Zehra İpşiroğlu’nun yazdığı Lena, Leyla ve Ötekiler oyununun galasındaydım geçtiğimiz günlerde. Bir kadının aşkı uğruna Ukrayna’dan Türkiye’ye göç edişini konu ediyor oyun. Bu göç öyküsü içinde, özgürlüğü kısıtlanmış bir kadının, Lena’nın hikayesi ile, toplumsal baskılara ve yaşamımızın neredeyse her alanında kodlanan ataerkil sisteme uzaktan bakma fırsatı buluyoruz.
Bu bakımdan etkileyici bir oyun ve yaşanmış bir hikayeye dayanıyor olması oyunu daha da çarpıcı kılıyor. Benim için ayrı bir önemi de var oyunun çünkü Lena benim arkadaşım. Oyunu da birlikte izledik. Müthiş bir deneyimdi benim için. En çok da Lena için tabii. Lena’yı tanıdığım ilk günü hatırlattı bana oyun. İlk iş günümde tanımadığım insanların alışkın oldukları ortama bir yabancı gibi girişimi hatırladım. İnsan ne kadar rahat olursa olsun, yeni girdiği bir ortamda geriliyor. İnsanların davranışlarını, olaylara verdikleri tepkileri ölçüyor. Kendini ortalığa sermeden önce karşı tarafı tanımaya çalışıyor. En azından ben öyle yapmışım. Sonra Lena’yı gördüm, çay getirdi bana. Hoş geldiniz dedi. Sanki beni tanıyor da rahatlatıyor gibiydi. Benimki sadece yeni bir iş ortamıydı, ya bambaşka bir ülkeye gelen Lena ne yapsa idi? Kendi varlığını sürdürüp kabul görmeyi bir kenara mı bıraksaydı yoksa kendini unutup “onlar” gibi olup çabucak kabul mü görseydi? İşte bu iki soru Lena’nın tüm yaşamının metcezri. Lena’yı unutmamış, tamamen bir kenara atmamış ama yaşatmamış da. Leyla olarak sürdürürken hayatı, Lena’nın çırpınışlarını zaman zaman duymuş zaman zaman onu bastırmaya çalışmış.
LEYLA SAHNEDE LENA İSE LEYLA’NIN KAFASININ İÇİNDE
Ayla Algan’ın yönetmenliğinde sahneye taşınan oyun, bu kimliksizleştirilmiş kadının tüm gelgitlerini çarpıcı bir şekilde seyirciye sunuyor. Leyla tek başına sahnede, kanlı canlı… Lena ise Leyla’nın onu hapsettiği yerde, kafasının içinde. Sahnede ise yaratıcı bir yöntemle sinevizyona hapsedilmiş olarak görüyoruz Lena’yı. Zaman zaman giriyor devreye. Leyla’ya kimliğini hatırlatıyor. Leyla için bir itici güç olmaya çalışıyor. Bunu da bazen başarıyor ama bazen de Leyla’nın kemikleşmiş rolünün altında ezilerek yorgun düşüyor.
En Ağır yük oyuncu Cihan Bıkmaz Eresen’in omuzlarında. Tek kişilik bir oyunda seyirciyi yormadan, sıkmadan; samimi oyunculuğu ve yeteneği ile bu yükü layığıyla kaldırıyor. Öyle benimsemiş ki rolünü, Lena’yı ve Leyla’yı kendi içinde duyduğunu hissedebiliyoruz seyirci olarak. Bu özdeşlik duygusu seyircide de karşılığını buluyor fakat sinevizyon tekniği ile bu özdeşlik duygusu ustalıkla kırılıyor ve seyirciyi düşünmeye yönlendiriyor. Kadının şiddetin her türlüsüne maruz kaldığı günümüzde, fiziksel şiddet olmaksızın da psikolojik ve toplumsal şiddetin bir insanın hayatında ciddi hasarlar bırakabileceğini gözler önüne seriyor oyun.
Lena’nın Türkiye’ye göç ettiği için maruz kalmadığı Çernobil faciasına da çarpıcı görsellerle yer veren ve sessiz kalmayan oyun Bakırköy Belediyesi Yunus Emre Kültür Merkezinde seyirci ile buluşuyor. Lena’yı, Leyla’yı ve kimliksizleştirilmiş öteki kadınları farklı bir bakışla bizlerle buluşturan tüm ekibin emeğine sağlık.