarına, sokakta yatan
varoşların yaşamından Almanya’daki göçmen çocuklarının sorunlarına
değin çeşitli konulara yer verdik. Ama bu konuların başında hep kadınların
sorunları gündeme geliyordu. Kadın ve göç, kadın ve şiddet, namus soru
nu, töre cinayetleri vb. konular gündemimizden hiç çıkmıyordu. Zaman
içinde çok zengin bir malzeme oluştu. Ben de çalışmalarımda bu malze
meden çok yararlandım.
Aslında son yıllarda kadınları, kadınlara dair çarpıcı yaşam hikâ
yelerini konu edinen, edebiyattan televizyon dizilerine dek pek çok
popüler iş var. Ne var ki, sizin eserlerinizin içeriği yaşadığımız coğ
rafyadan kadın manzaraları sunmanın, olanı göstermenin ötesinde,
bu hikâyelerin ardındaki bir mekanizmayı, sözgelimi eril bir zihniyeti
ifşa etmeye çalışıyor.
Ben de buna değinmek istiyordum. Bu konuda duyarlılık arttıkça ya
yınlar da çoğalıyor. Ne var ki bu tür yayınların pek çoğu sansasyon öykü
lerini anlatmaktan öteye geçemiyor. Bu tür öyküler de bir süre sonra bık
kınlık getiriyor. Ya da insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Böyle gelmiş böyle
gidecek gibi bir duygu oluşuyor çünkü. Oysa benim hem yazınsal hem
de röportaj kitaplarımda yapmak istediğim sizin de söylediğiniz gibi bu
öykülerin ardındaki mekanizmaları ve bu mekanizmaları harekete geçiren
zihniyeti ve ideolojileri göstermek. Ancak bunu başarabilirseniz bazı şey
leri değiştirmenin yollarını açmış olursunuz. Bu da tabii konuyla entelek
tüel düzeyde bir hesaplaşmayı koşulluyor. Sözgelimi bir kadınla röportaj
yaparken sadece onun söylediklerine bağlı kalmamamız, söylenmeyenleri,
yani boş alanları da hesaba katmanız gerekir, kadını sadece anlattıklarıyla
değil beden diliyle, bizimle kurduğu iletişim biçimiyle vb. Suskunluk an
larıyla da alımlamaya çalışmalıyız. Yani belgelerden yararlanarak yazmak
empatinin dışında gözlemcilik, göstergeleri önyargısız okuma, bağlantıları
kurarak yorumlama gibi yetileri de beraberinde getiriyor.
94|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
2014’te yayımlanan ve Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda Ayla Al
gan rejisiyle iki yıldır sahnelenen, birçok turnelere katılan Lena, Leyla
ve Ötekiler adlı tek kişilik oyununuz da böylesi bir çalışmanın ürü
nü olarak ortaya çıktı. Ukrayna’dan Türkiye’ye göç eden bir kadın
la yaptığınız görüşmeler, somut verilerden hareketle oyun metninizi
oluşturdunuz. Bu oyun “belgesel oyun”, “kadın oyunu”, “göç oyunu”
gibi çoğaltılabilecek özelliklere sahip. Siz bu konuda ne düşünüyorsu
nuz?
Göç çağında yaşıyoruz. İnsanlar savaş, ekonomik kriz, işsizlik vb. ne
denlerle yerlerinden yurtlarından oluyorlar. Bu, çok bugüne özgü bir olgu.
Mülteci sorunu da başlı başına temel bir sorun, kim bilir bu konuda daha
ne çok yapıt yazılacak ne çok oyun sahnelenecek, film yapılacaktır. Lena
Leyla ve Ötekiler de bir göç öyküsü. Ama bu gönüllü bir göç. Ukraynalı
kültürlü bir aileden gelen Lena, bir Türk’e aşık olup İstanbul’da varoş bir
yaşamın içine düşüyor. Böylece bir tür kimlik bunalımı yaşıyor. Göç ister
zorunlu ister gönüllü olsun kolay bir olgu değil, ama kadınsanız bunun
acısını daha da çok yaşıyorsunuz.
Göç olgusunu Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülü alan sonra
dan tiyatroya da uyarlanan Özgürlük Yolları kitabınızda da ele almış
tınız.
Evet Özgürlük Yolları’nda Türkiye’den Almanya’ya göç etmiş ailele
rin çocuklarının yaşadıklarını anlatıyor. Özgürlük Yolları ile Lena Leyla
ve Ötekiler’in ortak yanı toplumsal cinsiyet konusu. Ataerkil zihniyetin
ağırlık kazandığı ve kadının yaşamının büyük oranda kısıtlandığı gelenek
sel yaşamla modern yaşam arasındaki sıkışmışlık ana temayı oluşturuyor.
Özgürlük Yolları’nda gençlerin bu sıkışmışlığı hangi engelleri geçerek aş
tıklarını anlatıyorum. Kitabın hazırlanış süresince topladığım onlarca öy
künün içinde özgürlük yollarını açmayı başaranların öykülerini seçtiğim
için gençlere umut veren yol açıcı bir kitap. Lena Leyla ve Ötekiler’de ise
böyle bir umut yok, çünkü yaşadıkları sonucu kimlik bunalımına girerek
akıl hastanesine düşen Lena’nın kurtulup kurtulamayacağını bilemiyoruz.
Her iki çalışmanın da ortak yönü gerçek öykülere dayanması.
95|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Peki Özgürlük Yolları’nın yolu tiyatroyla nasıl kesişti?
Theater an der Ruhr’un deneyimli tiyatro eğitimcisi Bernhard Deutsch,
Essen Üniversitesi’ndeki öğrencilerimle çok uzun süreli doğaçlama çalış
malarından sonra bu oyunu sahneledi. Oyun Ruhr bölgesinde turneye çıktı
ve çok beğenildi. Belgesel ve biyografik bir oyun bu. Geçmişle bugünün
gerçeklerle düşlerin, anlatmayla canlandırmanın iç içe girdiği çok katman
lı bir yapısı var. Geleneklerin baskısı, kuşaklar arası çatışma, ataerkil aile
yapılanması ne oraya ne buraya ait olma, ayrımcılık gibi. Almanya’daki
gençlerin fırtınalı yaşamını gündeme getiriyor. Oyun gençlerin kendilerini
gerçekleştirebilecekleri yeni bir yaşam alanı kurma düşleriyle sona eriyor.
Bu noktada yeniden Lena Leyla ve Ötekiler oyunuza dönmek isti
yorum. Çünkü bu oyun ataerkil yapılanma ve geleneklerin baskısı al
tında yaşamaya mecbur bırakılmış bir kadının hikâyesini anlatıyor,
belki de bu baskıdan nasibini almış pek çok kadının hikâyesini. Lena;
muhafazakâr bir çevre içinde var olma savaşı veren kadının mücade
lesini, Leyla ise; kendine dayatılan tüm rolleri kabul eden ve bunlarla
var olmaya çalışan bir kadını temsil ediyor. Siz bu hikâyeyi sahne met
nine dönüştürürken söz konusu mücadeleyi, Leyla’nın kabullendiği
Lena’nın mücadele ettiği bu eril baskıyı nasıl yorumladınız?
Tiyatro öğrencilerimden Emine Harmanlı Ukrayna’dan evlenerek gelip
Türkiye’ye yerleşen ve ailenin isteği üstüne Müslüman olup kapanan bu
kadınla iş yerinde tanışmış ve ondan çok etkilenmişti. Bu nedenle onunla
uzunca bir röportaj yaptı. Okuyunca ben de etkilendim ve kadınla tanış
mak istedim. Türbanlı, aydınlık yüzlü güzelce bir kadın geldi evime. “Siz
benimle acaba Lena mı yoksa Leyla olarak mı konuşmak istersiniz?” diye
sordu. Bu soru tabii çok tuhafıma gitti, kendini nasıl rahat hissediyorsa öyle
davranmasını söyledim. Bunun üzerine paltosuyla birlikte başörtüsünü de
çıkardı. Uzun uzun konuştuk. Söyleşi sırasında tuhaf bir şey farkettim.
Lena Leyla’yı hep ötekileştiriyordu. Ona göre yaşadığı sorunların düğüm
noktası Leyla’nın kişiliğinde odaklaşıyordu. Yüzeysel olarak baktığınızda
öyle tabii, Lena kültürlü bir aileden geliyor, üniversite okumuş, evlenip
türlü hayallerle Türkiye’ye geliyor. Öte yandan Leyla, yaşamı mahalle
baskısıyla kısıtlanmış ve iyice kapatılmış bir varoş kadını. Ama sorunun
derinine indiğinizde yaşadıklarının tek sorumlusunun Leyla olmadığını,
Lena’nın da bu işte çok payı olduğunu görüyoruz. İşte bu ikilem beni çok
96|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
ama çok etkiledi. Böylece onun yaşamını bir tiyatro oyunu olarak kaleme
aldım. Oyunun galasına kendisi de geldi, oyunu çok duygulanarak, dahası
ağlayarak izledi. Kırmızı bir türbanı vardı. Oyun sonrasında kırmızı tür
banıyla kırmızı şarap içerken ki görüntüsü gözümün önünden gitmiyor…
Bu oyun tek bir kadının kimliğinde modern yaşam ile geleneksel yaşam
arasındaki çatışmayı gösteriyor. Geleneksel yaşamda kadının adı bile yok,
modern yaşamda ise daha rahat ve özgür gibi görünse bile yine eril baskı
ların içinde. Aksi takdirde Lena bu kadar kolay tuzağa düşmezdi.
Çalışmalarınızda ele aldığınız kadınlara dair hikâyelerde dikkat
çeken bir başka olgu, kadınların yaşadığı kimlik değişimi. Ukray
na’dan gelen Lena’nın Müslüman Leyla’ya dönüştürülmesi, teatral
özellikleri çok olduğu için tiyatroya uyarlanan belgesel romanınız Ha
neye Tecavüz’de kocası tarafından şiddet gören Kadife’nin iktidar ve
güç kazanarak Falcı Serpil’e dönüşmesi gibi. Bu gerçek- yanılsama
ilişkisinin sebebi nedir sizce?
Ataerkil bir toplumda kadın kendini var etmekte zorlandığı oranda ko
laylıkla bir kimlik arayışı içine giriyor, koşullar gereği Serpil gibi kendine
yeni bir kimlik yaratıyor ya da Lena gibi ciddi bir kimlik bunalımı yaşıyor.
Yerleşik sistemin dışına çıkarak ben kimim, neyim, yaşamımın anlamı ne
diye soran her kadın ister istemez böyle bir ikilemin içine düşüyor. Lena
da onlardan biri sadece. Ama sorun sadece kimlik değişimi değil, sorun
farklı kimliklerin aynı anda yaşanması ve birbiriyle çatışması. Haneye Te
cavüz’de bu ikiliği birçok kadın yaşıyor, ama bunun tabii ki en uç noktası
nı bulunduğu yere göre cinsiyetini değiştiren transeksüel karakter veriyor.
Farklı kimliklerin aynı anda yaşanması duruma göre farklı rollerin oynan
masını koşulluyor. Bu da yalana yol açıyor. Özgürlük Yolları’nda da bu so
run gündeme geliyor. Gençlerin pek çoğunun bir sevgilisi var ama aileleri
bunu bilmiyor ya da bilmezden geliyor. Bu kadınların sürekli yaşadıkları,
dahası kanıksadıkları bir gerçek. Ne var ki bu olgu Lena Leyla ve Ötekiler’
deki Lena’nın kişiliğinde tam bir iç çatışmaya yol açıyor.
Peki sizin kaleme aldığınız oyunla sahne yorumu tam tamına örtü
şüyor muydu, yoksa arada bir fark var mıydı? Oyunun sahnelenişini
nasıl buldunuz?
97|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
Oyunumda Lena-Leyla çatışması toplumsal bağlantıları içinde gösteri
liyor. Böylece modern dünya ile gelenekler arasındaki çatışmanın nasıl bir
iç çatışmaya yol açabileceği ortaya çıkarılıyor. Bu, toplumumuzda çoğu
kadının yaşadığı bir olay. Yani başka bir ülkeden gelmesi gerekmiyor, top
lumun içinde böyle bir ikilem zaten var. Ayla Algan’ın sahne yorumunda
bunu psikolojik bir düzleme oturtarak şizofrenik bir olay olarak yorumla
yınca toplumsal çatışma ister istemez geri plana itildi ama yine de büsbü
tün kaybolmadı.
Oyun izleyiciler tarafından nasıl alımlandı?
Oyun bizde iyice tuttu. Şimdi Ukraynacaya da çevrildi ve Ukrayna’ya
festivale davet edildi. Bakalım oradaki izleyicinin tepkisi ne olacak? Oyu
numu birkaç kez izledim, oyun sonrası oyunun yönetmeni Ayla Algan’ın da
katılımıyla izleyicilerle söyleşi yapıyorduk. İzleyicilerden inanılmaz güzel
tepkiler geliyordu. Her seferinde verimli bir tartışma ortamı yaratıldı. Son
rasında çevremi saran ve heyecanla “Siz benim öykümü anlatmışsınız” ya
da “Ben de buna benzer bir şey yaşadım” ya da “Yaşadığım ortam kendimi
bulmamı engelliyor” diye kendi duygularını ve düşüncelerini dile getiren
türbanlı kadınlarla konuştum. Bu çok etkileyiciydi. Çünkü biz kendimize
benzemeyeni çok kolay ötekileştirme eğilimindeyiz. Kadınlar arası tam
bir köprü kurulmuştu bence. Öte yandan bu konulara aşırı duyarlı erkek
izleyiciler de çoktu… Bütün bunlardan çıkardığım sonuç, oyun sonrası ko
nuşmaların ve tartışmaların çok ama çok verimli olduğu. Bu tür etkinlikler
mutlaka yapılmalı ve tiyatro üzerine yapıcı bir tartışma ortamı yaratılmalı.
O zaman hem tiyatrocular izleyicinin nabzını yoklayabiliyorlar hem de
izlenen oyun belleklere daha iyi yerleşiyor. Aslında bu tür etkinlikler yurt
dışında sürekli yapılıyor.
Sanırım Batı ülkelerinde tiyatro pedagojisi çok gelişmiş. Bu bağ
lamda pedagoglar da tiyatro ile izleyici arasında bir köprü kuruyorlar
değil mi?
Evet, tiyatro pedagojisi çok önemli Almanya’da her tiyatronun bir tiyat
ro pedagoğu var, liselere, üniversitelere gidip atölye çalışmaları yapıyor,
gençleri gidecekleri oyuna hazırlıyor, oyun sonrasında da yazar, yönetmen
ve oyuncularla hararetli tartışmalar oluyor. Essen Üniversitesi’nde çalıştı
ğım yıllarda tiyatronun t’sini bile bilmeyen göçmen işçi çocuklarıyla ente
98|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
lektüel çıtası çok yüksek olan oyunlara gitmişimdir. Öğrencilerimin tiyatro
dünyasına girmesinde tiyatro eğitimcilerinin de payı büyüktü. Uzun yıllar
tanınmış tiyatro pedagogları Günay Köse ve Bernhard Deutsch ile birlik
te çalıştım, onlara çok şey borçluyum. Öğrencilerimden bazıları tiyatro
eğitimi alanında uzmanlaştı, dahası tiyatro eleştiri yazıları bile yazmaya
başladılar. Toplumumuzda tiyatroya büyük bir ilgi var bunun daha iyi de
ğerlendirilmesi gerekiyor.
Sizce “kadın oyunu” nedir? Bir oyunu “feminist bir metin” ya da
“feminist sahneleme” kılan özellikleri nasıl tanımlıyorsunuz? Top
lumsal cinsiyet ve tiyatro ilişkisi üzerine düşünen bir oyun yazarı ve
akademisyen olarak sizin deneyiminiz nasıldı? Türkiye tiyatrosunda
bu konuda takip ettiğiniz yazar, yönetmen, topluluklar var mı?
Feminist tiyatro deyince kadın sorunlarını ele alan tiyatro geliyor akla.
Bu doğru değil, ona bakarsanız kadın sorunları her zaman vardı ve dile
getiriliyordu. Antik tiyatroyu düşünün, Medea, Elektra tarihe damgalarını
vuran kadınlar. On dokuzuncu yüzyılda kadın konusu çok daha yaygın
laştı. Bugünkü TV dizilerinde de sürekli gündemde. Ama bunların femi
nist olup olmadıklarını anlamak için soruna nasıl baktıklarını ve nasıl bir
farkındalık uyandırdıklarını ya da uyandıramadıklarını irdelemek gereki
yor. Bu bağlamda toplumsal cinsiyet kavramı önem kazanıyor. Bu kavram
kadını biyolojik özellikleriyle değil toplumda ona verilen rol bağlamında
sosyal ve toplumsal bir bağlam içinde ele alıyor. Yani feminist tiyatrodan
beklenen hem kadının yaşadığı sorunları kültürel ve toplumsal bağlantıları
içinde göstererek bunun değişebilirliğini gündeme getirebilmesi hem de
kadının ruhuna, iç dünyasına, yaşadığı içsel fırtınalara sızabilmesi. Amaç
kadının ezilmişliğinin ardındaki mekanizmaları ve bu mekanizmaları bes
leyen eril ideolojiyi ortaya çıkartmak. Ancak bunu yapabilen yazarlar bir
farkındalık uyandırabiliyor. Böylece sorunları “ah vah, zavallı kadın başı
na neler gelmişin” ötesinde bir bilinçle irdeleyebiliyoruz. Aslında bu bi
lincin erkek kadın herkeste olması gerekiyor. Öte yandan tanıdığım bazı
ünlü kadın yazarlar “kadın yazar” damgasını yemek istemiyorlar. Haklı
olarak kadının küçümsendiği bir toplumda ikinci plana itilmekten, yete
rince önemsenmemekten korktukları için. Ne var ki son yıllarda bu tür
konulara duyarlık öylesine arttı ki erkek yazarlar da kadın sorunlarını ele
almaya başladılar.
99|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bö
lümü’nde de lisans ve lisansüstü düzeyde yürütülen kimi dersler ve
araştırmalarla bu konularda bir duyarlılık yaratıldığını düşünüyo
rum, öyle değil mi?
Doç. Dr. Fakiye Özsoysal’ın payı bunda çok büyük. Oyunlarda Ka
dınlar adlı çalışması bence çok kimseye yol açabilecek temel bir kitap
oldu. Mezun öğrencilerimizden de bazıları bu konulara yöneldiler. Söz
gelimi Zeynep Kaçar yazdığı kadın oyunlarıyla sesini duyurmaya başladı.
Jale Karabekir kendi kurduğu “Boyalı Kuş” Tiyatrosunda bu tür oyunlara
ağırlık veriyor. Doç. Dr. Nihal Kuyumcu, Tijen Savaşkan’la yaptığı Fo
rum tiyatrosu çalışmalarında hep kadınların yaşadığı sorunlara ağırlık ve
riyor. Meral Harmancı Bastırılanın Geri Dönüşü adlı yeni çıkan kitabında
Tanzimattan Cumhuriyete kadın oyun yazarlarına yer veriyor. Bu sadece
Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’ndeki çalışmalardan aklıma
gelen birkaç örnek. Bu konuya çok ilgi duyulduğunu ama çok daha fazla
gelişmesi, yeşermesi ve bu konuya yönelenlerin arasında çok daha yoğun
bir iletişim ağı olması gerektiğini düşünüyorum. Benim için bütün bu ça
lışmalarda belirleyici olan kadınların yaşadıklarının sosyal ve toplumsal
bağlantıları içinde gösterilmesi, ataerkil zihniyetin toplumun farklı ku
rumlarında nasıl kök saldığının çıkartılması, bu zihniyeti besleyen dinsel,
milliyetçi ve militarist ideolojilerin ortaya çıkartılması, sadece erkeklerin
değil kadınların da bu ideolojileri nasıl içselleştirdiklerinin ortaya konul
ması. Çünkü bu yapılmadığı sürece anlatılanlar sadece sansasyonel öykü
ler olarak kalacaktır. Öte yandan kadınların yazmaları farklı bir duyarlığı
da beraberinde getiriyor. Kadınların dili, düşünme ve sorgulama biçimleri,
kimlik arayışları yerleşik düşünme ve söylem biçimlerini çoğu kez kırıyor.
Bu da başlı başına bir araştırma konusu.
Oyunlarınız, son romanınız Haneye Tecavüz ve tiyatro üzerine
araştırmalarınızda dikkatimi en çok çeken çalışmaların sadece kur
macaya dayalı düşünsel bir boyutta kalmaması çoğu kez yaşanmışlığa
dayanmasıdır.
Yıllardır kadınlarla birebir röportaj yapıp belgeler topluyoruz. Üniver
sitede sürdüğüm röportaj seminerlerinde de onlarca kadınla röportaj ya
pıldı. Zamanla çok zengin bir malzeme oluştu. Bu açıdan belgelere daya
narak çalıştığım doğru. Ama belgeler sadece ham malzemeyi oluşturuyor.
100|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Bu malzemenin düşünsel bağlantılarının ortaya çıkartılarak okunması,
yoğurulması, kurmacanın da katkısıyla kurgulanması, biçimlendirilmesi
çalışmalarımın yazınsal özelliğini oluşturuyor.
Sözgelimi Haneye Tecavüz’de klişelerin nasıl yaşamımızı ve davranış
larımızı yönlendirdiğini göstermeye çalışıyorum. İnsanların pek çoğu kli
şelerin öylesine bir kıskacı altındaki bir türlü birey olamıyorlar, özgürle
şemiyorlar. Bunun altında sadece kadınlar değil erkekler de eziliyor. Din,
gelenekler, töreler, aile miti, namus, insan ve kadın haklarının önüne geç
tiği anda, insanlar birey olamıyorlar, kendilerini gerçekleştiremiyorlar, ya
şadıkları gerçeklerle yüzleşerek kendilerine bir yaşam alanı yaratamıyor
lar. “Haneye Tecavüz” de farklı toplumsal katmanlardan gelen kadınların
öykülerini anlatırken kadınları engelleyen güçleri ve onların bu güçlerle
nasıl boğuştuklarını da anlatmaya çalışıyorum. Bu süreçte kadınların kimi
bu güçleri yenmeyi başarıyor, kimi de başaramıyor. Bu biraz da yaşadık
ları ortama bağlı.
Son yıllarda yerli oyun yazarlığımızda ve sahnelemelerde tek kişi
lik anlatı-performanslar ön plana çıkıyor, bilhassa da kadın oyuncu
ların biyografi ya da otobiyografi türündeki anlatıları. Boyalı Kuş’un
Melek, sizin Lena Leyla ve Ötekiler, Nihal Yalçın’ın oynadığı Antabus,
Sergüzeşt Tiyatro Çika, Ankara DT’nin İyiyim, Ezop Sahne’nin Aşi
yan, Seyyar Sahne’nin Çocukluğun Soğuk Geceleri adlı oyunları aklı
ma gelen örneklerden sadece birkaçını oluşturuyor. Sizce tiyatromuz
da tekil kadın anlatılarının revaçta olması yeni bir eğilimime mi işaret
ediyor? Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz, benzer örnekler
Almanya’da, Avrupa tiyatrosunda nasıl cereyan ediyor?
Eskiden tiyatro deyince dramatik çatışmalara dayanan birkaç kişilik bir
oyun akla geliyordu. Tabii bu anlayış tiyatroda disiplinler ve metinlerarası
etkileşimin ağırlık kazanmasıyla zaman içinde çok değişti. Son yıllarda
özellikle anlatı tiyatrosu, yani oyunculuktan çok anlatıma ya da şiire ağır
lık veren bir tiyatro anlayışı önem kazanmaya başladı. Bu bağlamda tek
kişilik gösteriler de oluşmaya başladı. Biliyorsunuz bizde bunu ilk Genco
Erkal başlattı. Nazım Hikmet’in ve Brecht’in şiirlerinden ya da metinle
rinden oluşan gösteriler sunduğu gibi Aziz Nesin uyarlamasıyla taşlama
türü gösterilere de yer verdi. Tabii bu tür gösterilerde oyuncunun ustalığı
çok önemli. Tek kişilik oyunlar yurt dışında da çok yapılıyor. Dahası Al
101|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
manya’da sadece tek kişilik gösterilerin sunulduğu bir festival bile var.
Kadın oyunları da tek kişilik gösteriler olarak böylece gündeme geliyor.
Bu tür oyunlar çeşitli metinlerden oluşan bir kolaja dayanabileceği gibi
Lena Leyla ve Ötekiler’de olduğu gibi belli bir kurgusu olan bir tiyatro
metnine de dayanabilir. Her şekilde bence metnin derinliği önemli, yoksa
göz boyayıcı bir oyunculuk performansına dönüşebilir.
Gücünü yaşamdan alan tiyatro ve uyarlamalar
Tartışmaya çalıştığımız “yaşanmışlık” aslında sizin bütün kitapla
rınızda var, sadece kadınları ele alan çalışmalarınızda değil. Bilhassa
çocuk ve gençler için yazdığınız kurmacalarda, Düş Hırsızlarına Kar
şı’da örneğin. Bizde de çok sevilerek okunan Michael Ende’nin kitap
ları gibi sadece çocuklara değil yetişkinlere de sesleniyor bu kitaplar.
Evet, çok doğru söylediniz, fantastiğin ağır bastığı kitaplarımda bile
yaşanmışlığın izleri var. Düş Hırsızlarına Karşı kitabımda çocukların ve
içindeki çocuğu yeşerten yetişkinlerin Gipo’ya karşı savaşımı anlatılıyor,
Gipo, yani içimizdeki Gizli Polis hayallerimizi çalan iğrenç bir yaratık.
Gipo ile her an her dakika burun buruna değil miyiz? Onunla mücadele
etmiyor muyuz? Bundan daha gerçekçi bir şey olabilir mi? Düş Hırsızla
rı’nın çocuklarla tiyatroya uyarlanması süreci ile ilgili hoş bir anım vardır:
Çocuklarla Gipo üzerinde tartışırken on yaşlarındaki küçük bir kız dedi ki
“Ben kendi hayallerimi Gipo’dan koruyabilirim. Gipo’yu kovarım gider.
Ama annemin Gipo’sunu ne yapayım?” Büyüklerin çocuklar üstünde kur
dukları baskıyı bu sözler öyle güzel dile getiriyordu ki.
Aslında yapay bir gerçek kurgulayan postmodern edebiyatla aram pe
kiyi değil. Hayâl gücüne dayanan edebiyatta bile yaşanmışlığın izlerini
arıyorum. Sözgelimi Pinokyo Kral Übü’nünÜlkesi’nde diktatör Übü’nün
egemen olduğu bir ortamda giderek Übüleşen bir çocuğun öyküsünü an
latıyor. Yani olumsuz bir sosyalleşme söz konusu. Yaşadığımız gerçeklere
gönderme yapan bir tür kara güldürü. Bizde çocuk oyunu olarak bir okul
da sahnelendi. Fethiye Sanat ve Kültür günlerinde çocuklarla bir radyo
oyunu olarak sergilendi. Ama oyunun yetişkinlere de yönelik olan vurucu
boyutu nedense henüz çıkartılamadı. Düşünüyorum da belki de konu itici
geldiği için. Çocuk haklarının sürekli yıpratıldığı bir toplumda yaşıyoruz
102|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
ama böyle bir şey sanki hiç yokmuş gibi davranıyoruz. Belki çocukları
yeterince önemsemediğimiz için, belki de bazı konuları tabulaştırdığımız
için, sorunlarla hesaplaşmaktansa otosansürü tercih ediyoruz.
Pinokyo Kral Übü’nün Ülkesinde metinlerarası etkileşime dayanıyor.
Yani farklı metinlerin iç içe geçtiği bir oyun. Jarry’nin ünlü Übü figürü ile
Collodi’nin Pinokyosu’nun bir araya gelmesi bile yaratıcı bir yönetmenin
elinde çok çarpıcı sahne tasarımlarına yol açabilir. Şimdi Viyana’da Ko
kon Tiyatrosu sahnelemek istiyor. Umarım oyunun yolu açılır.
Özgürlük Yolları, Düş Hırsızlarına Karşı ve son olarak Haneye Te
cavüz romanınız sahneye uyarlanıyor. Bir tiyatro oyunu ya da sahne
metni olarak yazılmamalarına karşılık bu eserleriniz kimi zaman dra
ma çalışması, kimi zaman bir tiyatro oyunu olarak sahnelendi, sah
nelenecek. Kanımca öykü ve romanlarınız oldukça teatral bir strateji
üzerine kurulu. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz?
Düş Hırsızları’nı ise TEB Oyun dergisinin editörü Tijen Savaşkan, Fet
hiye Sanat ve Kültür günlerinde çocuklara yönelik yaratıcı drama atölye
çalışmasıyla sergilemişti. Hayallerimiz ne, onların gelişmesini nasıl sağla
yabiliriz, hayal hırsızlarının yani Gipo’nun (Gizli Polis) onları çalmasını
nasıl engelleyebiliriz gibi sorularla çok eğlenceli, komik, aynı zamanda
düşündürücü bir danslı müzikli gösteri olmuştu.
Haneye Tecavüz’ü tiyatrocu Ali Berktay tiyatroya uyarlamayı amaçlı
yor. Belgesel romanın teatral öğeleri geniş çapta içinde barındırdığını, bu
açıdan da uyarlamaya uygun olduğunu düşünüyor. Bu proje gerçekleşebi
lirse Haneye Tecavüz epik ve belgesel karışımı bir oyun olacaktır.
Özgürlük Yolları üstüne az önce konuşmuştuk. Doğrudan gençlerin ya
şam deneyimlerinden yola çıkarak doğaçlama çalışmalarıyla adım adım
ortaya çıktı bu oyun. Benim için de çok güzel bir deneyim oldu.
Uyarlama kolay bir şey değil tabii. Yaratıcı dramadan yararlanılıyorsa
doğal bir biçimde orijinal metinden iyice uzaklaşılıyor. Sonuçta yeni bir
metin de oluşmuyor. Olsa olsa bir tür partisyondan sözedilebilir. Biz Çağ
daş Yaşamı Destekleme Derneği bünyesinde yıllarca İstanbul’un yoksul
semtlerinde bu tür çalışmalar yaptık. Aziz Nesin’in çocuk haklarını hiçe
sayan otoriter sistemi eleştiren taşlaması Şimdiki Çocuklar Harika’sı ya
103|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
da Christine Nöstlinger’in Kim Takar Salatalık Kıralını çocuklarla birlikte
geliştirdiğimiz çok başarılı uyarlamalardı, bu açıdan da onlara katkısı bü
yük olmuştur.
Çocuklarla yaptığınız yaratıcı drama çalışmaları üzerinde de bi
raz konuşabilir miyiz? Sanırım Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji
bölümünün ilk yıllarında bu tür çalışmaları öğrencilerinizle birlikte
İstanbul’un kenar semtlerinde sürdürüyordunuz değil mi?
O dönemde ÇYDD ‘de çalışıyordum. Yaratıcı öğrenimi ve öğretimi
hedef alan çeşitli yayınlar yapmıştık. Kuramsal temeli attıktan sonra da
doğrudan öğretmenlere yönelik yayınlara yönelmiştik. Doksanlı yılların
ortalarında uygulama aşamasına geçmek, uygulamayla kuramı bütünleş
tirme aşamasına gelmiştik. Böylece Kasımpaşa’da, Kocamustafapaşa’da
asistanlarımız ve öğrencilerimiz ile birlikte çalışmaya başladık. Bu çalış
malarda Nihal Kuyumcu gibi başı çeken öğrencilerimizin bazıları zaman
içinde bu alanda yaptıkları uygulamalı çalışmalarla ve yayınlarıyla iyice
uzmanlaştılar. Bazıları da okullarda yaratıcı drama dersleri veriyorlar. Ta
bii deneyimli olmadığımız için çalışmalarımız başlangıçta çok yorucuydu.
Ama uzmanlardan yardım aldık. Öte yandan birlikte çalıştığımız alt kat
mandan gelen çocukların heyecanı, sevinci, mutluluğu her şeye değerdi.
Öyle bir şey ki çocuklarla iyi bir iletişim kurabilirseniz onlara bir verdiği
nizde on geri alıyorsunuz.
Yaratıcı drama ve eğitimde tiyatro çalışmalarındaki temel hedefimiz
çocukların yaratıcı gizilgücünü ortaya çıkartmak ve gelişmesini sağlamak,
onların sorgulama ve eleştirme yetilerini ortaya çıkarmaktı. Çocuklardaki
gelişim gerçekten şaşırtıcıydı. Sözgelimi depremden hemen sonra yapılan
yaratıcı drama çalışmaları sonucunda hem çok eğlenceli hem de çok dü
şündürücü bir oyunla deprem bölgesine turne yapmalarını sağlamıştık. Bu
çocukların yıllar içinde nasıl bir özgüven kazandıklarını kendi gözlerimiz
le gördük. Çok heyecanlı bir deneyimdi bu.
Son yıllarda bu tür çalışmaları Anadolu’ya aktararak Fethiye’de yedi
yıl boyunca çocuklara ve gençlere yönelik çalışmalar yaptık. Tiyatrodan
sanata, sinemadan edebiyata değin sanatın her alanını kuşatan bu projenin
de çok verimli olduğunu söyleyebilirim.
104|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
Çeviriler
Çeviri oyunlarınıza da değinebilir miyiz? Bir sohbetimizde çocuk
luk yıllarınızda Ibsen’in Peer Gynt, Brand oyunlarının size masal ola
rak anlatıldığını söylemiştiniz. Yıllar sonra ilk olarak anneanneniz
Seniha Bedri Göknil’in çevirdiği Peer Gynt’ü, ilk masalınızı yeniden
çevirdiniz. Bunun dışında Dürenmatt, MaxFrisch, Vaclav Havel’in
metinlerini Türkçe’ye kazandırdınız.
Anneannem Seniha Bedri Göknil Türkiye’nin ilk kadın çevirmenlerin
dendi. Almanca ve Fransızcadan çeviri yapıyordu. Muhsin Ertuğrul oyna
mak istediği oyunları anneanneme getirir, o da çevirirmiş. Anneannem de
çevirmekte olduğu oyunları sözgelimi Ibsen’in Peer Gynt’ünü, Schiller’in
Haydutlar’ını, Goethe’nin Faust’unu bana masallaştırarak ve oynayarak
anlatırdı. Böylece çok erken yaşta klasiklerle tanıştım. Yıllar sonra anne
annemin çevirdiği Peer Gynt ve Brand oyunlarını elden geçirerek güncel
leştirdim. Aslında oyunları anneannem de orijinalinden çevirmemişti, bu
açıdan da daha çok bir sahne uyarlaması gibiydi, ben de bu çizgide çalış
tım ama gerçekten çok zorlayıcı bir çalışmaydı. Bir terzinin yeni bir elbise
dikmesi başka bir şey, eski bir elbiseyi modern bir hale getirmesi başka bir
şey. Yine de anneannemin anısına böyle bir çalışmaya girmek benim için
çok anlamlıydı.
Aslında yazmaya yöneldiğim için çok az oyun çevirisi yaptım. İlk Max
Frisch Biyografi’sini çevirdim, çok ilginç deneysel bir oyun olduğu için.
Yaşamınızı yeniden yaşasaydınız neyi değiştirirsiniz gibi bir sorudan yola
çıkıyor ve geriye dönüşlerle oyunun başkişisi Kürmann’ın yaşamından
kesitler sunuyor. Oyun içinde oyun olarak bir prova biçiminde gelişen
“Biyografi” hem çok eğlenceli hem de düşündürücü. Çünkü Kürmann’ın
davranışları onu hep aynı sonuca götürüyor. Ne yaparsa yapsın kendi öz
geçmişinden kurtulamıyor. Bu oyun bizde ne yazık ki sahnelenmedi. Belki
de nedeni karamsar olması ve bir kördüğümü göstermesi. Ama kurgusu
çok ilginç.
Vaclav Havel’in Bildirimi’ni de Almancadan çevirdim. Bu oyunda dilin
nasıl bir manipülasyon aracı olabileceği irdeleniyor. Dil, iktidar güç tema
larını irdeliyor. Kavramların insanların ideolojisine göre anlamının boşal
tıldığı, dönüştürüldüğü, çarpıtıldığı, dilin bir güdümleme ve baskı aracına
105|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
dönüştürüldüğü bir toplumda yaşadığımızı göz önüne alacak olursak çok
güncel ve vurucu bir konu. Ama ben bu oyunun bizde anlaşıldığını düşün
müyorum. Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi göremedim, çok da tuttuğunu
sanmıyorum. Bu tür absürdoyunlarda dramaturjik bir çalışmayla mutlaka
oyunun gerçekçi boyutunun çıkartılması gerekiyor ki, bunun yapıldığını
hiç sanmıyorum. Bildirim çeşitli amatör tiyatrolar tarafından da sahnelendi
ama söylediğim nedenlerden dolayı hiç de başarılı olmadı.
Zehra İpşiroğlu deyince ilk akla gelen tiyatro insanı şüphesiz Ber
tolt Brecht. Brecht’in çalışmalarıyla yollarınızın sadece Alman filolo
ğu olduğunuz için kesiştiğini düşünmüyorum açıkçası. Sizi Brecht’in
tiyatrosuna tutkuyla bağlayan sebepler nelerdir? Bugünün tiyatro
yaşantısında Brecht’in yerini, etkisini nasıl görüyorsunuz? Sizin de
Brecht çevirileriniz var mı?
Sadece Brecht’in bazı şiirlerini çevirdim. Genco Erkal bir Brecht gös
terisi hazırlıyordu. Ona destek olmak için yapmıştım bu çevirileri. Zaten
Brecht deyince ilk aklıma gelen Dostlar Tiyatrosudur. Yetmişli yıllarda
Dostlar Tiyatrosu’nda Kafkas Tebeşir Dairesi sahneleniyordu. Mehmet
Akan Analık Davası’yla bir uyarlama yapmıştı. Bu oyunun provalarını
izliyordum. Bir oyunun adım adım nasıl ortaya çıktığını izlemek çok he
yecan verici bir olguydu. Brecht’le ilk karşılaşmam böyle oldu. Kafkas
Tebeşir Dairesi seksenli yıllarda Mehmet Ulusoy’un sahnelemesiyle Kuz
gun Acar’ın olağanüstü maskeleriyle, Metin Deniz’in sahne tasarımıyla
Dostlar’da yine sahnelendiğinde uzunca bir tiyatro eleştirisi yazmıştım.
Bu yazdığım ilk eleştiri yazısıydı ve çok beğenildi. Tabii bu kadar zengin
ve çarpıcı bir sahneleme olunca eleştiride de kendiliğinden belli bir düzeyi
yakalayabiliyorsunuz.
Sonraki yıllarda Berlin’de Brecht’in Tiyatrosu Berliner Ensemble’de
nice oyun izledim. Bazı yazarlar vardır ki, onlarla iletişim yaşamınızı be
lirler. Bu açıdan Brecht’i hocam gibi gördüm. Tiyatroda dramaturji anlayı
şı, bir oyunun gerek yazılışında gerek sahnelenişinde düşünsel boyutunun
yakalanması, sorgulayıcı ve eleştirel bakış, gülme eğlenmeyle düşünme
nin birbirini tamamlayarak bütünleşmesi, yabancılaştırma, yani bir soru
nun alışılmışlığından sıyrılarak farklı bir açıdan gösterilmesi, bütün bun
ları Brecht’den öğrendim. Oyunlarımdan çocuk kitaplarıma değin tiyatro
dışı çalışmalarımda da Brecht’in etkisi yoğundur. Özellikle de Brecht’in
106|Sayfa
Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji (T.E.D.) Bölümü Dergisi / Sayı: 26, 2015/1, s. (89-108)
gündeme getirdiği yabancılaştırma, yani bir soruna ezber bozarak yepyeni
bir gözle bakabilmek düşüncesi bana çok şey katmıştır.
Genç kuşak
Genç oyun yazarları, yönetmenler, tiyatro uygulamacıları ve tiyat
ro araştırmacıları için varsa tavsiye yahut temennilerinizi alarak söy
leşiyi bitirmek istiyorum. Bu konuda görüş ve önerilerinizi paylaşır
mısınız?
Sanatın her alanında olduğu gibi tiyatroda da yaratıcılık ve düşünsellik
iç içe gelişiyor. Bu bir denge oyunu. Ama bu dengeyi tutturabilmek için
tiyatrocunun sürekli olarak kendini geliştirmesi önemli. Bu yaşadığımız
sürece hiç bitmeyen bir süreç.
Ben bizde düşünselliğin halâ yeterince gelişmemiş olduğu görüşünde
yim. Tabii bunu engelleyen bir sanat ve kültür ortamı var. Bu da yapılan
işten çok “ego firmasının” ve bunu besleyen narsisimin ön plana çıkma
sına neden oluyor. Egosu aşırı yüksek olan tiyatro oyuncuları bir iki ödül
aldılar mı öyle bir havalara girebiliyorlar ki gelişme yolları kolaylıkla tı
kanabiliyor. Oysa engelleyici değil motive edici olmalı ödülün amacı. Söz
gelimi Afife Jale ödül törenlerindeki ritüelı ele alalım. Ödül alan sanatçılar
birbirinden şık kıyafetlerle sahneye çıkıp yüzlerce kişiye tekrar tekrar te
şekkür ettikten ya da “çok heyecanlıyım” gibilerden bildik klişeleri tekrar
ladıktan sonra plaketini alıyor, fotoğraf için pozlar veriyor, alkış kıyamet
gidiyor. Bir iki kez bu töreni izledikten sonra bunun ne kadar verimsiz,
dahası aptallaştırıcı bir ortam olduğunu düşündüm. Ama tabii dünya ge
nelinde böylesi bir gidişat var. Oscar törenleri de bundan farklı değil ki.
Böyle bir ortamda yetenekli genç bir sanatçının, özellikle de tiyatrocunun
kendi yolunu bulması, kendini geliştirmesi kolay değil.
Bir de ödül alanların yazarın, yönetmenin, oyuncuların izleyicilere
oyunlarıyla ilgili duygularını, düşüncelerini belki de oyunun oluşumunu
anlattıkları alternatif bir ödül töreni yapıldığını düşünelim. Ne kadar an
lamlı ne kadar heyecan verici olabilirdi. Odak noktası kişiler değil yapılan
iş, yani tiyatro olmalı. Ödül alanlar yönetmen, oyuncular sadece ama sade
ce sahnelenen oyunun hizmetindeler, bu bilinç oluşabilmeli. Oyun yazarı
107|Sayfa
PROF. DR. ZEHRA İPŞİROĞLU İLE ESERLERİ, TİYATRO VE KADINLAR
ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
da ele aldığı konunun hizmetinde, bir de derdi, bir sorunu olmalı ki bu
oyunu kaleme almış, işte bu önemli.
Tabii ödül törenleri günümüz sanat ortamının bir uzantısı sadece. Gü
nümüz sanat anlayışı düşündürmek, sorgulamaktan çok anlık efektler
uyandırmayı amaçlıyor. Çok satar romanları düşünün örneğin, bir iki yıl
sonra bunları yazanların adlarını bile hatırlamayacağız. Aynı şey sanatın
tüm alanları tabii ki tiyatro için de geçerli. Günümüzde moda bir deyiş var
“Event (olay) kültürü”, o an heyecan uyandıran bir sanat, diyelim tiyatro
olay dünyanın en önemli şeyiymiş gibi pazarlanıyor, ama bunun hiçbir
kalıcılığı ya da sürekliliği yok.
Soruna böyle bir bütün içinde baktığımda genç bir sanatçının kendi yo
lunu bulması, kendini geliştirmesi dış etkenlerden ve event-kültüründen
bağımsız olarak özgünlüğünü koruması, yaptığı işe gönülden inanarak
onunla özdeşleşerek yazarlık, yönetmenlik ya da oyunculuk anlayışına de
rin bir boyut katmaya çalışması hiç de kolay değil.
Tek umudum bütün bu kaotik ortam içinde zaman zaman pırıltılı bir
şeyler yakalayabilmemiz. Sinemadan bir örnek getirecek olursam Michael
Haneke’nin hem sorgulayıcı ve düşündürücü hem de duygusal açıdan et
kileyici derinliği olan filmleri gibi. Tabii bu bağlamda eleştiri anlayışının
geliştirilmesi önem kazanıyor. Ancak eleştiri yoluyla nitelikli olanı olma
yandan ayıklayarak kendi yolumuzu açabiliriz.
Söyleşi için çok teşekkür ederim.
108|Sayfa