Evrensel gazetesi okurları Zehra İpşiroğlu adını bilirler. Zehra İpşiroğlu (1949) babası sanat tarihçisi ve öğretim üyesi Mazhar İpşiroğlu’nun gölgesinde kalmadan varolmuştur çünkü. Yüksek öğrenimini İstanbul, Frieburg ve Berlin Üniversitelerinde Alman Dili’yle Felsefe bölümlerinde yaptı.
1975-91 yıllarında İstanbul Üniversitesi Almanca Bölümü’nde, doksanlı yıllarda aynı Fakülte’de kendi kurduğu “Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturgi” Bölümünde, 1998-2009 yıllarında Almanya’da Duisburg/Essen Üniversitesi Türkçe Öğretmenliği Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürdü.
Zehra İpşiroğlu, şimdi serbest yazar. Yaratıcı eğitim ve öğretim alanında yayınlanan çeşitli ortak çalışmalarının yanı sıra, roman, öykü, anı, röportaj ve dokuz yaşın üstündeki çocuklarla yetişkinler için yazınsal kitapları, ayrıca çevirileri var. Onun ödüllerini şöyle özetleyebiliriz: 1978’de Milliyet Sanat film öyküsü yarışması birincilik ödülünü, 1987’de Milliyet Sanat edebiyat eleştirisi birincilik ödülünü, 1993’de “Tiyatroda Devrim” adlı kitabıyla Kültür Bakanlığı Tiyatro Araştırma ve İnceleme ödülünü, “Tiyatroda Yeni Arayışlar” adlı kitabıyla Kültür Bakanlığı Eleştiri ödülünü, 1997’de yurtdışında “Nashornspiel” adı altında yayınlanan “Gergedan Oyunu” adlı çocuk kitabıyla Orhan Kemal Öykü yarışması ödülünü, Almanya’da da “Eselsohr” dergisi sıra dışı çocuk yazını ödülünü, 2008’de Özgürlük Yolları kitabıyla Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülünü kazandı.
Zehra İpşiroğlu’nun bugünlerde, gündemimizden hiç eksilmeyen toplumsal cinsiyet konusunu irdeleyen bir kitabı daha yayımlandı: Tabular, Korkular ve Kadınlar (E Yayınları, 165 s.) Daha önce bu konuda Özgürlük Yolları (Çınar Yayınları), Gençlere Mektuplar (E Yayınları), Aydınlanan Yollar- Kardelen Öyküleri (Cumhuriyet Kitapları), Lena, Leyla ve Diğerleri (Mitos Boyut Yayın) yayınlayan Zehra İpşiroğlu yeni kitabında yaşamının büyük bölümünü geçirdiği Almanya ve Avusturya’yı nasıl irdelediğini de anlatıyor:
“(…)göçle birlikte artan ekonomik sıkıntı çoğu kez kadını da çalışmaya zorluyor. Kadının çalışmaya başlaması, para kazanması da belli bir bilinçlenmeyi beraberinde getiriyor.
Göç olgusunu ele alırken özellikle Almanya ve Avusturya’dan örnekler getiriyorum. Bu ülkelerde göçmenler arasında yaşananların bizde yaşananların küçük bir modelini oluşturduğu söylenebilir. Çünkü insanı yalnızlığa iten modern yaşamla ataerkil bir yaşam biçimi içine kilitleyen geleneksel yaşam arasındaki çalışma, bizde de yoğun bir biçimde yaşanıyor; bundan en çok payını alanlar yine kadınlar ve çocuklar oluyor.
(…)Bugün bu konuda dünya genelinde en son sıralarda yer aldığımız bir gerçek. Yapılan araştırmalara göre kadın haklan konusunda dünya genelinde 136 ülkeden 124. sıradayız.
Özellikle son yıllarda şiddet olaylarında belirgin bir artış gözlemleniyor. Şiddetin temellerini oluşturan eril zihniyet öylesine kök salmış ki, değişmesi çok zaman alacağa benziyor. Ancak bu konudaki bilinçlenme de günden güne artıyor. Çeşitli sivil kuruluşların çalışmaları buna örnek gösterilebilir. Öte yandan edebiyattan tiyatroya, sinemadan TV dizilerine değin sanat ve kültürün çeşitli alanlarında kadın sorunları sürekli olarak gündeme geliyor. Şiddet artık eskisine oranla ciddi bir biçimde görünürlük kazandı.
Ancak bu görünürlük kadını mağdur durumda göstererek, kurban kadın, acınacak kadın gibi bir role itmemeli. Nitekim boyalı basının bu tür konuları çok kötü bir biçimde kullandığını görüyoruz. Önemli olan acınası öykülerin ortaya dökülmesi değil, bu öykülerin ardındaki zihniyetin ortaya çıkarılması ve bu zihniyeti değiştirebilecek yasal, eğitimsel, sosyal projelerin geliştirilebilmesi. Başka bir deyişle sadece empati yeterli olamıyor, sorunların temellerine inmemiz ve anlamaya çalışmamız gerekiyor.”
Zehra İpşiroğlu, kadınımızın belirli bir dönemeçte olduğunu hatırlatıyor: “Taksim Gezi olaylarıyla birlikte günümüz gençleri, özellikle de dinsel ve ideolojik dayatmalarla ikinci sınıf bir varlık olarak görünen kadınlar, otoriter ve eril bir duruşa ve söyleme karşı yoğun bir direniş başlattılar. Uzun bir birikimin sonucu ortaya çıkan bu direnişin bizi nereye götüreceğini henüz kestiremesek de, tarihe geçecek önemli bir dönüm noktası olduğu kesin. Dinsel referansların insan hakları ve kadın hakları gibi değerlerin giderek önüne geçmesi ile birlikte kadınların direnişi daha da yoğunlaştı. Önümüzdeki yıllarda dini temel alan tutucu bir yönetimin etkisiyle kadınların üstündeki baskılar daha da artacak, direniş de bu gelişime koşut olarak daha da yaygınlaşacak belki de.”
İpşiroğlu kitabını iki bölümden oluşturmuş. İlk bölümde kadının toplumdaki konumunu farklı açılardan irdelerken, ikinci bölümde sanat ve yaşamın kesiştiği noktada kadın teması üzerinde durmuş, edebiyatta, tiyatroda, sinemada, dizilerde, röportaj kitaplarında toplumsal cinsiyet sorunu nasıl gündeme geliyor, kadını yok sayan eril zihniyet günlük dilimize nasıl yansıyor vb.
Zehra İpşiroğlu’nun asıl çağrısı, yazdığı kitap kadar önemli: “Yaşam bitmeyen bir süreç olduğuna göre bu kitap da henüz bitmedi; yaşadıklarımıza ve yaşanılacaklara göre yeni çalışmalara yol açabileceği gibi, her okuyucu da kendi gözlemleri ve deneyimleriyle kitabı yazmayı sürdürecektir. Yaşamla iç içe gelişen ve bütünleşen bu kitap böyle bir diyaloga yol açmayı başarabilirse, amacını gerçekleştirmiş olacaktır.”
İpşiroğlu başkalarının öykülerini dinlemenin kendisini de keşfetmeye yol açtığını savunur. Hadi öyleyse, kadın dünyasına özellikle sıcak günler yaşayan emekçi kadın dünyasına, öyküler dinlemeye, yazmaya. Eylemsizlikten eyleme.