Zehra İpşiroğlu ile Gençlere Mektuplar Üzerine Söyleşi

Bu söyleşi Emine Kınacı tarafından gerçekleştirilmiş ve 2011 tarihinde Patika Dergisi‘nde yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağıyla ilgili daha detaylı bilgi edinmek için buraya tıklayabilirsiniz.

Gençlere Mektuplar’ı (E Yayın) okurken “beni anlatıyor, bunlar benim sorunlarım” dedim. Karşımda gerçekten beni tanıyan biri var duygusu güven veriyor ve inançla okunuyor yazdıklarınız. Bu samimiyeti ve içtenliği dediğiniz gibi gençleri ve sorunlarını yakından tanımanız sağlamış gibi görünüyor. Fakat kendinizin bizzat yaşamadığı sorunları bu kadar içtenlikle almanız ve bu sorunlara uzak durmamanız da çok önemli, bunu nasıl başarıyorsunuz ya da bu özveriyi neye borcu olduğunuzu düşünüyorsunuz?

Geçenlerde Demokratik İşçi Derneği tarafından Avusturya’ya davetliydim. İşçiler arasında genelinde ancak bir işçi bir işçinin sorunlarını anlatabilir gibi bir görüş yaygın… Farklı toplumsal katmandan gelen ama işçilerle dayanışma içinde olan biri onların sorunlarına olsa olsa akademik bir biçimde eğilebilir, öykü, roman filan yazamaz görüşü… Bu tabii doğru değil. İşçi olmasanız da empatiyle onların yaşadıklarını yürekten hissedebilirsiniz. Edebiyatımızda bunun örnekleri çok. Önemli olan yaşam deneyiminizin ve sorunları dile getirme becerinizin olması. Ben de Gençlere Mektuplar’da yaşanan sorunların bir çoğunu kendim yaşamamış olabilirim. Ama yirmili yaşlarımdan bu yana toplumun farklı katmanlarından gelen çocuklar ve gençlerle öylesine iç içe yaşıyorum ki, ister istemez onların sorunlarını kendi sorunlarınmış gibi içselleştirebildim. Öte yandan, beni tanıyanlar iyi bilirler, üniversitede öğretim üyesi olarak gençlerle çalışırken, hiç bir zaman otoriter ve eliter bir yaklaşımım olmadı. Öğrenme ve öğretmeyi her zaman bir bütün olarak gördüm. Yani gençlere bir şeyler öğretiyorum ama onlardan da çok ama çok şey alıyorum. Yıllar önce yazdığım kaç baskı yapan Düşünmeyi Öğrenme Öğretme kitabım bu duruşumun uzantısıydı. Bu kitap bugün de Düşünme Korkusu adı altında okuyucusunu buluyor. İşte bu açıdan da kendimi ne klasik bir bilim kadını ne de bir öğretmen olarak görüyorum. Belki sorunları yüreğinde hisseden, yaşayan, aynı zamanda üzerinde düşünerek temeline inmeye çalışan, çözüm arayan bir yazar olduğumu söyleyebilirim. Öte yandan ben gençken en sıkıldığım şey yetişkinlerin bana durmadan bir şeyler dayatmaları ya da öğütler vermeleriydi. Belki de bu nedenle yaşamım boyu okullardan da, öğretmenlerden de nefret ettim. Hep bir başkaldırı vardı içimde. Böyle olunca da benim gençlere yaklaşımım ister istemez farklı oluyor. Gençlere Mektuplar için en büyük dileğim, kitabın onlara ulaşması. Onlar da okuma sürecinde sizin dile getirdiğiniz duyguyu yaşayabilirlerse, o zaman belki de bu kitapla bir tohum ekmiş olacağım.

Evet, keşke bütün gençlere ulaşabilse. Fakat koşulları zorlayacak ne bilgisi, ne imkanı ne de cesareti olanlar var. Sizin kitabınızı okuma şansı bile olmayan gençler var. Bu kitaba ulaşabilen gençler için büyük bir umut. Fakat diğerleri için ne yapmalı, yapılacak bir şey yok mu?

