Güldürerek Düşündürme
“Bence Brecht oyunlarının temel özelliği mizaha dayanması” diyor Genco Erkal bir konuşmasında. “Bunun ardında varolan sisteme başkaldıran bir dünya görüşü, bir düşünce var ki bütün tiyatro anlayışı yazdığı oyunlar, sahne yorumları, oyunculuk anlayışı, sahne tasarımı, kostümler, müzik, ışıklandırma, her şey bunun bir parçası… Ben de oyunların yorumunda hep mizahi yanı yakalamaya çalıştım. Güldürü yoluyla ayırdına varmadığımız ya da üzerinde durmadığımız bir olgunun birden farklı bir boyut kazanması…”[1]
Geriye baktığımızda Genco Erkal’ın neredeyse yarım yüzyıla dayanan Brecht yorumlarında hep çelişkileri ve çatışmaları ortaya çıkartan bir güldürü anlayışının izlerini yakalıyoruz. Halk tiyatro geleneğiyle Charlie Chaplin’in, Bustor Keaton’in etkilerinin kaynaştığı bir oyunculuk anlayışıyla yoğurduğu Arturo Ui, Azdak, Puntila tipleri aynı ailenin çocukları. Sözgelimi Hitler’e gönderme yapan Arturo Ui dehşet saçan bir diktatör, ama aynı zamanda öyle bir soytarı ki, milyonlarca insanın onun tuzağına nasıl düştüğünü anlamak hiç de kolay değil. Ya da kafayı bulunca insancıllaşan, ama ayıkken çevresini yakıp kavuran köy ağası Puntila (Puntila ve Uşağı Matti) insanın insanı acımasızcana yok ettiği bir düzenin bir ürünü değil mi? Ya da yasaların haksızdan yana çıktığı, hakkın ancak yasaları çiğneyerek elde edilebileceği bir düzende insancıl yargıç Azdak’ın (Kafkas Tebeşir Dairesi) üçkâğıtçı, dolandırıcı hırsız bir tip olarak çizilmesinden doğal ne olabilir?
Belki de Genco Erkal’in tiyatro anlayışının ve politik duruşunun B. Brecht’in tiyatrosuyla ve dünya görüşüyle örtüştüğü nokta insanın insanı sömürmediği, ezmediği insancıl ve barışcıl bir dünyaya duyduğu özlem. Böylece güldürerek sorgulama, deşme, eleştirme ve düşündürme bağlamında yol gösterici oluyor Brecht. Sözgelimi Genco Erkal’in seksen darbesinden hemen sonraki baskılı ortamda sahnelediği Galileo Galilei’de ince bir mizah aracılığıyla aydın bir kesim ile gerici güçler arasındaki savaşım sergileniyor. Baskı döneminde nasıl davranılmalı, doğru açık açık söylenmeli mi yoksa susmalı mı? Güçlüklere karşı ödün vermeden göğüs germeye mi çalışmalı, yoksa pasif direnişe mi geçmeli?
“Brecht’den öğrendiğim tüm çelişkilerin, sorunların çok aydınlık, çok berrak bir biçimde işlenilerek çıkartılması. Belirsizliğin, karmaşalığın, bulanıklığın olmaması…” diyor Genco Erkal. “Örneğin Galilei ne kadar aydınlık bir oyun… Bu oyunun bütünündeki berraklık içinden çelişkiler, sorunlar, bilmeceler bir bir ortaya çıkıyor ve izleyiciyle birlikte çözüm arama doğrultusunda bir arayış başlıyor. Ben de hem sahnelemede hem de oyunculukta bunu yakalamaya çalıştım”[2].
Ama sadece Galilei’de ya da Brecht’in diğer oyunlarında değil, Dostlar Tiyatrosu’nun oyun dağarcığında yer alan taşlama ve gülmece ağırlıklı oyunlardan dramatik yapılı oyunlara, kabare türü oyunlardan tek kişilik gösterilere kadar bütün oyunlarda ana düşünceyi ince, kimi kez de vurucu bir mizahla ortaya çıkartan bu açık seçikliği, bu duruluğu yakalayabiliriz.
Brecht’in Güncelliği
Ben Bertolt Brecht tıpkı Yaşasın Savaş, Yosma ve Brecht Kabare oyunları gibi Genco Erkal’in Brecht’in şiirlerinden ve songlarından yola çıkarak kurguladığı danslı müzikli kabare türü bir oyun. Paranın tek değer olduğu ve insanın insana para için yapmadığı kötülüğün kalmadığı bir dünyanın gösterildiği oyunda (insan neyle yaşar: Ezip hiç durmadan, soyup dövüp yiyip yutarak insanları) birbirine bağlı üç temel sorun üzerinde duruluyor: Yoksulluk, para babaları keyif çatarken, diğerlerinin kıyasıya ezilmeleri ve sömürülmeleri, kadının alınıp satılır bir mala dönüşmesi ve gene para uğuruna giderek körüklenen silahlanma ve savaş…
Şarkılar, dans ve show türü sahnelerle iyilik (anladık iyisin ama neye yarıyor iyiliğin?), din ve inanç (tanrı buyruğuna göre bundan böyle, astlar dönecek üstlerin çevresinde, büyüklerin çevresinde küçükler, güçlülerin çevresinde güçsüzler), ahlak (bize hep ders verirsiniz “aman günah, ayıp kötü yanlış, aç karnına kuru öğüt çekilmez…) milliyetçilik (vatan millet hep palavra/ Savaşlar da bahane/ Bu düzende tek kural var/Artmalı hep sermaye) gibi yıllardır özümsediğimiz, içselleştirdiğimiz değerlerin para babalarının nasıl işine yaradığı gösteriliyor bu oyunda.
Brecht’in kimi kez anlatan, açıklayan (oyun yazarıyım/ gördüklerimi gösteririm/ insanların nasıl alınıp satıldığını gördüm/ insan pazarlarında), kimi kez sorgulayan (nasıl bir çağ bu böyle, ağaçlardan söz etmek suç neredeyse/ gerçekten yaşamaktayım karanlık bir çağda, delilik deniyor artık doğru söze), kimi kez doğrudan izleyiciye seslenen (Ne olur olağan demeyin/ her gün olup bitene/Kargaşanın egemen olduğu/Düzensizliğin düzen sayıldığı, insanın insanlıktan çıktığı bu karanlık çağda demeyin sakın bunlar olağandır) sesini de duyuyoruz oyun boyu.
Ancak bu dünyanın değişebilirliğine olan inanç sürdükçe umut da sürecek (Gece uzun da olsa, güneş mutlak doğar, güneş mutlak doğar). Güneş bir gün doğduğunda insanlar yaşadıkları bu karanlık çağı ve bu çağın keskin gözlemcisi ve tanığı Bertolt Brecht’i unutacaklar mı acaba? Brecht kendinden sonraki kuşaklara seslenerek “Sizler, bizi boğan bu tufandan doğacak olanlar, güçsüzlüğümüzden söz ederken, kurtulduğumuz bu karanlık çağı da unutmayın sakın” diyor.
Brecht’in Torunları
Günümüz refah ve tüketim toplumlarında yaşayan Brecht’in torunlarının karınları doyduğu ve keyifleri tıkırında gittiği sürece sadece savaşlar ve acılarla örülü olan kendi geçmişlerini değil, dünyadaki bütün sefaleti, açlığı ve acıyı unutmaları çok kolay. Televizyonun düğmesine basarak iç yakıcı görüntüleri uzaklaştırmaları yeter de artar bile. Brecht gibi unutmaya ve unutturulmaya direnen yazarlar ise çoktan geçmişin karanlığında yitip gitmişler. Kimsenin onları ne aradığı, ne de sorduğu var bugünlerde. Nitekim ünlü edebiyat eleştirmeni Marcel Reich-Ranicki’nin Brecht’in ellinci yıldönümü dolayısıyla Almanya’da çeşitli yaş gruplarından binseksendört kişiyle yaptığı bir araştırmaya göre günümüz tiyatrosunda bir çığır açan Brecht’i halkın yarısı sadece okul döneminde adını duymuş, onların içinden de yüzde ikisi yapıtlarını okumuş. Brecht’in ünlü tiyatrosu Berliner Ensemble’i bilenlerin sayısı ile yüzde sekizi geçmiyor.
Ama giderek küreselleşen bir dünyada devekuşu zihniyeti daha ne kadar sürebilir, bunun bedelini devekuşları da çekmeyecekler midir günün birinde, yoksa gerçekten de bu düzenin hep böyle sürüp gideceği yanılsamasında mı yaşıyorlar?
Ya Brecht gelecek kuşaklardan bizlere, yani bambaşka bir coğrafyada Aziz Nesin’in deyişiyle “alacakaranlıkta” yaşayan Türkiye’deki torunlara bugün ne söylüyor? Şiirlerinde, oyunlarında, yazılarında sürekli olarak gündeme gelen radikal ideoloji eleştirisi, sözgelimi “vatan millet Sakarya” edebiyatının kofluğu, din sömürüsünün beyin yıkayıcılığı, kadına karşı şiddetin acımasızlığı bugün bizim de ne yazık ki gündemimizden hiç mi hiç çıkamayan temel sorunlarımız değil mi? Parmak sallayarak değil, güler yüzle, yani dalga geçerek, alay ederek, kışkırtarak, kimi kez de yüzümüze vurarak, canımızı acıtarak bizi, bizleri anlatmıyor mu Brecht?
[1] Z. İpşiroğlu, Yüzyıl Sonra Brecht, İstanbul 2009, s.184, 187.
[2] Aynı eser; 198.