Elif Şafak’a Mektup

Bu yazı Zehra İpşiroğlu tarafından yazılmış ve 7 Haziran 2021 tarihinde Femtrak‘ta yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

“İnsanın hiç korkmadan öteki olabileceği bir toplum doğru toplumdur”.

(Theodor Adorno)

Sevgili Elif Şafak,

Seçkin Zengin’in yayına hazırladığı Yazarlara Mektuplar kitabında yer alıp almamayı düşündüğümde aklıma siz geldiniz. Sizi en son İsviçre yapımı Felsefenin Yıldız Saati programında izlemiştim, sanırım 2016 darbe girişiminden kısa bir süre sonra yapılmış bir programdı. Çok düşünceliydiniz, belli ki söylediğiniz her şeyin hesabı, sonuna kadar verilmişti. En önemlisi de kutuplaşmaya hiç yer vermeyen konuşmanızdı, biraz hüzünlü de olsa çok dengeli bir haliniz vardı. Artık uzaklardaydınız Londra’da. Kimbilir Türkiye’ye ne zaman gelebilecektiniz, özlemle doluydunuz. Ama yaşadığımız toplumun ataerkil ve seksist yanını az ve öz dile getirmekten bir an bile çekinmediniz. Doğrusu etkilenmiştim. Bunca yıldır okuduğum bazı romanlarınızdan, özellikle de Baba ve Piç ve Siyah Süt’ten etkilendiğim gibi.

Ermeni soykırımını dile getirdiğiniz Baba ve Piç romanında en hoşuma giden, kadın karakterleri mizahla yoğuruş biçiminiz olmuştu. Yaşayan, gülümseten, duygulandıran, düşündüren, kısaca insana çok dokunan bir kitaptı. Önce pembe kapakla, sonra da erkek okuyucu satın almaz kaygısıyla gri kapakla yayınlanan Siyah Süt kitabınızda eril toplumlarda kadın yazar olarak kendini kabul ettirmenin hem kadın hem de sanatçı kimliğinin yarattığı iç çatışmaları alaylı bir biçimde dile getirişinize bayılmıştım. İlginç olan kitapta yer alan bütün öykülerin ve olayların kadınlık halleri üzerine düşündürmenin ötesinde, eleştirel bir duruşu da olması ama bu eleştirinin bir şeyleri dayatmayla değil de çok ince ve üstü kapalı bir biçimde yapılmasıydı. Sonuçta hem tarihteki kadınların sorunlarının, savaşımlarının ve iç çatışmalarının sergilenmesi hem de anlatıcının kendi iç dünyasındaki çalkantıların gündeme getirilmesi, var olanı sorgulayan bir duruşu gündeme getiriyor.

Sanırım farklı kuşaklardan da olsak sizinle ortak yanımız çok. Yakamızı bırakmayan toplumsal cinsiyet konusu, akademisyen yazar olarak yaratıcılıkla düşünselliği bütünleştirebilme, polemik ve şiddet kültürüne karşı duruş, farklı coğrafyalar ve kültürlerle haşır neşir olma, göçmenlik, farklı dillerde yazma, bir de sizin ne yazık ki çok az kitabınızda yararlandığınız yoğun mizah duygunuz. Bütün bunlar beni size bağlayan özelliklerinizdi.

Önceleri sizin Türkiye’de bu kadar çok gündemde olmanız hem çok satar bir yazar olarak okuyucunuzun çok olması hem de size karşı olanların çok olması dikkatimi çekmişti. Birçok kimse kitaplarınızı sadece dünya görüşünüz dolayısıyla boykot ediyordu. İşte beni yadırgatan da tam tamına bu oldu. Bana göre önemli olan bir yazarın ne yazdığı, nasıl yazdığıdır. Bunu hiçe sayarsanız hem sanatı hiçe saymış olursunuz hem de Türkiye’de öteden beri var olan kutuplaşma kültürüne hizmet etmekten başka bir işe yaramazsınız. Bana göre bir yazarı ideolojik kavramlarla damgalamak ona yapılacak en büyük haksızlık.

Öte yandan sanat ve muhafazakârlığı aynı anda düşünmek bile beni irkiltiyor. Sizin de Türkiye’de muhafazakar bir yazar imajınız vardı. Hiç unutmuyorum bir kitap fuarında Doğan yayınlarının imza gününde türbanlılardan oluşan öylesine bir kuyruk oluşmuştu ki önünüzde, kendi standıma bile ulaşamadım. Neden bu kadar çok türbanlı okuyucunuz vardı, imajinızdan dolayı mı, yoksa onlara gerçekten ulaşabiliyor muydunuz? Yıllar sonra önceleri İstanbul Bakırköy Belediye Tiyatrosu’nda sonra da başka tiyatrolarda farklı yorumlarla sahnelenen Lena, Leyla ve Diğerleri oyunum çok tuttuğunda sizi hatırladım. Bu oyunda bir göç öyküsü çerçevesinde bir kadının kimlik arayışını anlatıyorum. Yurt içi ve dışı turnelerde “Bu benim öyküm”, “Siz beni anlatmışsınız”, “Ben Lena’yım” diye boynuma sarılan o kadar çok türbanlı ile karşılaştım ki. Demek ki sanatın, imajın da ideolojinin de çok ötesinde bir gizilgücü var.

Ama şu gerçekti ki sizi çekemeyenlerin bu umurunda bile değildi, onlar trollerle her tür çirkin saldırıya hazırdılar. Mahrem romanı dolayısıyla size yapılan saldırılar, sizin çocuk tacizini güzellemekle suçlanmanız gerçekten çok şaşırtıcıydı. Romanınızı savunan Hayal Satıcısı oyunumun harika oyuncusu Berna Laçin bile almıştı bundan payını. Sanırım toksik erkekliğin ağır bastığı şiddet kültürü öylesine kök salmış ki, bundan kurtulmamız kolay olmayacak.

Dikkatimi çeken başka bir tartışma da sizin bir Türk yazar olup olmadığınızdı. Neden birbirimizi çekmecelere sokmaya bu kadar meraklıyız? Neden milliyetçi, dinci ideolojiler hep sanatın önüne geçiyor? Giderek küreselleşen bir dünyada dar bir ulusculuk anlayışının kırıldığı çok daha farklı bir dünyanın içinde değil miyiz? Bir kitabı İngilizce yazmış olabilirsiniz ama konusu bizimle ilgilidir. Başka bir kitabı doğrudan Türkçe yazabilirsiniz neden olmasın? İrlanda kökenli yazar Samuel Beckett acaba neden Fransızca yazıyordu? Ya da Bulgarca değil de Almanca yazan Elias Canetti ya da Romence değil de Fransızca yazan Eugene Ionesco’yu düşünün. Bunun gibi sayısız örnek verebiliriz edebiyattan. Bir yazar hangi dilde yazıyorsa o ülkenin yazarıdır. Siz de bir kitabınızda Türkiye kökenli bir İngiliz yazar, Türkçe yazdığınız başka bir kitabınızda ise Türkiyeli bir yazar olabilirsiniz. Sanatın hiçbir sınırlandırmaya ya da kategorileştirmeye gelmemesi belki de en temel özelliğini oluşturuyor.

Tanrı, kimlik, aidiyet kavramlarının tartışdığı felsefi romanınız Havva’nın Üç Kızı günümüz tartışmalarına ışık tuttuğu gibi Türkiye’de yaşanan kutuplaşmanın da küçük bir modelini çiziyordu sanki. İnsanlar Tanrı adına nasıl böylesine bir gözü dönmüşlük ve bağnazlık yaşayabiliyorlar sorusunun ateistler de dahil olmak üzere tüm inananları ve inanmayanları kucaklayan ortak bir Tanrı anlayışı olabilir mi sorusuna dönüştürülerek romandaki kişiler aracılığıyla tartışılması bu romanın düşünsel boyutunu oluşturuyor. Romandaki kişiler ve atmosfer yaşıyor, kısaca çok iyi gözlemlenmiş. Ritim ve gerilim çok yüksek, öyle ki okuyucunun merakı bir an bile düşmüyor. Romanın belki en etkileyici yanı düşünsel boyutunun farklı versiyonlarda ve biçimlerde sürdürülmesi, tıpkı müzikte, füg sanatında olduğu gibi. Bu açıdan çok iyi düşünülmüş ve kurgulanmış olduğunu düşünüyorum. Bana eksik gelen mizahın bu romanda az olması. Oysa İstanbul sosyetesini anlattığı bölümlerde mizahtan yararlanabilirdi, başka bölümlerde de kullanılabilirdi, bu romanın özellikle buna uygun olduğunu düşünüyorum.

Merak ediyorum bugün mizah pek geçerli olmadığı için mi uzak duruyorsunuz? Bu konu bugünlerde kafamdan hiç çıkmıyor. Önce Türkçe olarak yazdığım sonra da Almanca olarak yeniden kaleme aldığım Memleketimden Kadın Manzaraları oyunumla taşlama ve kara mizah kullandığım için inanılmaz engellerle karşıladım. Oyunumun Türkçesi yayınlandı, Devlet Tiyatrosu’nda bürokratik engelleri aşarak kuruldan çıktı ama bir türlü sahnelenemiyor. Avusturya’daki ajansım oyunun birçok tiyatro tarafından çok beğenildiğini ama özellikle taşlamanın bugün geçerli olmadığını söylüyordu. Bu konudaki düşüncelerinizi de çok merak ediyorum. Sizin humor anlayışınız ise çok daha yumuşak ve sevecen çünkü. Taşlama ise siyah beyaz çizgileri kullanıyor, bu nedenle de bizim gibi düşünmeyenleri ötekileştiriliyor eleştirisini de beraberinde getiriyor. Nitekim ben oyunumda groteske, dahası absürde kayan mizah aracılığıyla kadını kıskaç altına alan otoriter ve eril zihniyetle iyice dalga geçiyorum. Bu birçok kimseyi korkutuyor ya da kızdırıyor olabilir mi? Öte yandan siz de bilirsiniz ki mizahın, özellikle de taşlamanın insanı çok rahatlatıcı bir yanı var. O nedenle de baskılı toplumlarda çok gelişiyor.

Gelelim ortak konumuz toplumsal cinsiyete. Geçenlerde babamın yakın arkadaşlarından Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kadınlarla ilgili bir yazısı gözüme çarptığında dondum kaldım: “Kadın vücudunun güzelliği. Ortada bir ikilik var. Kadın hem kadın hem de insan. Bizim yalnız bir tarafı hoşumuza gidiyor. Bu kadar mükemmel bir haz vasıtasının bu kadar mükemmel bir şeyin bir kafası, kendine mahsus bir kaderi, mizacı olması ne fena bir şey. Kadın insan olmamalıydı” (Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa)

Ataerkilliğin can alıcı noktası da tam tamına bu değil mi? Keşke sadece kadın olsaydık da insan olmasaydık. O zaman hiç sorun çıkmazdı. Alaylama olabilir mi bu ne dersiniz? Annemle babama sormayı çok isterdim. Ama Hamdi beyin de humoru çoktu, baş yapıtı Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü mutlaka okumuşsunuzdur. Kimbilir belki de bu sözlerle de kadını aşağılayan bir zihniyetle dalga geçiyordu, umarım öyledir… Fenerbahçe Dalyan’da geçen çocukluğumun rakı sofralarını anımsıyorum. Sigaradan dumanlanmış kısık bir sesle konuşan Hamdi Tanpınar, bana kocaman bir uçurtma yapan Sabahattin amcam (Sabahattin Eyüpoğlu), Azra Erhat ve diğerleri. İkisi de piyanist olan Magdi ile annemin içeri odadan gelen gümbür gümbür piyano sesleri. Tek tük kadınlar da vardı soframızda ama çoğunluğu erkekler oluşturuyordu. “Neden soyadım İpşirkızı değil de İpşiroğlu, neden tarihteki ünlü kişiler hep erkekler?” Beş yaşındaydım bugün yetmişimde hala yakamı bırakmayan bu soruları sorduğumda.

Sizin romanlarınızın birçoğunda sözgelimi namus cinayeti konusu ele aldığınız İskender’de, ensest sorununu işlediğiniz On Dakika Otuzsekiz Saniyede bıkmadan, usanmadan toplumsal cinsiyet konusunu farklı açılardan irdelemeniz ve başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere bütün görünmezden gelinen, ötekileştirilen insanlara sahip çıkmanız, kendinizi de söyleşilerde de hiç duraksamadan feminist olarak tanımlamanız beni çok etkilemişti. Yüreklerin buzlaştığı bir ortamda empati ve dayanışma ne kadar değerli. En hoşuma giden kadın hakları konusunda hiç ödün vermeyen bu cesur duruşunuz. Oysa bugün bütün dünyada bu konuda bir gerileme ya da en azından duraklama yaşanıyor.

Ataerkilliğin en karakteristik yanı görünmez olması, tıkır tıkır işleyen ve yaşamımızın doğal bir parçasına dönüşen bir sistem bu. Bu sistemin iyi işlemesi hem kadınların hem de erkeklerin sisteme uyum sağlamalarına bağlı. Bunun altında en çok ezilen kadınlar olsa bile erkeklerin de durumu çok iç açıcı değil. Eril sistemin işlemediği bir dünya ne kadar farklı olabilirdi değil mi? O zaman belki de ne iktidar, güç ve paranın tetiklediği savaşlar olurdu ne de dünyamızı felakete sürükleyen iklim değişikliği. Erkeklik Hapishanesi oyunum üstüne çalıştığım şu günlerde ortak sorunlarımız üstünde sizinle düşünmeyi, konuşmayı ne kadar çok isterdim. Bir gün Londra, Köln, İstanbul ya da başka bir yerde sizinle yollarımızın kesişmesi dileği ile.

Sevgiyle kalın…

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *