Bayrak

Bu yazı Zehra İpşiroğlu tarafından yazılmış ve 3 Aralık 2020 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi‘nde yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Bayrak fotoğrafı: Selçuk Demirel, Le Monde, 2014, Paris

Kırmızının üstünde bir hilal bir yıldız Türk bayrağı. Sonra yıldız ve hilal dönmeye başlıyor, yıldız sola doğru savruluyor, hilal sağa, yer değiştiriyorlar. Sonra her ikisi de içiçe girerek kırmızının içinde beyaz çizgiler oluşturuyorlar. Sonra iyice bulanıklaşarak kırmızının içinde dönüyorlar. Kırmızı zemin denizi çağrıştırıyor, yuvarlak beyaz çizgiler ise denizin üstündeki dalgaları. Kırmızının üstündeki beyaz çizgiler girdap gibi aşağıya doğru savruluyor. Türk bayrağı, kıpkırmızı bir kan denizi, girdap…Kırmızının acımasızlığı…

Selçuk Demirel’in bu resmini gördükten sonra evdeki bütün kırmızıları kaldırdım, beyaz kanepemin üstünde duran kırmızı yastıklarımı, çalışma masamın üstündeki kırmızı kalemlerini, geceleri hoş bir ışık veren kırmızı lambamı, kırmızı kaplı not defterlerimi, kırmızı kedili kahve fincanımı, meğer ne kadar çok kırmızı varmış evimde.…Kırmızıyı görmeye tahammül bile edemiyorum bugünlerde, oysa en sevdiğim renktir kırmızı. Yaşam sevincini simgeler, içimizdeki ateşi, coşkuyu, enerji ve güç verir insana.

Çocukluğumdan beri aşığım kırmızıya… Bundan yarım yüzyıl önce Fenerbahçe Dalyan’da deniz kıyısında uçsuz bucaksız tarlaların kuşattığı bahçeli bir evde geçen ilk çocukluk yıllarım…Kışın giydiğim mantom ve çizmelerim kıpkırmızı. Annemin diktiği kırmızı şortum yazın üstümden hiç çıkmıyor. Kırmızı gelincik tarlaları baharın geldiğini haberliyor. Ya bahçedeki kırmızı güllere ne demeli? En sevdiğim meyveler kiraz, çilek, karpuz da kırmızı…Kırmızı yaşamın, yaşam sevincinin, tadın, hazzın rengi.

Her yer bayrak, her yer kıpkırmızı….

Temmuz 2016: Taksim meydanı kıpkırmızı, dev büyüklüğündeki Türk bayrakları bütün gökyüzünü kaplamış gibi. Sakallı bir adam, Türk bayrağını bir önlük gibi boynundan bağlamış, elinde bir kemer yerde yığılı askerleri dövüyor, çevrede can güvenliğini sağlama görevini yapacak olan emniyet görevlileri olayı soğukkanlılıkla seyretmekte. Ellerinde bayrakları savuran birkaç adam yerde yatan bir askeri kuşatmışlar. Askerin gözleri korkudan yerinden fırlamış, yüz ifadesi insanın belleğine yerleşip kalıyor…Kırmızı bayraklar savrulurken şiddet adım adım yükseliyor. Bayrak ve coşku…Bayrak ve öfke…Bayrak ve şiddet…Bayrak ve kan…Hilal ve yıldız simgeleri bir girdap gibi kırmızının içinde yitip gidiyor.

15 temmuz 2016’da darbe girişimini durdurmak için sokağa dökülen halk çığırından çıkmış gibi. Camilerden tekbir sesleri yükselirken bayraklar gökyüzüne doğru savruluyor. Evler, arabalar her yer bayrak dolu. Kısa bir sürede yüz milyon bayrak satılıyor. Bayrak satış rekorları kırılırken yirmi dört saat üretime geçen bayrak üreticileri bu tempoya ayak uydurmaya çalışıyorlar. Gece yarısı gençler savrulan bayrakları, birbirine karışan motor, korna ve tekbir sesleriyle mahallede dolaşıyorlar. Arabalardan sarkan genç kızlar bayrakları başörtüsü gibi bağlamışlar, delikanlılar süpermen pelerini gibi sırtlarına atmışlar. Bayrak anonim bir kalabalığı giderek coşturuyor.

Her yer bayrak, her yer kıpkırmızı….

Üç darbeyi yaşamış biri olarak dördüncü darbenin ne büyük bir yıkıma yol açacağını çok iyi biliyorum. Darbe gerçekleşseydi ne olurdu düşünmek bile istemiyorum. Uçurumun kenarından döndük darbenin durdurulmasıyla….Ama halkın sokağa dökülmesini, kırmızı bayraklarla kutsanan şiddetin boyutlarını, darbecilerin internette dolaşan işkence resimlerin kabul etmek kolay değil. Darbe girişimin engellenmesinden sonra olaylar öylesine başdöndürücü bir hızla gelişiyor ki neye uğradığına şaşırıyor insan.

Her yer bayrak, her yer kıpkırmızı….

Nedir bayrak demokratik bir ülkenin göstergesi mi, yoksa kan, mücadele, savaş, zafer ve ölümün göstergesi mi? Kısaca, kolektif bir totaliter bir eğilime mi işaret ediyor? Ne söylüyor, ne ifade ediyor bizim için? Bebekliğimizden beri bayraklarla yetiştik, bayraklarla büyüdük, bayraklarla bütünleştik…Bayrağı içselleştirdik, kimliğimiz yaptık. Bunu da “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türkün Türkten başka dostu yoktur”gibi sözlerle pekiştirdik.

Alman televizyonunda Türkiye’de darbe girişimi sonrasında bayraklarla kutlamalarla ilgili bir vatandaş şöyle diyor.”Demokrasi zaferini kutluyoruz. Öyle bir heyecan, öyle bir aidiyetlik duygusu içindeyiz ki bunu ne yazık ki hiçbir Alman’ın anlaması mümkün değil.”

Bütün dünya dehşet içinde Türkiye’de olup biteni izlerken bir politikacımız dalganan bayrağın altında gururla “Bütün dünyaya demokrasi dersi verdik”diyor.

Bayrak ve zafer

Yirmi yıl öncesi…Yıl 1996 Uzunca bir süre Köln’de kalmıştım. İstanbul’a döndüğümde ilk dikkatimi çeken sokağımdaki Türk bayrakları oldu. Allah allah bayram değil seyran değil neden sokağımda neredeyse her yere bayraklar asılmış? Ertesi günü üniversiteden dönüşümde bir değil birkaç bayrak asılı bir apartmanın önünde büyükçe bir kalabalık gördüm. Mahalleli evin önündeki merdivenlere ve taburelere oturmuş heyecanlı heyecanlı konuşuyorlardı. Kadın, erkek, çoluk çocuk herkes bir ağızdan bir şeyler söylüyordu ama o hay huyun içinde pek anlaşılmıyordu. Olup biteni kaydeden ya da fotoğraf çeken gazeteciler de vardı.

“Mahalleyi pisliklerden temizliyoruz”dedi kapının önüne çektiği yuvarlak bir masanın başında oturan saçları kabarık şişmanca bir kadın. “Başardık sayılır ama birkaç ev daha var temizlenmesi gereken”.

Pislik dediği yıllardır Ülker Sokağı’nda yaşayan travestiler ve translardı. Kimseye zararı dokunmayan kendi halinde insanlar. Gün içinde çarpıcı kıyafetleri, şuh kahkahaları ile pencereden pencereye birbirlerine seslenirken, mahallenin çocuklarına şeker, çikolata dağıtırken ya da biblomsu minicik köpekleriyle sokakta gezerken zaman zaman bir Fellini filmi izlermiş gibi olurdum. Şaşırtıcı, grotesk bir şeyler vardı hallerinde. Güler yüzle selam verdikleri, bakkaldan alışveriş yaptıkları zaman bile huzursuzdular. Diken üstünde yürür gibiydiler. Tuhaf bir elektrik saçıyorlardı. Transların ve transeksuellerin aynı sokakta toplanmaları rastlantı değildi. Öylesine bir dışlanma yaşıyorlardı ki kendilerini ancak bir arada var edebiliyorlardı.

Ama geceleri sokağımız çığırından çıkıyordu. Gürültü, patırdı, bağırışmalar, çağırışmalar, çığlıklar…İkide bir de Ülker sokağını basan polis…Şiddetin her an hissedildiği elektrikli bir atmosfer…Geceleri geç saatte taksiyle eve döndüğümde mahallede mutlaka bir huzursuzluk olurdu.

“Abla sen de tam oturulacak yeri seçmişsin”. Şöförlerin translara bakıp pis pis sırıtarak sokuşturdukları laflar çok tedirgin ediciydi…”Abla nasıl dayanıyorsun bu pisliğe?”

Her seferinde mahallendeki transları bu densiz şöförlere karşı koruma isteği hissederdim. “Kimseye zararı olmayan kendi halinde insanlar, huzursuzluğu yaratan sadece polis”…

Şimdi de Türk bayraklarıyla donatılmış apartmanın önünde oturan kadına doğru yöneldim. “Neden her yerde bayrak asılı ?”

“Anlamadın mı abla?” diye bağırdı elinde bayraklarla etrafta dolanan saçları sıfır numara traşlı bir delikanlı “Boşaltılan her apartmana bayrak dikiyoruz, kurtarılmış bölge yani..Zafer bizim…”.

“Kurtarılmış bölge mi?”

“Ahlaksızlık sonra eriyor artık, hepsi gidiyor, hepsi….”

“Mahallenin namusu sözkonusu…Çocuklarımız rahatça okula bile gidemiyorlar…Mahallemize huzur kalmadı bu pislikler yüzünden”.

Birden inanılmaz bir heyecana kapıldım. “İyi de de bu insanlar nereye gidiyorlar, ne yapacaklar? Yazık değil mi bunlara?”

İşte o an masa başındaki kadın ayağı kalkıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı “Kimsin sen? Ne biçim konuşuyorsun? Aileler yaşıyor burada aileler….”

“Nereye gideceklermiş, cehennemin dibine kadar yolları var! Ne söylediğini kulağın duyuyor mu senin?”

“Sorduğu şeye bak, yoksa sen bu belalıların avukatı mısın?”

“İnsanlıktan biz de anlarız. Ama bunlar insan mı?”

“Allah hepsini toptan kahretsin”.

“Fuhuşa geçit yok!”

Bir anda gözlüklü memur kılıklı bir adam, elinde ki bayrakları savuran çocuk, bağıra çağıra konuşan başka bir kadın üstüme yürüdüler. Herkes bir ağızdan bağırıyordu. Beynimden kan çekilir gibi oldu, elim ayağım boşalmıştı sanki.. Memur kılıklının koluma bir pençe gibi yapışan eli beni tanıdığını söyleyen genç gazetecilerden birinin araya girmesiyle gevşedi.

Oradan nasıl ayrıldığımı anımsamıyorum bile…Sanki bütün bu yaşadığım gerçek değildi. Ama o an bütün bedenimi kuşatan o inanılmaz korku ve çaresizlik gerçekti…

Gözü dönmüş bir güruhla karşı karşıyasınız ve sizi bir anda yok edebilirler…Polis şiddetini, hapisaneyi, işkenceyi yaşamamış çok şanslı biri olarak şiddetin ne olduğunu ve ne olabileceğini iliklerime değin hissetmiştim. Bu şiddet kurtarılmış bölge ilan edilen evlerin kapılarına asılan bayraklarla mühürlenmişti sanki.

O yıllarda Bursa Uludağ Üniversitesi’ndeki bir doçentlik sınavımdan bir profesör arkadaşımla birlikte otobüsle dönerken yaşadıklarım da buna benzer bir olaydı. Olur olmaz bir şeye tepesi atan, atınca da ne dediğini bilemeyen arkadaşım bağıra çağıra Kürt sorunu ve PKK üstünde ileri geri laflar söylemeye başlayınca otobüste inanılmaz bir gerilim olmuştu. Şöför ani bir fren yaparak otobüsü durdurduktan sonra, yerlerinden fırlayan birkaç karanlık yüzlü adam bizi binbir küfürle yaka paça dışarı atmışlardı. Olay öylesine inanılmaz dı ki sonradan şöförün otobüsü durduğuna şükrettim. Çünkü bizi seksen kilometre hızla giden otobüsten aşağaya atmaları iş bile değildi. Belki de kurtulmamızı kadın olmamıza borçluyduk. Geride kalan dehşetti ve aşağılanma duygusunun yarattığı çaresizlik…

Şiddet bir insanın diğerine şiddet uygulması yeterince korkunç bir şey ama anonim şiddet bir kitlenin bir şiddet akımı içinde tek bir kişiye hücum etmesinden dehşet verici bir şey olamaz. Birden sadece şiddetin tetiklediği bir kitle var karşınızda ve sizi bir anda yok edebilirler.

Toplumumuzda ötekileştirilen insanlar küçük ya da büyük çapta kimbilir ne kadar çok yaşamışlardır bu tür olayları. Ülker sokağı mağdurlarından biri mahallenin Türk bayraklarıyla kurtarılmış bölge ilan edilmesini şöyle tanımlıyor “Faşizm o an beynime kazınmıştı sanki. Belleğimde böyle kalmış tanıklık ettiğim an. Bir ürküntü duyduğumu hatırlıyorum, dış görünüşümle anlayamasalar bile eşcinselliğimi, bilselerdi başıma ne gelirdi ürküntüsü. Ve dalgalanan bir Türk bayrağı… Çocukluğumdan beri benim bayrağım olduğu öğretilmeye çalışılan ama şimdi benim gibileri işaretlemek ve linç etmek için kullanılan Türk bayrağı…”

Bayrak ve şiddet

Ötekileştirilenlerden olmadığım için çocukluğumda bayrağı hiç de böyle alımlamamıştım. Bayramlarda kırmızı beyaz krepon kağıtları ve bayraklarla sınıfımızı süslerken, 23 Nisanda elimde Türk bayrağı yürüyüşe giderken bayrağımı severdim.Yine de sadece bir kere gittim 23 nisan yürüyüşüne. Babam sonrasına izin vermedi..Çünkü her tür vatan millet sakarya edebiyatına karşıydı, yıllar sonra onu çok iyi anlıyorum.

Öte yandan her bayramda çocukların ayaklarını yer vura vura okudukları bayrak şiirlerini ben de sevmezdim.Bugün de değişen bir şey yok bu kulvarda. You tube da omuzunda tüfeği asker kılığında altı yaşında bir çocuk avazı çıktığı kadar bağırarak “bayrak” şiirini okurken, dinleyenler ve diğer minik askerler gözyaşlarını tutamıyorlar, dört yaşında küçücük bir kız “bayrak ve şehitlerimiz” şiirini elindeki bayrağı savura savura ezbere söylerken anlamadığı sözcükler ağızından dökülüyor. Giderek görselleşen bir dünyada bu tür görüntülerle karşılaşmamız çok doğal.

İlkokuldayken her Pazartesi ve her Cuma yapılan bayrak törenlerini de sevmezdim. Dikkat, hazır ol konutlarının ardında müthiş bir elektrik vardı. En kötüsü de bu otoriter havayı zaman zaman kıkırdamalarla ya da birbirlerine kaş göz işareti yapan birkaç yaramaz çocuğun törenin hemen ardından eşek sudan gelene kadar dövülmesiydi. Bir keresinde Erzurumlu apartman görevlisinin oğlu Hasan’ı öğretmenimiz öyle bir dövmüştü ki, dudağı patlamış, burnundan da kan gelmişti. Bu tür davranışlar bayrağa hakaret sayıldığından kimse Hasan’a acımamıştı. O dönemde bayrak kutsal bir şeydi, sözgelimi bayrak motifli tişörtler yoktu, böyle bir şeyi biri dikecek olsa herhalde anında hapsi boylardı. Çünkü bayrak kutsaldı ve tabuydu.

Bugün bu tabu çoktan kırıldı. Bayrak başörtüsü, şort, tişört, atlet, şal, pelerin, duvar kağıdı, minder, havlu, el bezi, masa örtüsü, tente aklınıza gelen her şey ama her şey olabiliyor. Yaşamımızın neredeyse doğal bir parçası haline geldi, dokunulmazlığı kalkınca da ona karşı duygularımız da değişti. Onu benim gibi düşünmeyenleri ya da hissetmeyenleri sindirmek, dışlamak ya da yok etmek için aklımıza estiğimiz gibi kullanabiliyoruz. Çünkü ben ona nasıl bir anlam yüklersem, o’dur bayrak.

Son yirmi yıl içinde bayrağımız giderek büyüdü…Her yerde metrelerce uzunluğunda Türk bayrağı dalgalanıyor. Olur olmaz her fırsatta her yere dev büyüklüğünde bayraklar dikiliyor. Dev ekranlarda Türk bayrağı dalganıyor.

Bayrağımızın yıllar içinde nasıl otoriter yönetimlerin ve eğilimlerin elinde oyuncak olduğunu, bayrak adına futbol maçlarından milliyetçi gösterilere kadar neler yaşandığını, kaç kişinin hakarete uğradığını,dövüldüğünü, yaralandığını ve linç edildiğini araştıracak olsak bayrağın alternatif bir tarihçesini yazabilirdik.

Selçuk Demirel’in bayrak resmine bakıyorum hüzünle. Hilal ve yıldız döne döne kırmızının içinde yitip gidiyorlar. Geriye kalan kırmızı, sadece kırmızı…

Artık kırmızıyı sevmiyorum.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *