Erkek egemen bir dünyada kadın olarak kendini gerçekleştirebilmek, büyük mücadeleler vermek demek çoğu zaman. Bazen etrafımızı çevreleyen egemen söylemlerle, bazen erk görme biçimiyle, bazen de ataerkiyi içselleştirmiş olan kendi benliğimizle mücadele etmek demek. Üzerimize yapıştırılan, varlığımızı kalıplaştıran sıfatların dışında biri olduğumuzu, olabileceğimizi fark etmek de kolay değil, farkındalığı yakalamış olanlarımızın kendini kabul ettirebilmesi de. Hep arada kalmışlıklarla ve yapılması gerekenler listesiyle sürdürüyoruz yaşamımızı. Önce babamızın kızı, sonra kocamızın karısı, çocuğumuzun anası oluyoruz. ‘’Ben’’ olamıyoruz, olmuyoruz ya da… Öylesi daha kolay geliyor belki. Memnun etmeye çalıştıklarımız listesinde kendi adımız yok. Başkaları mutlu olduğunda, başkaları bizi onayladığında hayata kaynayabiliriz gibi geliyor belki de. Sürüye uyabilenimiz çok, peki ya uyamayanlarımız? Kendi benliğini içinde öldüremeyenlerimiz… İkisini birden yaşamak zorunda kalanlarımız… Hatta üçüncü dördüncü kimlikler bulmaya çalışanlarımız…
Bu parçalanmışlık içinde kendine, kimliğine, isteklerine yabancılaştırılmış kadınlardan biri de Lena. Ukrayna Kiev’de sosyoloji okurken tanıştığı inşaat işçisi Mustafa’ya aşık olan ve aşkının peşinden Türkiye Güneşörene’e göç eden bir kadın. Geldiğinde Lena’yı unutup Leyla olmak zorunda bırakılan ve gerçeği çocuklarına bile söyleyemeyecek olan bir kadın. Leyla olamayan ama Lena da kalamayan, hayatta kalma mücadelesi akıl hastanesinde son bulan bir kadın. Zehra İpşiroğlu gerçek bir hikayeden kurguladığı ‘’ Lena, Leyla ve Diğerleri’’ adlı oyununda işte böyle bir kadından bahsediyor. Okuyan her kadının kendi mücadelesinden izler bulabileceği bu metin; Ayla Algan rejisi ve Cihan Bıkmaz Eresen oyunculuğuyla Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda sahneleniyor.
İpşiroğlu Lena’nın hikayesi üzerinden kadınlık durumunu irdelerken, ailelerin, devletlerin, dinlerin şekillendirdiği ve erkek egemenliği altında benliğini kaybeden tüm kadınlardan bahsediyor. Kimlikleri arasında sıkışıp kalmış ve bulmaya çalıştığı çıkış yolları her seferinde bir başka erk zihniyet tarafından kapatılan kadınlardan… Okuyanların bu kadınlarla özdeşleşmelerini değil, olanlara dışarıdan bakarak düşünsel bir sürece girmelerini hedefleyen yazar, oyunun kurgusunu kronolojik bir çizgide götürmüyor çünkü alıştığımız neden sonuç kalıplarıyla kesin yargılara varmamızı istemiyor. Biçimde tercih ettiği bu parçalı anlatım, bizi oyun kişisinin parçalanmışlığına tanık ediyor ve neler olacak diye merak etmekten öte neden böyle oluyor diye düşünmeye itiyor. Kendini hiyerarşik olarak yukarıda konumlandıran ataerkil görme biçiminin, yerini sağlamlaştırabilmek için; dini, devleti, mahalle baskısını, aşkı, kutsal olduğu düşünülen aileyi nasıl kullandığını fark etmemizi ve bütün bu kavramlarla bir hesaplaşma sürecine girmemizi hedefliyor. Çernobil faciasını yaşamış olan ailesinin yanına dönemeyen, geldiği yerde de kendine yer bulamamış, dile, dine ve kültüre yabancı bir kadının, yaşadıklarını anlatmasının iyileştirici olabileceği umuduyla bitiriyor oyun.
Ayla Algan, İpşiroğlu’nun oyunun sonunda açık bıraktığı kapıyı kapamayı tercih etmiş görünüyor. Kadının içinde bulunduğu çıkmazın, psikolojisinde yarattığı şizofreni halini vurgularken, seyirciyi de oyuncuyla birlikte o duygusal sürecin içine sokan Algan, metinde akıl hastanesi olarak kurgulanmış olan mekanı yer altında bir zindan olarak sahneye taşıyor. Sağ tarafa konumlandırılmış dekorda kullanılan renkler ve keskinlikten yoksun çizgiler kadının parçalanmış benliklerinin yarattığı ruh karmaşasına vurgu yapıyor. Böylece dekordaki o gri hava izleyiciyi de içine alıyor. Oyunda hem dış ses hem de barkovizyon kullanımıyla kadının yaşadığı benlik karmaşası belirginleştirilmiş. Ancak bu tercih ara verilmeden yaklaşık bir buçuk saat süren oyunun temposunun düşmesi tehlikesini doğuruyor. Lena’nın barkovizyondan konuşan hali bir karakter olmaktan öte tip halini almış ve bu durum izleyiciyi objektif bakmaktan çok taraf olmaya itiyor. Orjinal metnin üzerinde durmaya çalıştığı toplumsal cinsiyet içindeki kadının konumu sahnelemede, günümüz Türkiye’sinde varoş bir mahallede yaşayan kadının konumuna indirgenmiş görünüyor. Eğer bu kadın günümüz Türkiye’sinde yaşamasaydı bu sorunlarla karşılaşmayacaktı gibi bir algının oluşmasına sebep oluyor. Müzik ve efekt kullanımı bu algıyı pekiştiriyor. Barkovizyondan gösterilen Çernobil mağduru insanların görüntüleri oyunun bütününde bir yere oturmuyor olmasına rağmen izleyicide yaratılmak istenen duygusal süreci daha da pekiştiriyor. Fakat yaratılan bu duygu sahnede olanların nedenleri üzerine düşünmekten öte sonuçlarının yarattığı yıkıma üzülen bir izleyicinin oluşmasına yol açıyor.
Cihan Bıkmaz Eresen’in oyunculuğunda karakter geçişlerini rahatlıkla görebiliyoruz. Ne zaman Leyla’nın ne zaman Lena’nın sahnede olduğu iki farklı kişi oynuyormuşçasına net. Sahneden hiç inmeden bir buçuk saat boyunca enerjisini kaybetmeden ve temposunu düşürmeden oynuyor Eresen rolünü. Ancak kullandığı bir takım jestler karakterin doğal sürecini bozma tehlikesini barındırıyor. Oğluna seslenirken sağ elini havaya kaldırıp eliyle konuşması veya dekorda konumlandırılmış duvara tırmanabilmesini sağlayan düzeneği kullanarak duvara tırmanışı gibi hareketler bütünde bir yere oturmuyor gözüküyor.
Her biri kendi alanının uzmanı üç başarılı kadının deneyimlerinin harmanlanmasıyla ortaya çıkan bu oyun Lena’nın hayatınının sembolizasyonu üzerinden kimliğini kaybetmeye zorlanan tüm kadınlardan bahsediyor. Kadın olmanın zaten kimlik arayışı demek olduğundan, sırf kadın olduğu için buna zorlananlardan…