Toplumsal cinsiyet farkındalığı, bilinci ve bilgisiyle yazılmış oyunlar, konusu kadın ve kadın sorunları olan ‘kadın’ oyunlarından çok temel farklılıklar gösterir. “Feminist” ya da “Toplumcu Feminist” oyunlar olarak da tanımlanabilecek bu kategori, bu farkındalığa sahip çıktığı noktada konuları ne denli keskin ve çarpıcı da olsa, kadın oyunlarından öncelikle biçimsel düzeyde ayrılır. Bu anlamda biçim, oyun metni ve sahne gösterimi olarak iki katmanlı bir dil düzeyine sahip olması nedeniyle, özellikle tiyatro gibi bir alanda daha da anlamlıdır. Önemli olan oyunun yapısının, dilinin ve karakterlerin temsil biçimlerinin erkek egemen bir dizge içinde olmaması, yepyeni bir yapı yoluyla okuyucu ve seyirciyle farklı bir iletişime geçme çabasıdır. Bu bağlamda, var olan klasik dramatik kurgu, zaman ve mekân kullanımı, dil, beden dili, kadının temsil biçimi ve oyunculuk üslubunun konudan daha öne geçer biçimde yeni bir dil ve bakış açıları üretecek biçimde düzenlenerek daha kökten bir farkındalık, duygu ve düşünce katmanı yaratabilmesi söz konusudur.
Konunun eski, yeni, bilindik, sıradan, ne olursa olsun bu yeni biçimlerle yeniden ele alınabilmesi, bu biçimlerin tiyatro sanatında çoğalarak kolektif bir kadın dili, sesi ve sahne dili oluşturacak bir birikime ulaşması bu anlamda önemlidir. Ama daha da önemlisi kadının kendine has, kendi yaşam deneyimini anlatabildiği yeni bir öykü yapısı ve dil üretebilmesi, böylece bu dille diğer kadınlarla iletişim kurabilme olasılığıdır. Çünkü bu alan ( feminizm) bir yandan da politik bir alandır ve içinde değiştirme gücü ve bilincini barındırmalıdır.
Erkek egemen bir öykü yapısı içinde kadın yok olmaya mahkumdur. Çünkü genel olarak, klasik kurgu, kronolojik zaman ve lineer yapı içinde kadın öyküleri tutunamaz; hep yenilgiyle sonuçlanır, yok olur ya da görünmez olur. En iyi ihtimalle hüzün yaratır, umuda giden yolları kapatır. Sonuç olarak, bu yapılar, eril ideolojinin yaşama bakış açısına göre tasarlandığından ve sadece erkeğin (eril bakışın) kadın algısına göre oluşturulduğundan, kadının yaşam deneyimini ve değişim yolundaki çabalarını temsil edip anlamlandıramadığı gibi, düşünsel düzeye de geçiremeden duygu düzeyine hapseder.
LEYLA, LENA VE DİĞERLERİ NEDEN SADECE BİR KADIN OYUNU DEĞİL? BİÇİMİN OYUNDAKİ ÖNEMİ
Leyla Lena ve Diğerleri Zehra İpşiroğlu’nun yazdığı tek kişilik bir kadın oyunu. Konusu kısaca, bir kadının Kiev’den İstanbul’un varoşlarına uzanan aşk, evlilik ve annelik öyküsü çerçevesinde Kiev’li Lena ile Güneşören’li Leyla’nın iç çatışmaları, hesaplaşmaları. Lena İstanbul’un tutucu ve varoş semti Güneşören’e geldiği an tüm hayatı değişiyor. Üniversite mezunu, modern bir genç kızdan, aşk uğruna önce örtünerek sonra da geldiği bu kültüre uyum sağlamaya çalışarak düştüğü bu tuzakta, bir de annelik sürecini yaşıyor. Tüm kapatılmışlıklarına, kıstırılmışlıklarına karşın, içindeki Lena ile sürekli çatışarak ya da yüzleşerek, hayatını sürdürmeye çalışırken, Leyna olarak kendisi için ufak bir çıkış, bir kurtuluş yolu bulduğunu sanıyor. İşe girerek geldiği bu noktada mutlu ve kendini gerçekleştirme yolunda tam bazı adımlar atmışken, ne yazık ki hayat ya da içinde yaşadığı düzen onu başladığı noktadan daha da geriye götürüyor. Yaşadığı ruhsal patlama ve histeri kriziyle bir akıl hastanesinde kendini sağaltmaya çalışırken ilk kez ön oyun içinde buluşuyoruz onunla. Elinde güncesiyle.
Ama öykü böyle özetlendiği gibi akıp gitmiyor. Kopuk kopuk, farklı katmanlarda, mekânlar ve zamanlar arası sıçramalarla, döngülerle, çeşitli dil düzlemleriyle, bir yandan uzak, diğer yandan içimizde çok tanıdık, ama çoğu zaman sarsıcı, yabancılaştırıcı ve düşündürücü. Alışılagelmiş aşk, evlilik, annelik ve mutsuzluk öykülerinden farklı. Çünkü bildiğimiz, içselleştirdiğimiz, beklenen kırık kadın öyküsü formatından farklı. Görünen öykünün içinde, başka bir öykünün ağır sancıları gizli. Hem yerel hem de evrensel düzlemde, kendini var etmeye, duyurmaya çalışan, özne olmaya uğraşan, çırpınan, bazen fısıltıyla bazen bağırarak kulaklarımıza, yüreklerimize sızmaya çalışan bir değil, birçok kadının öykü parçaları var bu oyunda. Görünür olabilmek, anlamak ve anlatabilmek için yollar arayan, yüzyıllardır boşlukta asılıp kalmış, sonsuz sayıda kadının, var olan dilin ve öykünün dışında, başka bir dil ve yol bularak ortaya çıkma sancılarının da öyküsü bu. Zehra İpşiroğlu, Leyla/Lena’nın öyküsüyle, bu zorlu patikalarda, bize ufacık ışıklar tutarak ‘öteki’ öykünün yolunu biraz olsun aydınlatmaya çalışıyor.
Bu nedenle, Zehra İpşiroğlu’nun Leyla, Lena ve Diğerleri adlı oyunu, gücünü kısmen gerçek bir öyküden alan çarpıcı konusuyla değil, sezgisel olarak başka bir dil ve biçim arayışıyla kadın oyunları kategorisinin önüne geçmeyi başaran bir çalışma.
Oyunda bu yeni biçim arayışı ve kurgunun neye hizmet ettiği bu anlamda önemli. Özellikle dilin yapısı, klasik öykünün parçalanışı, zaman ve mekânın kronolojik olmayan döngüsel, değişken yapısı, yaşam deneyimi erkeğinki gibi doğrusal olmayan, iniş çıkışlar ve geri dönüşlerle yaşanan kadın deneyimi ve bunun seyirciye aktarılma yolları dikkat edilmesi gereken özellikler.
Leyla, Lena ve Diğerleri’nde temsil edilen kadın, kendi anti öyküsünü kurmaya çalışırken ya da İngilizce’de ifade edildiği gibi kendi tarihini (herstory/ history karşıtı) dayatılan eril öyküden kurtarmak için yeniden her şeyi seyirciyle paylaşıyor ve sürekli anlatıyor. Ön oyun olarak kurgulanan akıl hastanesi sahnesinde, ilk kez anlatma nedenini böyle ifade ediyor.
…’Leyla adı kafandan çıkmıyorsa’ diyor doktor ..Lena ile Leyla’yı da unutamıyorsan, tekrar tekrar anlat kendine öykünü . Kendi yaşamını değil de bir başkasının yaşamını anlatıyormuşsun gibi anlat. Anlattıkça kurtulacaksın bu öyküden…( Leyla, Lena ve Diğerleri, sayfa 19)
Leyla / Lena’nın, Kiev’den İstanbul’un varoş mahallesi Güneşören’e, oradan iş yerine uzanan mekânlarla, sırasız ve atlanarak anlatılan parçalı öyküsü, hep bu alternatif biçimi destekler nitelikte. Kadın karakterin parçalanmış, çoklu kimliği dışında, anlattıkları ve güncesine yazdıkları da oyunda farklı iki dil katmanı oluşturuyor. Tüm bunlar, eril dizgenin sonu mutlaka kadının sembolik ölümü ya da yenilgisiyle biten klasik öykü yapısını kırıyor ve parçalıyor. Örneğin, kronolojik zaman kurgusuyla yavaş yavaş ilerleyen ve sonu akıl hastanesinde biten bir öykü, kadının göreceli iyi başlayan hayatının zamanla hastaneye kadar düşüşünü ve yok oluşunu gösterecekti. Hastane sahnesinde umut olsa bile öyküde bu ortaya çıkamayacaktı. Oysa ön oyun olarak tasarlanan ve kronolojik sırada en son olması beklenen hastane ve orada yakalanan umut en başta verildiği ve gerilim başta çözüldüğü için, öykünün bütününe yayılan Lena/ Leyla çatışmasıyla ortaya çıkan öykü, eril düzen, toplumsal arka planlar, ideoloji, din, güncel politika, gelenekleri de gözler önüne sererek bunlarla yüzleşmeyi ve bunları ifşa ederek sorgulamayı ön plana geçiriyor. Leyla/Lena yaşadıklarını hem ironik/ komik hem de sert yüzleşmeler ve çatışmalarla paylaşırken, kadın seyircinin bir şekilde farkındalık kazanarak oyun boyunca sürekli düşünsel düzeyde kalabilmesini mümkün kılıyor. Aksi halde okur/ seyirci kadının düşüşüne engel olunamayacak hüzünlü bir öyküye tanıklık etmek zorunda kalacaktı. Bu durumda hastanedeki gizli umut ise tümüyle görünmez olacaktı. Sadece kronoloji bile bazen sanal olarak bu süreci dayatan eril bir seçim. Diğer yandan, parçalanmış kadın karakterin defalarca kendi öyküsünü anlatarak gerçek kimliğini bulma süreci, erkek egemen dili ve öyküyü bozarak kusması ve ondan kurtulması olarak da yorumlanabilir. Oyun, dilin var olan sembolik düzleminin, saygın konumunun Lena’nın yeni bir dil öğrenme sürecinde nasıl kırıldığını gösteren örneklerle dolu. Leyla bu dili kusarken, yani anlatırken bir yandan da dilin sembolik yapısını bozan sözcüklerle erkek egemen dili bize yabancılaştırıyor. Yeni dili ve bir anlamda da yeni kültürü öğrenme sürecinde, günlüğüne kaydettiği çeşitli harflerle başlayan sözcükleri alfabetik olarak sıralanırken, önce normal başlayan sözcükler birden çok kaba, tabu ve bir kadına “ yakışmayan” ya da tek tek söylendiğinde bağlamından koparak anlamsızlaşan sözcüklere ve sözcük gruplarına dönüşerek dil yoluyla kültüre de bir yabancılaşma yaratıyor. İlk zamanlar güncesine kaydettiği sözcükler;
A Allah korusun, alın yazısı, abla, ayak yolu, ayşekadın, amcaoğlu, B bismillah, bostan patlıcanı,bayram, bayan….E ev , elti, emanet, eşek, elalem… G gerzek, güzel, gül suyu, göt, günah, gözleme, göz….K kar, kart, karı, kafes, kayınvalide, kereviz, keriz, kilit… O orospu, o biçim, okul, oğul… P postal, puşt, pişmaniye, para… S sigara, sünnet, sopa, saldırmak, sığınmak, susmak… T teşbih, türban, tamam, takunya, tantana, tövbe, tahrik ( Leyla Lena ve Diğerleri, sayfa 28-29-30 )
Sözcüklerin yan yana gelmesi sadece dile değil kültüre de yabancılaşma yaratırken, diğer yandan bunlarla bağlantılı yorumlar da okuyucuyu sadece sezgisel değil daha düşünsel bir mesafeye taşıyor. Örneğin, E harfli sözcüklerden sonra ..eşek kadar kulakları vardır elâlemin… H harfli sözcüklerden sonra …Hayır diyememe hastalıkların en beteri .. K harfinden sonra , ( türkü söyler) Kilitli kafesteyim şu dağlarda kar idim…L harfinden sonra, ( içindeki gerilimi hissettirerek) Lanetliyim ben, herhalde lanetli…T harfinden sonra, …Tahrik erkekleri tahrik etmemek gerekirmiş, kadınların ellerini bile sıkmazlar buralarda ( güler) tahrik olmamak için… S harfinden sonra, Susma haykır sığınma evine hayır…
Lena, Leyla olarak öğrendiği bu yeni eril kültürün dilini kusarken aslında oyunun sembolik yapısını da parçalıyor. Bu da okurda gerçek bir mesafe yaratarak kültüre eleştirel bakması için katkıda bulunabiliyor. Burada olay Türkçe ya da başka bir dil olması değil, herhangi bir eril kültürün dilini öğrenme süreci ki oyun içinde bu gönderi ortaya çıkıyor.
Dilin ne anlama geldiğini ise Leyla/Lena kendince şöyle açıklıyor;
…Dil canlıdır, seni alır götürür… istemediğin sözcükler kendiliğinden çıkar ağzından…( sayfa 29)
KARAKTER/LER
Diğer yandan oyun boyunca sahnede tek başına konuşan Leyla/Lena aslında bir çok kimliği de içinde barındırıyor ve temsil ediyor. Çocuk Lena, enerjik, yetenekli, müzip ve eleştirel; genç kız Lena, eğlenceyi seven, cesur, iyi eğitimli, erkek kardeşiyle eşit, maceraperest ve hayalci; Leyla baskı altında, korkak, edilgen uyumlu, annelik zaaflarıyla kimliğini yitirip güçsüzleşmiş, kaderci; Leyna, hayatını değiştirme gücünü geç de olsa yakalayabilmiş, kendine güvenen ve değişime inanıp yaşama geçirme gayreti içinde ve bu bedelleri ödeyen, göze alabilen. Bunların içinde kopya gibi görünen tek kişi ise aslında Leyla ki, sert bir erkek egemen kültürün içine girerken eril dili öğrenmeye ve bedenini de buna uydurarak ve sembolik olarak yeni giysilerle kapanarak, bir anlamda role giriyor. Ancak bir tiyatro oyuncusu gibi eril kültüre bürünen ve rolünün etkisinde fazlaca kalan bir oyuncu gibi bir kopya kişilik olarak görünüyor. Ne kadar kopya ne kadar gerçek? Belki de tam anlamıyla kopya olamıyor. Lena’yı hayatından çıkaramadığı gibi Leyna’ya dönüşebilen de yine Leyla. Sadece rolden çıkmak onu korkutuyor çünkü bedelleri çok ağır. Özellikle de anne olduktan sonra herşey çok daha zorlaşıyor. Belki de sırf bu nedenle, zaman zaman onun rolü içselleştirme sürecine de tanık oluyoruz. Diğerleri ise, gerçek kadının kişilik parçalarını bir ölçüde taşıyabiliyorlar gibi görünüyor.
Aslında oyunda daha olumlu gibi görünen Lena da eril kültürün tuzağına düşüp, aşk ve evlilik masallarına inanmış ve kendini yok ederek Leyla’yı yaratmış.
…senin gibi yok olmadım en azından, yaşıyorum ve Leyla’yım. Çocuklarımın annesiyim. Senden bir adım ilerideyim kızım, bunu aklına koy… Aslında kazanma ve kaybetme arasındaki fark kıl payı, bir anda her şey elinden gidebilir, sıfırlanırsın… kumar gibi…( sayfa 27)
Yine de genetik, sosyal çevre ve eğitimle kazanılmış güçlü parçaları olan bir kadın kimliği var önümüzde. Ama sahnede temsil edilen bu aynı ama bir yandan da farklı kadın kimlikleri aslında oyunda farklı kadın tiplerini, seçimlerini ve bedellerini de anlatan farklı kadın hikâyeleriyle tek bir kadın hikâyesinden, kolektif kadın hikâyelerine ulaşıyor. Aynı zamanda bu kadınların çatışması, diyaloğu ve katmanlı iç içe geçen öykülerinden sahnede çok karakterli bir oyun izleğine tanık oluyoruz. Tabii burada metnin ötesinde oyuncunun sahnede gerçekten farklı kimlikleri oynayabilecek nüanslar yaratması çok önemli.
Oyunda tek görünen ama çoklu ve kolektif kadın kimliklerinin karşısında dilde çoğul görünen ama aslında aynı olan ‘Mustafalar’ var. Eril sistemi ve tüm erkek kültürünü temsil eden Mustafalar ise maalesef tek kişi olarak kadının önünü kesiyor. Onların seçimleri ne yazık ki geçici ve sonuçta aynılaşıyor, Kiev’deki Mustafa İstanbul’da hemen ‘Mustafalar’a dönüşüyor.
Tüm bu süreçler, aslında kadın öykülerinin basit yapısını ve yenilgiyle sonlanan gidişini parçalayarak, seyirciyi her an düşünsel düzeyde tutuyor. Ön oyunda, doktorun, Leyla/Lena’nın öyküsünü defalarca anlatarak kurtulacağı düşüncesi de öyküyü anlamsızlaştırana kadar, yani bir anlamda eril dili ve öykü yapısını yapboza uğratarak, her seferinde farklı biçimlerde anlatıp, başka perspektifleri göz önüne sererek, bu dili ve öykü yapısını yok etmesi, deşifre etmesi ve yeni bir öykü kurmak için baştan başlama gücü kazanması için gerekli . Örneğin alışılmış bir cümlenin sembolik yapısı şu şekilde bozularak deşifre ediliyor. Leyla’nın işe girmesine karşı olan eş ve içinde bulunduğu eril kültürü Leyla şöyle yorumlayarak parodi ediyor ama bir yandan da dilin sembolik anlamını bozarak, kültürü gülünçleştiriyor.
…(Başını türban biçimi bağlar) . Komik bir sesle) İş mi arıyorsunuz? Aa buyrun ne demek tabii. Biz de tam sizin gibi bir bayan arıyorduk… Yani öyle eli yüzü düzgün, endamlı, hanım hanımcık… Heriflerin gözü dönmüş…Başörtüsü mü? Allahtan korkmayan bir damla bezden mi korkacak? (Güler)
Başınızı açacaksınız tabii. Burası modern bir yer. Dikkat çekmenizi istemeyiz… Önce kafanızı açacaksınız,sonra da kıçınızı… Anladınız mı hanımefendi? ( sayfa 21,22)
“DİLE DÜŞMEK”(1) YAZMA EYLEMİ VE YENİ ÖYKÜ
Sahnede başka bir dil düzeyi de Leyla/Lena’nın yazdığı günceden okuduklarıyla oluşuyor. Doktorun önerisinden farklı olarak, sadece anlatarak değil, eğer ortaya çıkabilecekse yeni kimlik, her zaman gerçeği, en doğru şekilde yazan ve sürekli onunla yüzleşen” günce yazan” kadından da çıkacak gibi görünüyor. Burada günce yazmak bir anlamda eril dilden anlatarak kurtulup, sonrasında da yazarak kendi dilini oluşturmaya çalışmak gibi de yorumlanabilir. Bu sahneler, tarihte hem yazarak “dile düşen’ hem de yazdığı için toplumun diline düşen kadın yazarlar gibi, kadın kahramanın toplumdan soyutlanmış bir mekânda (hastane odası ) sadece ona olumlu enerji veren insanları görerek ve belki yazarak kendi kimliğini yeniden elindekilerle kurmaya çalışacağı bir olasılığa sahip. Bu anlamda dekorda da Leyla/Lena’nın güncesi minimal sahneyi tamamlayan en önemli göstergelerden biri.
Histeri krizi geçirirken eril dili etrafındakilere kusarak mahallenin “ diline düşen’ Leyla, içini kısmen boşaltmış ve belki de bu sefer boşalan yerleri kendi dilini yazarak /’dile düşerek’ yeni kimliğini ve öyküsünü oluşturma mücadelesi içinde. Buradan sonra belki günceye de gerek duymayacak. Gerçekten de bir yerden sonra günceye gerek kalmıyor.
Oyunun sonunda Leyla/ Lena’nın işyerine yeni genel müdürün, hayata bir kez daha tutunmaya çalışan Leyna’yı yok etmeye çalışmasıyla geçirdiği bu kriz belki de başka bir aydınlanmanın ve fark edişin tohumlarını taşıyor. Kriz onu akıl hastanesine sürükleyen nedenden çok, belki de dibe vurmanın olumlu metaforu.
‘Mahallenin namusunu beş para eden, ailesini rezil eden Leyla’ oyunun sonunda şöyle haykırır;
…Çocuklarım, fırıldak, başörtüsü, Mustafalar, müdür, iş, Kiev bütün bu parçalar nasıl bütünleşecek? …Yanlış parçalar var elimde. Birbirini tutmayan kırık dökük parçalar. Kırk yıl uğraşsan bir araya getiremezsin bunları. ( sayfa 62)
Bu satırlarda, ve devam eden …Aldatıldım, ben aldatıldım..cümlesi, aslında gerçek bir uyanışı ve taviz vererek ve yanlış parçalarla bir yere varılamayacağını anlayan gizli öznenin uyanışı ve krizi değil mi?
Oyun, diğerlerinin …Bir kriz geçiriyor, geçici bir şeydir! Yorumlarına karşın, …Her şeye yeniden başlamak istiyorum…Yeniden … Yeniden …diye biterken, umudu saklamayı ve umuda ve değişime açılan yolların öncelikle farkındalık mumlarıyla aydınlanacağını sezdiriyor.
Oyun bu anlamda da umudunu kaybetmeyen ve değişime inanan olumlu bir kadın modelinin belki de Leyna’nın ufacık da olsa daha önce yok olan ışığını görmemizi ve o ışığı içimizde kaybetmememizi sağlıyor.
- Leyla, Lena ve Diğerleri, Zehra İpşiroğlu, Mitos Boyut Yayınları, 2014)
- Kadınlar Dile Düşünce, Jale Parla Sibel Irzık ( İletişim Yayınları, 2004)