Bu soru ister istemez bu kitabın sınırlarını çok aşıyor. Son yıllarda sivil örgütlenme giderek kök saldı ve gelişti, kızlar için, kadınlar için çok şeyler yapılıyor. Soruyu ancak bu bağlamda yanıtlayabiliriz. Kitaba gelince, bu kitap elbette harika bir dağıtım ve reklam kampanyası olsa bile ancak sınırlı bir kesime ulaşabilir. O kesimin içinden de kim bilir yüzde kaçına bir şeyler söyleyecektir. Ben bu tür bir kitabın okuyucuyla kurduğu diyaloğu, insanlarla iletişim kurma, onları dinleme ve sohbet etmeye benzetiyorum. Kimi kez yaşamda karşılaştığımız bir insan bize yeni ufuklar açabilir. Bu kitap da belki okuyucuyu bu açıdan yakalayabilir. Göçmen kökenli gençlerin yaşam öykülerini kaleme aldığım Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı ödülü alan Özgürlük Yolları kitabımda yaşamını anlatan bir üniversite öğrencisi çocukken yaşadığı bunalımı Erdal Atabek’in Kırmızı Işıkta Yürümek ve Livington’in Martı’sıyla aşabildiğini, bu kitapları okuduktan sonra bütün dünyasının değiştiğini söylüyor. Okudukları yepyeni bir güç ve enerji vermiş ona. Ama aynı duyguyu ona sevgiyle yaklaşan bir öğretmen de vermiş. Yani bir kitap aracılığıyla okuyucuya ulaşma farklı iletişim biçimlerinden sadece biri.

Benim bu anlamda dünyamı değiştiren, ufkumu açan bir kitap değil bir insandı. Ağabeyimdi. Kapalı bir çevrede yetiştiğim için, çevremdekilerin görüşlerine ters düşen herhangi bir şey okumam neredeyse imkansızdı. Örneğin sosyalizm denilince akla din düşmanlığı geliyordu ve bize de böyle öğretiliyordu. Fakat ağabeyim ben on iki yaşındayken, o ortamda beni yanına oturtup kibrit çöpleriyle sosyalizmin ne olduğunu anlatmıştı. O zaman anlamıştım tek bir doğru olmadığını. Zaten sorgulama ve eleştirel düşünme gibi kavramları çok daha sonra öğrendim. Ağabeyimin benimle bir iletişim kurmayı başarmıştı o dönem ve bu artarak devam etti. Siz de benzer bir iletişimi başka bir yolla kuruyorsunuz. Kitabınız gençlere yazdığınız mailler ve gelen cevaplarla şekillenmiş. Yani okuyucu ile yalnızca kitabı okuduğu süre içinde bir iletişime geçmiş olmuyorsunuz, aksine kitabın okunmaya başlanmasıyla bitmeyecek hatta daha sıcak devam edecek bir iletişimin başlamasını sağlıyorsunuz. Bu bence harika bir fikir. bu noktada şunu merak ediyorum. gençlerle mail yoluyla kurduğunuz bu iletişimden ve bu yazışmalardan yola çıkarak bir kitap yazma fikri nasıl gelişti. Size ilham veren neydi?

Az önce de anlattığım gibi üniversite hocası olarak yıllarca birlikte yaşadım ve yaşıyorum onlarla. Öte yandan yazar olarak yurt içinde ve dışında gittiğim kitap fuarlarında, kültür günlerinde, okullarda sürekli olarak farklı toplumsal katmanlardan gelen gençlerle karşılaşıyorum, tanışıyorum. Onları gözlemliyorum, sorunlarını dinliyorum. Yıllar içinde yoğun bir malzeme oluştu böylece. Belki bu kitaba gelen tepkilerle birlikte yeni malzemeler de oluşacak.

Bir mektupta “çift yaşam” üzerinde duruyorsunuz. Sizin de belirttiğiniz gibi böyle bir yaşamı daha çok kadınlar yaşıyor. Hatta üniversiteyi bitirmiş, yıllardır iş yaşamında olan ve ailesine bu anlamda ailesine kendisini kanıtlamış olan kadınlar bile çift yaşam sürdürüyor. Burada toplumun dayattığı tabuların daha çok kadınları sindirmeye yönelik olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabii ki ataerkil yapılanma içinde her şeyin erkeğin kontrolü altında olması gerekiyor. Sorun cinsellikte düğümleniyor. Kadın / erkek eşittir ama bazı konularda hiç de eşit değildir diyebilir miyiz? Eşitlik ya vardır ya da yoktur. Bizim toplumumuzda kadın haklarının toplumun neredeyse tüm katmanlarında hiçe sayıldığı ortada. Tabii ki Anadolu’da, özellikle Doğu’da hakların zedelenmesi kadınların tam anlamıyla hiçe sayılması had safhaya ulaşıyor. En önemlisi kız çocuklarına ve kadına bakıştaki zihniyetin değişmesi ki bu da dünden bugüne gerçekleşebilecek bir şey değil, çok zaman alacağa benziyor. Yüzyıllar boyu iyice kök salmış, kabuk bağlamış gelenekler var, bir de mahalle baskısı… Baskılar ya kadınların sinip susmasına yol açıyor ki amaçlan da zaten bu ya da kendi yaşamlarını kurmak cesaretini gösteren kimi genç kadın çift yaşama yöneliyor. Özellikle üniversite kesimindeki gençlerin bir çoğunun erkek arkadaşı var ama ailelerinden bunu gizliyorlar. Bu da onların üstünde ister istemez çok büyük bir baskı oluşturuyor. Kuşaklararası bir uçurum var sanki. Bu uçurum da yalan dolanla aşılmaya çalışılıyor. Bence insanın bildiği yolda kendi yolunu açarak, kendi içindeki gizil gücü keşfederek ilerlemesi ve gerektiğinde çok güç ve onur kırıcı bile olsa çift yaşama yönelmesi, kaderine boyun eğip kurban rolünü benimsemesinden çok daha iyi. Oysa çocukluğumdan beri “yalan söylemek kötüdür“ ilkesiyle yetiştirildim ben. Yalan söylemek elbette güzel bir şey değil ama baskı ve otoritenin olduğu ortamlarda başka çıkış kalmıyor. Bu bir gerçek. Hem de özellikle anne ve babaların hiç de hoşuna gitmeyecek olan bir gerçek. Öte yandan gençler de çok yanlışlar yapıyorlar. Genç bir kızın kendi yolunu bulması ve kendine bir gelecek yaratması, acele bir erkek arkadaş bulmakla çözümlenemiyor. Bu şekilde yanlış ilişkiler yaşanıyor, en kötüsü de bu da yeni bağımlılıklara yol açıyor. Kendini ailesinin baskısından kurtardığını sanan genç bir kadın bu kez yeni baskılarla karşılaşıyor. Genç bir kızın aile baskısından kurtularak kendi yolunu bulması, okuması, kendini yetiştirmesi, sevdiği bir işi yapması ve ekonomik bağımsızlık kazanmasına bağlı ki, bunları elde etmek kolay değil. Bunu başaramayanlar tökezleyenler, düşenler çok, çünkü gençler otoriter ve korumacı bir eğitimin etkisiyle daha çocuk yaşta öyle yetiştirilmişler ki, kendi ayaklarının üzerinde durmakta zorlanıyorlar, kendilerine güvenleri yok. Çoğu kez kötü talihlerine küsüp kendilerini kurban gibi hissediyorlar. Fatih Akın’ın ödül alan Duvara Karşı filmini izlediniz mi?

Filimdeki genç kız aile baskısından kurtulmak için şiddet dolu bir alt kültür ortamının içine düşüyor, özgürlüğü sadece erkeklerle ilişki kurmada görüyor. Sonunda da ölesiye dayak yedikten sonra gene bir erkek tarafından kurtarılıyor ve onunla evlenerek çoluk çocuğa karışıyor. İşte bu kendini hiç bulamayan ve bulamayacak olan genç bir kadının kariyeri…. Ama başaranlar da var. Onların öyküsünü iki yıl önce Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü alan Özgürlük Yolları kitabımda anlatıyorum. Kolay değil yaşadıkları ama ağır aksak da olsa, zaman zaman tökezleseler de, zaman içinde kendi yollarını bulabiliyorlar.

Bu kitabınızın aslında bir eylem aracı olduğunu düşünüyorum. Yani bu kitabı okuyan gençlerde büyük bir dönüşüm yaratabilir, hayatlarına yön vermelerini sağlayabilirsiniz. Bu bakışla, kitabınızın politik bir eylem aracı olduğunu söyleyebilir misiniz?

Hayır politik değil, bireysel bir eylem aracı. Politik eyleme yönelme altyapısal değişikleri sağlama amacıyla örgütlenme yolundan geçiyor. Ama bunun gerçekleşebilmesi de bireylerin zihniyetinin değişmiş olması bağlı. Çoğu kez politik örgütlenme bireylerin kendi yollarını bulmalarında yardımcı olabiliyor Ama tersi örnekler de var. Örneğin işcilerle söyleşilerimde çok yaşamışıdır,kadına karşı şiddet konusu gündeme geldiğinde, hemen söz isteyen erkekler (kadınlar genellikle susmayı ya da sonradan benimle bire bir konuşmayı tercih ediyorlar) kapitalizmden, insanların sömürülmesinden sözedip işin içinden çıkıveriyorlar. Sanki karısını dövmesinin tek nedeni kapitalizmmiş gibi. Sorunun temelinin ataerkil yapılanmadan kaynaklandığını görmek bile istemiyorlar. Tabii içlerinde bilinçli olanlar da var, ama bunlar azınlıkta kalıyor. Ya kadınlar niye susuyorlar, niye toplu içinde söz alıp konuşmaya bir türlü cesaret edemiyorlar? Kocalarından çekindiklerinden, kendilerine güvenmediklerinden, kendilerini ifade etmeyi öğrenmemiş olduklarından, ataerkil rol dağılımını içselleştirmiş olduklarından, daha bir sürü neden sayabilirim. Ama birebir konuştuğunuzda onlarda büyük bir gizilgücün olduğunu keşfediyorsunuz. Bir çoğu kendi kızlarının daha farklı bir yaşamı olmasını istiyorlar ve bunun için de inanılmaz bir savaşım veriyorlar.

Evet bu konuda size katılıyorum, bunun için çok güzel bir örnek olan rahmetli anneannemi gösterebilirim. Anneannem Çok küçük yaşta hem annesini hem de babasını kaybetmiş ve erkek kardeşleriyle birlikte ortada kalmış. Öyle bir durumda erkek kardeşleri için en kolay yol anneannemi evlendirmek olduğundan, küçük yaşta evlendirmişler onu. Mutsuz bir evlilik yaşamış fakat kendi dönemi içinde (hatta şimdi bile) boşanmak çok da kolay olmadığından evliliğini sürdürmüş. Yaşadığı bu olumsuzluklara rağmen çok güçlü bir kadındı. Özellikle kız çocuklarının okutulması gerektiğini söylerdi hep. Zaten benim üniversiteye gelmemi sağlayan, beni dershaneye gönderen de anneannemdi. Eğer o olmasaydı sizinle bu söyleşiyi de yapamıyor olacaktım. Dediğiniz gibi anneannemin gizil bir gücü vardı, beni destekleyerek bendeki gizil gücün açığa çıkmasını sağladı. Belki ben de bir başka kızın yoluna ışık olacağım. Bu çok büyük bir güç bence. Kitabınızın nice gencin yoluna ışık tutması dileğiyle bitirmek istiyorum söyleşimizi.

Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *