Leyla Cennete, Lena Cehenneme; Tam Tersi ya da Hiçbiri

Bu yazı Nurten Demirbaş tarafından yazılmış ve 19 Aralık 2015 tarihinde biamag‘de yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Zehra İpşiroğlu, kadını, ölü topraklarda yeşeren bir ağaç gibi inceler. Köklerin erozyonlu toprakta tutunduğu kılcal damarları, beslenme kaynaklarını not eder. Hapsolan yaşamsal unsurları araştırırken, ölümü hapseden yaşamı göstermeyi hedefler.

Lena, Leyla ve Diğerleri adlı tek kişilik tiyatro oyununda; kendi köklerinden koparak başka topraklarda yeşermeye çalışan Lena/Leyla’nın hikayesi anlatılır. Gövdesine, toprağına yabancılaşan Lena/ Leyla’nın yaşadığı içsel çatışmalar, duygusal çöküntüler toplumsal cinsiyet perspektifiyle ele alınır. Ataerkil düzenin çarklarını çeviren aile, toplum ve devlet politikaları Lena/Leyla’nın karakterinde açık ettirilmeye çalışılır; göç ettiği topraklarda tutunmaya çabalarken köklerinin gittikçe kuruduğunu fark eden Lena/Leyla parçalanmış benliğinin derinliklerinde yaşama yeniden tutunmak için çabalar.

Lena/Leyla’nın hikayesi kendi topraklarının tarihine benzer. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Ukrayna’nın Kiev şehrinde, Sovyetler Birliği döneminde geçer. Sosyoloji okuduğu yıllarda Mustafa ile tanışır ve ona aşık olur. Çocukluğunun Kiev’i gibi aşk yemyeşildir. Sovyet Sosyalist sistem yavaş yavaş çökmeye başlar. Mustafa ile evlenip İstanbul’un varoş mahallesi Güneşören’e yerleşir. Birkaç ay sonra Kiev’de Çernobil reaktör kazası meydana gelir. Radyosyona maruz kalan insanlar evlerini terk eder, toprak ve su zehirlenir, hayvanlar ölür, ağaçlar kurur. Bir zamanlar yemyeşil olan Kiev, ölü bir kente döner. Aşk suyu yavaş yavaş çekilir Lena’nın bedeninden. Güneşören’e adım attığı andan itibaren Mustafa’ların utanç duymaması için ne gerekiyorsa yapmaya başlar. ‘Adımın Leyla olmasını istediler. Lena yabancı bir admış, dilleri dönmüyormuş.’ diye yazar günlüğüne. Önce açık saçları kaynanası tarafından kapatılır, sonra kendisi dar blucinlerini çıkarıp uzatılan uzun bol entariyi üzerine geçirir ve Lena’ya ‘Bas git!’ der. Onu cehenneme göndermeye kararlıdır. Unutmak ister. Bu arada iki erkek çocuğu dünyaya getirir. Türkçe’yi sular seller gibi kullanır ve sonunda bir kopya olmayı başarır fakat bir gölge gibi kendisini takip eden Lena’dan bir türlü kurtulamaz.

Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak geliştirilen olay örgüsünün akışında ve özellikle finalinde kurgusal özellikler ağır basmaktadır. Metin, akıl hastanesinde -Doktoru iyileşmesi için her şeyi anlatmasını önermiştir- Lena/Leyla’nın anlatması ile başlar. Böylelikle okuyucu/izleyici, bu iyileşme sürecine ortak edilir ve parçalanmış benliğinin ardı sıra kronolojik olmayan döngüsel zaman ve mekanda ilerlemeye başlar. Okuyucu/izleyici, Lena/Leyla’nın atlayarak, parça parça anlattığı, Kiev’e, Güneşören’e, geçtiği sokaklara, işyerine gidip gelir. Yazar, bu tür bir anlatım biçimi ile doğrusal ilerleyen eril dizgeyi parçalamayı hedeflemektedir. Böylelikle sonu akıl hastanesinde biten bir hikaye yerine anlatmaya başlayarak, iyileşme sürecine giren bir karakter gösterir. ‘Her şeye yeniden başlamak istiyorum… yeniden’ cümlesiyle oyun sonlandırılır. Eril dizgeyi parçalayan anlatım biçimi dilde de geliştirilir. Lena/Leyla yeni dili öğrenmeye çalışırken çeşitli sözcükleri güncesine kaydeder. Erkek egemen dile ait olan bu sözcükler yeni yaşamını şekillendirmeye başlar. Gittikçe kabalaşan dil, çoklu kimlik temsilleri ile metin içerisinde açık ettirilmeye çalışılır. Yeni yaşama ait eril kültür bu yolla sunulurken; okuyucu/izleyici ile arasına bir mesafe koyarak kültüre eleştirel bakması için katkıda bulunur. İpşiroğlu, mesafeyi metnin bütününde korur. Kendisine yabancılaşan Lena/Leyla hikayesine de yabancıdır. Anlattıkça yaşamına dışarıdan bakan ve tüm yaşadıklarını ti’ye alan bir karaktere dönüşür. Umut ve mizah bu tür bir yabancılaşmanın içerisinde saklanır.

Ayla Algan’ın yorumu ile Bakırköy Belediye Tiyatrolarında sahnelenen oyun, günümüz Türkiye’sinde kadın olmak başlığı altında irdelenebilir.

Sahnelemede, Lena/Leyla’nın baskılanan dünyası zindan metaforuyla verilmeye çalışılır. Zindan hem ev, hem de parçalı benliğinin derinliğini sembolize etmektedir. Leyla, çıplak, soğuk, duvarları nemden dökülmüş zindanında tek başınadır. Lena ise duvarın içine hapsedilmiş bir hayalet/gölgedir. Barkovizyon ile duvara yansıtılan Lena, sahne tasarımının en önemli metaforu olarak nitelendirilebilir. Leyla kadar Lena’nın da varlığı önemlidir çünkü bir gölge gibi her adımını sorgulamakta, Leyla ise onunla çatışmaktadır. Bu önemli buluş uygulamada işlevini yitirmektedir. Çünkü sürekli açılıp kapanan barkovizyon hem Lena’yı ikinci plana itmekte hem de izleyicinin dikkatini dağıtarak oyun takibini zorlaştırmaktadır. Metnin ana düşüncesine bir yönüyle hizmet eden zindan metaforu diğer yönü ile metni zayıflatmaktadır çünkü sahneleme sadece hapsolmuş yaşam fikrini desteklemektedir. Cehennemden çıkış yoktur. Yukarıya tırmanmasına yardımcı olan, duvara monte edilmiş basamaklar da işe yaramaz çünkü Leyla dışarıya çıkacak gücü çoktan kaybetmiştir. Oyunda zaman zaman Lena/Leyla’nın iç dünyası dış ses ile verilir. Dış ses kullanımı hem oyunculuğu hem de sahnelemeyi zayıflatmaktadır. Sahneyi ele geçiren teknik, metnin iletişimini aksatmaktadır. Yine sahne tasarımında pencere demirlerinin ışık desteği ile parmaklığa dönüştürülmesi, zindan fikrini desteklemekle birlikte izleyiciye boş alan bırakmamaktadır.

Sahnelemede, Ukraynalı Lena ve Türkiyeli Leyla arasında kurulan ikili karşıtlıkta; Lena, Kiev’in terk edilmiş evleri gibidir. Eski, kullanılmayan eşyalar arasında yerini almıştır. Eski fakat değerli olduğunun bilincinde olan Lena, kendinden emin, sorgulayan ve hatta yargılayan bir tavra sahiptir. Tüm duvara yansıyan görüntüsü ile Leyla’yı ezmektedir. Leyla ise tam tersi fırlatıldığı zindanda savunmasız ve güçsüzdür. Lena için tercih edilen dekor, kostüm ve aksesuarlar onu kültürlü, modern bir kadın olarak yansıtırken; Leyla’da ise durum tam tersidir. Çıplak bir zindanda, elinde başörtüsünden başka aksesuarı olmayan anti-modern, geri bırakılmış bir noktadadır.

Yönetmen böylesi bir yorumla ataerkil sistemin çarklarını çeviren dini oyunun odak noktası haline getirir. İzleyici, özellikle varoş mahallelerinde yükselen muhafazakarlığın, kültür ve kimlik üzerindeki tahribatına odaklanır. Modernlik-anti-modernlik, Hıristiyanlık-Müslümanlık arasında sıkışıp kalan Leyla’nın kimlik çatışması ön plana çıkar. Sahnede kurulan bu ikili karşıtlık ana metnin odaklandığı ataerkil toplum ve eril dizgelerin parçalanması düşüncesini zayıflatmaktadır. Leyla zindanda Lena ise duvarda tutsaktır. Umut, mizah, iyileşme gücü sahnelemede zayıf kalmıştır.

Cihan Bıkmaz Eresen’in canlandırdığı Lena, Leyla ve Leyna karakterleri çok net çizgilerle birbirinden ayrılmaktadır. Eresen, çıplak sahnede sadece elindeki şalı kullanarak kendi hikayesini dinletmeyi başarır fakat ana metnin korumaya çalıştığı mesafe oyunculukta yerini zaman zaman dramatik bir anlatıma bırakır. Eresen, mizahı açığa çıkaracak bir oyunculuk skoruna sahipken bu potansiyel yeterince değerlendirilmemiştir.

Oyun, çevremizdeki Lena/Leyla ve en önemlisi Diğerlerini/Ötekileri/Bizleri besleyen kılcal damarları eril dizgeyi kırarak gözler önüne sermek çabası içerisinde.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *