Lâl Hayal Theater An Der Ruhr’da

Bu yazı Zehra İpşiroğlu tarafından yazılmış ve 5 Mayıs 2022 tarihinde TEB Oyun Dergisi‘nde yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Kadına karşı şiddet izleğini ele alan Lâl Hayal oyununu ikinci kez izliyorum. İlki, Aysel Yıldırım ve Ezel Akay’ın yönetiminde Naz Erayda’nın sahne tasarımıyla çok göz alıcı ve görkemli bir sahnelemeydi. Songül Öden’in rolden role geçerek canlandırdığı farklı kadınları zevkle izlemiştim ama sahne tasarımının bu kadar ön planda olmasına bir de metindeki kopukluklar eklenince, oyun hamuru yeterince tutmamış bir pasta izlenimi bırakmıştı bende. Erkek şiddetini somutlaştırarak oyunu neredeyse bir çocuk oyununa ya da korku filmine dönüştüren erk figürü de çok yadırgatmıştı. Bu nedenle, gerek sahne tasarımıyla gerek metindeki kopukluklarla iyice geri plana itilen öyküyü anlamakta zorlanmıştım. Oyunun sahne tasarımını devre dışı bırakan ve sadece oyunculukta odaklanan bu çok sade versiyonu hem Songül Öden’in ustalığını daha fazla ortaya çıkarıyor hem de öyküleri daha anlaşılır kılıyordu.

İntihar eden genç bir kadın Lâl Hayal, şiddet gördüğü için öldürülen ya da kendini öldüren on binlerce kadından sadece biri. Kendini pencereden atarken gördüğü son anı, kırıntılarıyla yaşamına girmiş olan farklı yaşlarda ve farklı toplumsal katmanlardan kadınlar gözünde canlanıyor. Nişantaşlı kayınvalidesi, hiphopcu Almancı sınıf arkadaşı, kocası Almanya’ya kaçmış olan kuaför, şiddete tanık olup da kimseye haber vermeyen komşu kadın, babaannesi, jinekolog kadın…

Kadın oyunlarıyla tanıdığımız Sevilay Saralın oyun metninin güçlü yanı farklı katmanlardan gelen kadınların seslerini, konuşma biçimlerini yakalayabilmesi. Bu da oyuncuya rolden role geçerek ustalığını sergileme fırsatı veriyor. Böylece tek kişilik oyun farklı tiplerin zaman zaman iyice karikatürize ederek canlandırıldığı çok kişilik bir oyuna dönüşüyor. Kendini beğenmiş, üstten bakan ve hiçbir özgün, hiçbir sahici yanı olmayan kayınvalideyle, Sütlüce‘deki kuaför ya da kaderine ağlayan babaanne arasında dünyalar var, bunu bir rolden diğerine kayarak böylesine rahat bir biçimde canlandırabilmek gerçekten de usta işi. Ama benim her seferinde şaşırarak izlediğim ve en beğendiğim rol hiphopcu Almancı kız. Bu kızın kabasabalığı, saldırganlığı, başkaldırısı ve isyanı belki de oyunun özünü veriyor.

Songül Öden

Kadına karşı şiddetin kol gezdiği bir toplumda (Lal Hayal’in annesini de babası öldürmüştür) ataerkil sistemi iyice içselleştirmiş olan kadınların da payı büyük. Bu açıdan da Nişantaşlı kendini beğenmiş kayınvalideyle, kaderine küsmüş olan Sütlüceli babaanne arasında hiç de fark yok, ikisi de bu sistemin vidaları olarak şiddeti doğal saydıklarının, dahası körüklediklerinin bilincinde bile değiller. Öte yandan Lal Hayal’in, babası tarafından öldürülen annesinin çığlıklarını duyan komşu teyzenin “ne oluyor diye aşağıdan yukarı baktık”sözleriyle olaylara sadece seyirci kalması da aynı zihniyetin ürünü. Kadınlar pasif konumlarından bir türlü kurtulamıyorlar.

Oyunun kurgusu bir tür yapboz oyunu gibi olsa da parçaları bir araya getirerek bir bütünü oluşturmakta zorlanıyoruz. Bunu ilk izlediğim oyunda çok yoğun hissetmiştim, oyunun oyunculukta odaklanan bu sade versiyonu izleyiciyi biraz daha rahatlatsa da, kopukluklar çok yoğun. Bunun üstesinden gelebilmek için layftmotif olarak Lal Hayal’in kendini ikide bir hatırlatması ise amatörce kalıyor. Tek tek kişilerin Lal Hayal’le olan bağlantıları yeterince çıkmadığı gibi, öyküleri de gölgede kalıyor. Songül Öden’in usta oyunculuğu olmasa kişiler hiç canlanamayacaklar. Oyunda en sönük kalan, daha doğrusu hiç olmayan kişi de oyunun baş kişisi Lal Hayal. Kimdir Lal Hayal? Neden şiddet görüyor? Şiddet görmesinin nedeni sadece psikolojik mi, yani annesinin de mi şiddet görmüş olması? Neden oradan oraya savrulan bir çöp parçası gibi bu kadar pasif ?

Tiyatroda boş alanlar her zaman güzeldir. İzleyicinin kendi hayal gücünü kullanarak oyunu tamamlaması çok önemli. Ama bu oyunda sanki havada kalan bir şeyler var. Sararmış, silikleşmiş, buruşmuş, belki de yer yer yırtılmış bir gazetedeki yazıları güçlükle okumaya çalışıyormuşuz gibi bir duygu. Acaba Lal Hayal’i somutlaştıran bir kurgu, Lal Hayal’le kişiler arasındaki örgüyü daha mı iyi örebilirdi?

Şu sırada kadın oyunları çok rağbette. Kadınlar kendi seslerinin duyulmasını istiyorlar, tiyatroda bu fırsatı yakaladıklarında da çok etkileniyorlar. Bunu kendi kadın oyunlarımdan da biliyorum. Öte yandan kadın izleyicilerin “Bizler neler yaşıyoruz neler, hayatımız bir roman, film ya da tiyatro” duygusuna kapılmamaları gerekiyor. Ne yazık ki bizler acıların kadını olmaya çok eğilimliyiz. Ne çok acı çekmişsek değerimiz o kadar artacak gibi. Kuşkusuz bu da ataerkilliğin bize kendimizi bildik bileli dayattığı bir düşünce biçimi. Ama ben bir oyundan sadece yaşadıklarımıza ayna tutarak

bize dokunmasını değil, aynı zamanda hem düşündürmesini hem duygulandırmasını, yarattığı karakterlerin bizi sarmasını, onlarla birlikte yaşamamızı, onlardan kendimizde bir şeyler bulmamızı, öte yandan çıkmazları ve çözümsüzlükleri tetikleyen mekanizmaları da çok net görebilmemizi istiyorum. Böyle bir yaklaşımın oyun yazarını ne kadar zorladığını, zaman zaman insanın nasıl sert kayalara çarptığını, başaramayacağım, olmuyor duygusuna kapıldığını kendi deneyimimden biliyorum. Öte yandan tiyatroya can veren oyuncudur. Yine de bir oyundan, hele kadına karşı şiddet gibi güncel ve çarpıcı bir konuyu dile getiren bir oyundan geriye kalan sadece oyunculuk ve sahne performansı olmamalı. Başka bir şeyler daha verebilmeli tiyatro bize. Oyun yazarlığının giderek geri plana itildiği ya da yeterince önemsenmediği bir dönemde bunun altını özellikle çizmek istedim. Sonuçta Lal Hayal’den bende geriye kalan Songül Öden’in dikkatleri bir an bile dağıtmadan sahneyi çoğaltan, bu açıdan da beni çok heyecanlandıran tek kişilik performansı oldu.

Oyun sonrası söyleşi de izleyicinin oyundan ne kadar etkilendiğini gösteriyordu. Oyunla ilgili ilk izlenimlerden oyunun Türkiye’de nasıl alımlandığına kadar çok şey konuşuldu. Theater an der Ruhr Mülheim- İstanbul projesi kapsamında Türkiye’den her yıl birkaç oyun davet ediyor. Oyunlar Recai Hallaç’ın usta çevirisiyle Almanca’ya çevrilip alt yazı olarak yansıtılıyor. Bu proje Almanya’ya davet edilen ve hep küçük bir izleyici kitlesine seslenen diğer oyunlardan çok farklı. Çünkü hemTürkçe’den Almanca’ya yapılan çeviriyle hem de Theater an der Ruhr’un kültürlerarası etkileşimi on yıllardır geliştirmeye çalışan profiliyle Alman izleyiciyi de kazanmayı hedefliyor. Üzücü olan şu ki, bu oyunda tiyatronun dramaturgu ve ev sahibi Helmut Schaefer’in dışında hiçbir Alman izleyici görmedim. Theater an der Ruhr’un kendi oyuncuları bile yoktu izleyicilerin arasında. Almanların öteden beri alışık olduğumuz kayıtsızlıkları mı yoksa yeterince duyuru yapılamaması mı bilemiyorum. Ama bu kadar emek harcandıktan sonra kültürlerarası ve ötesi diyaloğun sadece Türkiyelilerin bir araya gelmeleriyle sınırlandırılması üzücü. Sanırım bu proje de biraz daha emek istiyor. Yoksa kültürlerarasılık dostlar alışverişte görsüne dönüşüyor.

Oyun üzerine arkadaşlarımla tartışmamızı da bu sayfalarda paylaşıyorum.

Oyunculuk ve oyun kişileri üzerine

Nurten Kum (Öğretim Görevlisi, Sosyal Çalışmacı)

Songül Öden’in performansını çok beğendim. Figürler son derece otantikti. Rolden role geçerken kayar gibiydi adeta ve çok az element kullanarak başardı bunu. Sadece bir sandalye vardı sahnede. Kimi zaman omzuna attığı, kimi zaman da beline doladığı şalı ustaca kullandı. Beden dili ve taklit yeteneği çok etkileyiciydi. Oyun sonrası gerçekleşen söyleşide satır aralarında bahsettiği yoğun hazırlık süreci, örneğin hiphopçu kızı canlandırmak için aylarca dans dersleri alması vs. oyuncu olarak emeğinin karşılığını aldığının göstergesi bence.

Kadına şiddet özelinde canlandırdığı karakterlerden en çok babaanne, komşu kadın ve hiphopçu Sefo’yu ilginç buldum. Babaannenin kendi kendisiyle hesaplaşması, doğru tavır sergilememesi, pişmanlığı; komşu kadının her şeyi gayet iyi bildiği halde suya sabuna dokunmayan tavırları, olan olduktan sonra duyduklarını, gördüklerini masumane bir şekilde aktarması ilginçti. Hiphopçu Sefo’nun isyankar tavırları çok etkileyiciydi. Songül Öden, oyun sonrası yapılan söyleşide Sefo’ya ne olduğunun özellikle açık bırakıldığını ve kendisini kurtarmış olmasını içtenlikle dilediğini dile getirdi. Bu dileğe ben de katılıyorum kesinlikle.

Ayşen Çalışkan (Öğretmen, Sanat Eğitimcisi)

Oyunu genel olarak beğendim. Oyuncunun performansı çok iyiydi. Kadınları iyi analiz etmiş, prototipleri iyi yakalamıştı. Oyundaki kadın karakterler üzerinde düşündüğümde, en güçlü karakter babaanne olmalıydı ama zayıf kalmıştı. Gözleri önünde, oğlu tarafından öldürülen gelininden onu affetmesini, bağışlamasını istiyordu. Onun erkek şiddetine baş kaldırısı, yaklaşan ölüm karşısında günah çıkarmak gibiydi.

Cihan’ın annesi (kayınvalide) ve jinekolog oyunda birbirine benzeyen iki karakterdi. İkisi de erkek dilini ve gücünü kullanarak toplumdaki konumlarını güçlendiriyorlardı. Mesleğinde başarılı, statü sahibi bir koca

ya da oğul sahibi olmak onların toplumdaki diğer kadınlara üsten bakmalarını sağlıyordu. Cihan’ın annesi kibrini oğluna kız seçmeye götürecek kadar ileri götürmüştü. Komşu kadın ve kuaför oyunda toplumun basit, acımasız kadın gözüydü. Durumun farkına varan ama ses vermeyen, sistemi sorgulamayan ve değiştirmeyi düşünmeyen kadınlardı. Hayatlarını kabullenmişler, kanıksamışlardı. Peki kimdi bu kadınlar? Acaba kendi kocalarından şiddet görmüşler miydi? Koca, baba baskısı yaşamışlar mıydı? Oyunda birçok soru ile birlikte kimlikleri havada kalıyordu. Özellikle de komşu kadının kızı Berfin, oyunda varla yok arasında, bir isim olarak kaldı.

Lâl Hayal kim?

Sadife Akça-Yücesoy (Öğretmen)

Lâl karakterini çok merak ettim ben. Fakat onu diğer kadınların bakışından dolaylı olarak tanımak daha ilginç olabilirdi. Çünkü Lâl’in konuşması bana fazla açıklayıcı geldi. Sürekli kendi ismini tekrarlayarak öldürülen kadınlarin birer birey olduklarına ve unutulmamaları gerektiğine vurgu yapılmaktaydı. Bu çok önemli, fakat ismini sürekli tekrarlamak o karakterin karmaşıklığını, çok boyutluluğunu da azaltıyor bence. Lâl Hayal’i bu duruma sürükleyen nedir? Neden Cihan gibi bir erkekle beraber olmayı seçmiş? Ve neden bu kıskacın içinden çıkamamaktadır? Hangi duygular ağır basıyor; korku, utanç, güvensizlik ? Oyunda özellikle kadının ataerkil toplumu içselleştirmesi ana neden olarak gösteriliyor, fakat bu durum çok daha ayrıntılı irdelenebilirdi belki de.

Ayşen Çalışkan

Lâl oyundaki en zavallı kadındı. Hayat onu sürüklemişti, o da olanlar karşısında kurtuluşu susmakta bulmuştu. Peki oyunda neden kendi ayaklarının üstünde duran, güçlü bir kadın yoktu? Ayrıca erkek bakışı eksikti. Erkekler sadece erkek oldukları için kadınları dövmüyorlar değil mi? Onlardan toplum hangi rolleri oynamalarını bekliyor? Belki bunları duymak da ilginç olurdu.

Nurten Kum

Olaylar Lâl Hayal figürü ekseninde kurgulanmıştı ama tavır olarak en çok da Lâl Hayal figürüyle tartıştım içimden. Kurban rolünü benimsemesi, intihar etmesi ve acizliği beni rahatsız etti. Binadan nasıl düştüğü konusunda izleyiciye boş alan bırakılsaydı daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Son senelerde gerçek hayatta örneklerini gördüğümüz kadın cinayeti mi intihar mı tartışmalarıyla da bir bağ kurulmuş olurdu bu şekilde.

Ebru Cihan Bange (Öğretmen)

Birçok kadın çocukluğunda, gençliğinde yaşadığı travmalara karşı hayatını klişelerden arındırarak yaşamayı başarıyor … Bilmiyoruz ki belki Lâl Hayal de bunlardan biridir. Bu bir umut, yere yığıldığında ölmek istemediğini söylemesi bende belki de şimdi anlamıştır, şimdi kurtulmuştur, neden önceden farkına varmadı, o varabilirdi, o değiştirmeliydi,neden her şeyi, herkesi kabul eder olduk, neden? Ve nedenler… Oyundan aldığım en güzel iletilerden bir tanesi de, evet fark edelim, tek kendimizde değil, etrafımızda olan biteni de fark edelim… çocuklarımızı paşam ve prensesim olarak değil kendisini seven merhametli bireyler olarak yetiştirelim. Bütün canlıların farkına varalım ve buna ilk önce kendimizden başlayalım, kendini göremeyen başkasını da göremez.

Şiddetin kökenlerinin açık kalması

Sadife Akca Yücesoy

Lâl’in annesinin de şiddet görmüş olması, hatta kocası tarafından öldürülmüş olması Lâl’in de aynı deneyimi yaşamasını kadermiş gibi gösterdi, anneden kıza devredilen. Böyle gelmiş böyle gidecek gibi bir hava oluştu. Böylece erkeğin sorumluluğu hafiflemiyor mu? Oysa daha önce hayatında hiç fiziki şiddetle karşılaşmamış kadınlar da şiddete maruz kalabiliyor.

Şiddetin sorumlusu tamamen erkektir ve bu gerçek oyunda keşke biraz daha vurgulansaydı. Evet, kadınların bakış açıları çok önemli, onların farklı yaklaşımları ve sorumluluklarını tartışmak çok önemli fakat neticede en başta şiddeti uygulayan erkek faildir. Oyunda zaman zaman kadınları sorumlu kişiler olarak gösterme tehlikesi yaşandı sanki… Ataerkil sistemi aktif olarak destekleyen ve oğullarının eğitimiyle güçlenen kadınlar (anne ve jinekolog kadın), bulundukları duruma boyun eğmiş ve sesini çıkaramayan kadınlar (babaanne, komşu kadın, kuaför ve Lâl Hayal).

Cengiz Çalışkan (Bilgisayar Mühendisi, Programcısı)

Oyunun sonunda eğitimli bir kadın olarak Lâl Hayal’in değişen yaşam kalitesine rağmen annesinin kaderini paylaşması, toplumda ataerkil geleneksel kalıpların değişmediğini vurguluyor.

Nurten Kum

Erkek şiddetinin altı daha çok çizilmeliydi. Bence erkek şiddeti çok ikna edici değildi oyunda, ete kemiğe bürünmemişti. Oyundaki en önemli, en etkileyici mesajlardan biri bence Lâl Hayal’in şiddet sarmalında cebelleşirken çevresindeki insanlardan minicik bir işaret, minicik bir kıvılcım beklediğini ama ne yazık ki bulamadığını dile getirmesiydi.

Zehra İpşiroğlu

Şiddetin kaynağını oluşturan ataerkillik öylesine doğal ki, bizler de ataerkilliği oluşturan mekanizmaları öylesine içselleştirmişiz ki, sorunların nereden kaynaklandığını göremiyoruz. Bana göre sanat sadece görüneni değil, görünenin ardında olanı da yansıtabilmeli. Yoksa dizilerde çoğu kez olduğu gibi bildik şeyler tekrarlanmış oluyor.

Başkaldırı ve erkek dili üzerine

Sadife Akça Yücesoy

Oyunda tek baş kaldıran karakter Sefo… Sefo‘nun Almancı bir kız olması benim gibi Almanya’da sosyalleşmiş bir seyirci için yoğun empati duyma imkanı sağladı. Sefo benim için çok tanıdık bir karakter ve belki de tek baş kaldıran kadının Almanya’da sosyalleşmiş olması şunu gösteriyor: bireysel özgürlüklerin çok önemsendiği, kadın erkek eşitliğinin (eğitim ve aile bağlamında) kısmen daha çok olduğu bir ortamda sosyalleşmek kadınlarda mutlaka iz bırakıyor her ne kadar kendi ailesi tutucu ve baskıcı olsa da, ve bu da umut verici.

Nurten Kum

Eleştirel baktığım bir konu da kadına şiddetin, cinsiyetçi söylemlerin değil de; cinsel sözcüklerin çok fazla vurgulanmasıydı. Erk dilin, erkek söylemlerinin en çok da kadın bedeni üzerinden yapıldığını biliyoruz.
Yine de oyundaki argo ve küfür kullanımı, cinsel temalar, özellikle de Hiphopçu Sefo ve jinekolog özelinde bana çok fazla geldi. Bunun yanı sıra kadına şiddet olgusunda erk sistemin diliyle konuşan kadının payının gösterilmesi önemli tabii ki ama biraz fazlaydı.

Zehra İpşiroğlu

Ataerkil ve cinsiyetçi bir toplumun tipik bir göstergesi nefret dili ve küfür değil mi, özellikle de cinsiyet içerikli küfürler? Hiphopçu kız başka bir dil bilmiyor ve kendini ancak bu şekilde ifade edebiliyor. Oyunda isyan eden
tek kadın o zaten. Ama nasıl isyan edeceğini bilemiyor, kendi dilini ve kendi kimliğini bulması lazım ama nasıl? Şiddete karşı şiddet gibi bir şey oluşuyor. Oyunda hiçbir olumlu rol modelinin olmaması, hiphopçu kızın kullandığı erkek dilinin ön plana çıkmasına neden oluyor öyle değil mi? Aslında kadınların hepsi erkek dilini kullanıyorlar. Kimse bunun dışına çıkamıyor.

“Şiddetin kaynağını oluşturan ataerkillik öylesine doğal ki, bizler de ataerkilliği oluşturan mekanizmaları öylesine içselleştirmişiz ki, sorunların nereden kaynaklandığını göremiyoruz.”

Ebru Cihan-Bange

Neden genç bir kız bu şekilde kendini ifade etmek zorunda kalıyor? Bir çıkmazda olduğu her halinden belli, ataerkil bir toplumun ve kalıp yargılarının içine sıkışmış kalmış. Bu şekilde konuşmak, olmak, davranmak onun yapabileceği tek isyan biçimi, başkaldırı, ben de buradayım demek… Songül Öden genç bir kızın yaşadığı bu karmaşayı, aslında umutsuzluğu bize çok güzel sergiledi. Bu açıdan baktığımda kullanılan dil ve uslûp beni rahatsız etmedi. Yaşadığı toplumdaki kızlar için mutlak olan rol biçimine göre yaşaması, erkek otoritesini kabul etmesi beklenmektedir. Böyle bir eşitsizliğin ve baskının içinde kendini bulma çabası ve başkaldırısını onu ezen cinsin dilini enstrüman olarak kullanarak yapmaktadır. Onun yaşında olan, kültürel ve toplumsal baskıların altında ezilen birçok öğrencim var, bir kız çocuğu olma korsettinde sıkışmış kalmış olan. Birçoğu ebeveynleri tarafından ayrımcı bir tutuma maruz kalıyorlar: Kızlar oraya gitmez buraya gitmez, geç saatte eve gelmez, bu tarz kıyafetler giymez, flört hiç etmez… Erkek kardeşlerinin, ağabeylerinin yapabildikleri birçok şey onlar için uzakta görünen hayallere dönüşüyor… Kızlar bu dayatmadan kendilerini çoğu zaman yalan söyleyerek az da olsa kurtarıyorlar, bizim toplumumuzda kızlar yalan söylemeye ve ötekileşmeye, sessiz kalmaya itiliyor. 21 yy.da bunlardan konuşmak bile absürd geliyor ama durum bu. Tabii demokrat farkındalıkları olan aileler de var ve iyi ki varlar.

Kurgudaki aksamalar

Cengiz Çalışkan

Ben aslında kurguyu ve performansı çok beğendim. Yine de Lâl düşerken kafasında canlanan yedi kadın arasındaki bağlantıların zayıf kalması beni yadırgattı.

Zehra İpşiroğlu

Oyuncunun performansı öyle iyi ki kendimizi bir anda oyuna kaptırıyoruz. Ama tartışmamızda da dile getirdiğimiz gibi açıkta kalan sorular çok. Şimdi denebilir ki tiyatrodan her şeyi söylemesini bekleyemeyiz. Doğru tabii ama sanki böyle bir konuda sorunların temellerine inen daha derinlemesine bir çalışma gerekiyor gibi geldi bana. Oyunu zevkle izlememe rağmen bir şeylerin eksik kaldığını düşünmemin nedeni belki de bu.

Yaşamla ölüm arasında bir insanın son anda yaşamındaki insanların gözünün önünden şerit gibi geçmesi fikri her ne kadar çarpıcı ise de belki de böyle bir konuyu tüm boyutlarıyla işleyebilmek için yeterli değil. Başka seçenekler de olabilir belki. Söz gelimi doğrudan gerçek yaşam öykülerinden yola çıkarak belgesel tiyatrodan da yararlanılabilir, bu bir süredir kendi kadın oyunlarımda seçtiğim bir yol, çünkü bu tür konuları biraz da toplumsal ve politik bütün içinde görmek istiyorum ama belgesel tiyatronun da üstesinden gelmesi gereken başka tür güçlükleri var. Yani bu seçenek de yeterli olmayabilir.

Öte yandan mizah üstüne de çok düşünüyorum. Oyundaki karikatürleştirilmiş tipler hoşuma gitti aslında. Ama erkek şiddetine ve kadının çıkmazına eleştirel bir yaklaşım getirilecekse mizahın da yine farklı bir bakış açısı geliştirmesi gerekiyor. Söz gelimi Brecht’in yabancılaştırma kavramı benim için çok yol gösterici olmuştur. Mizah aracılığıyla sorunlar öyle bir gösterilmeli ki ezberimiz bozulmalı. Gösterilenleri yadırgayarak farklı bir bakış geliştirmeliyiz. Bu da hiç kolay değil tabii. Bu oyunda da böyle bir şey söz konusu değil sadece bildiğimiz karakterler karikatürleştiriliyor.

Tiyatromuzda giderek dal budak saran toplumsal cinsiyet konusu çok önemli. Bu açıdan da bu oyunun çok değerli olduğunu düşünüyorum. Bakalım önümüzdeki yıllarda bu alanda ne tür gelişmeler ve tartışmalar olacak.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *