“İnsan bitmemiştir, gelişim içinde kalmalı, açık olmalı, yaşamında da yaratılışın ve yaratanın seçkin çocuğu olabilmelidir.” Paul Klee
“Havvanın Üç Kızı” kimlik arayışı üstüne
Elif Şafak’ın Tanrı, kimlik, aidiyet kavramlarını tartıştığı felsefi romanı “Havva’nın Üç Kızı” günümüz tartışmalarına ışık tuttuğu gibi Türkiye’de yaşanan kutuplaşmanın da küçük bir modelini çiziyor. İnsanlar, “Tanrı adına nasıl böylesine bir gözü dönmüşlük ve bağnazlık yaşayabiliyorlar” sorusunun ateistler de dahil olmak üzere tüm inananları ve inanmayanları kucaklayan ortak bir Tanrı anlayışı olabilir mi sorusuna dönüştürülerek romandaki kişiler aracılığıyla tartışılması bu romanın düşünsel boyutunu oluşturuyor. Romandaki kişiler ve atmosfer yaşıyor, kısaca çok iyi gözlemlenmiş. Ritim ve gerilim çok yüksek, öyle ki okuyucunun merakı bir an bile düşmüyor.
Romanın baş kişisi Peri, farklı kimliklerin yaşandığı bir aileden gelmektedir. Ağabeylerinden biri hapse düşen bir solcu, diğeri bağnaz bir milliyetçi, babası laik, aydınlanmacı düşünceyi temel alan bir Kemalist, annesi ise koyu bir dindardır. Peri, farklı dünya görüşlerinin ve kimliklerin çatıştığı bu karmaşık ortamda kendi yolunu ararken kendini en yakın babasına hisseder ve onun giderek nasıl bir yalnızlığa itildiğine tanık olur. Bu süreçte okuyarak ve düşünerek kendine bir yol bulmaya çalışır. Yurt dışına eğitime gittiğinde farklı dünya görüşlerinde olan yeni insanlarla tanışır, İran kökenli ateist Şirin gibi yeni arkadaşlar edinir.
Romanın kuşkusuz en çarpıcı kişisi felsefe ve yaşamı birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak gören ve araştırmalarını bu yönde sürdüren, öğrencileriyle de bu yönde diyalog kuran profesördür. Romandaki bu kişiden belki de üniversite yaşamım boyunca sürdürmeye çalıştığım kendi duruşuma ve arayışıma ışık tuttuğu için çok etkilendim. Öğreten değil, aynı zamanda öğrenen, bilen değil aynı zamanda arayan, otoriter değil eşitlikçi, bilgileri pazarlayan değil, kendi düşünme ve araştırma süzgecinden geçiren Profesör Azur’la üniversite camiasından acaba kaç kişi özdeşleşebilmiştir? Yazarın sempatisi Azur’dan yana da olsa onun da sınırlarını göstermekten kaçınmıyor.
11 Eylül olaylarından sonra İkiz Kuleler’i havaya uçuran Muhammet Ata’yı tanıyanlarla bir dizi röportaj yapılmıştı. Bunların içinden en çok Muhammet Ata’nın yanında doktora yaptığı hocasından etkilenmiştim. Onun parlak bir öğrenci olduğunu söylüyordu şaşkınlıkla. İyi de bunca yıl ki öğrencisini nasıl olmuş da hiç mi hiç tanıyamamıştı? Bütün bu felakette onun da payı yok muydu? İşte bu sorun kafamda takıldı kaldı. Azur tipi farklı bir öğretim ve bilim anlayışını savunduğundan yeterli olmasa da yapıcı bir seçenek oluşturuyor.
„Havva’nın Üç Kızı“ romanının belki en etkileyici yanı düşünsel boyutunun farklı versiyonlarda ve biçimlerde sürdürülmesi, tıpkı müzikte, füg sanatında olduğu gibi. Bu açıdan çok iyi düşünülmüş ve kurgulanmış. Bana eksik gelen, yazarın bazı kitaplarında çok yoğun olan mizah anlayışının bu romanda az olması. Belki İstanbul sosyetesini anlattığı bölümlerde mizahtan daha çok yararlanabilirdi, başka bölümlerde de kullanılabilirdi, bu romanın buna uygun olduğunu düşünüyorum.
Romanın Türkçesini beğenmedim, bazı sözcükleri bilmediğim için aşağılık kompleksine kapılmış olabilir miyim? Roman İngilizce yazılmış, keşke yaşayan ve halk arasında konuşulan Türkçeyi iyi bilen, kendini Osmanlıca modasına kaptırmamış olan bir çevirmen çevirseydi. Bu da günümüzde özellikle genç kuşakta çok moda. Ama dil yaşayan bir şey olduğu için hiç bir modaya kolay kolay sığmıyor. Bir dönem aşırı Türkçecilik (konsere dinleti demek gibi) ne kadar tuhaf kaçıyorsa bugün de tersi tuhaf ve yapay geliyor. Sanırım en doğrusu dilin doğal akışına ayak uydurmak. Ama sorun, sadece tek tük sözcüklerde değil, cümleler de yer yer çeviri kokuyor… Umarım Kıbrıs sorununu ele aldığı ve İngilizce yazdığı romanı „Kayıp Ağaçlar Adası”nın çevirisi daha başarılı olmuştur.
Bizde öteden beri sürdürülen Elif Şafak Türk yazarı mı değil mi tartışması bence çok yersiz. Giderek küreselleşen bir dünyada dar bir ulusculuk anlayışının aşıldığı çok daha farklı bir dünyanın içindeyiz çünkü. Bu kitabı İngilizce yazmış ama konusu bizimle ilgili. Başka bir kitabı doğrudan Türkçe yazabilir neden olmasın? İrlanda kökenli yazar Samuel Beckett acaba neden Fransızca yazıyordu? Ya da Bulgarca değil de Almanca yazan Elias Canetti ya da Romence değil de Fransızca yazan Eugene Ionesco’yu düşünün. Bunun gibi sayısız örnek verebiliriz edebiyattan. Bir yazar hangi dilde yazıyorsa o ülkenin yazarıdır. Elif Şafak bu kitabında, Türkiye kökenli bir İngiliz yazar. Türkçe yazdığı bir kitapta ise elbette Türkiyeli bir yazar.
Firarperest , düşünmeye çağrı
Önünde uzun bir yol var Elif Şafak’ın. Kendini geliştirirse, yani günümüz kültür endüstrisinin yazarlara dayattıklarının, modaların, geçerli olanların dışına çıkabilirse daha çok güzel ürünler verecektir.
Şu günlerde deneme yazılarını kaleme aldığı „Firarperest“ kitabını da çok severek okuyorum. Kitap 2015’te yayınlanmış ama hala çok güncel çünkü gücün, rekabetin, savaşın geçerli olduğu, populist politikaların rağbet gördüğü ve insanların birbirlerini kıyasıya ezdikleri bir ortamda humanist ve barışcıl bir dünyanın izlerini sürdüğü gibi böyle bir duruşu engelleyen ataerkil ve cinsiyetci bakışı da sorguluyor. Günlük yaşamda en küçük bir sorunda bağırıp çağırma, öfke ve birbirine saldırmaktan; medyada sağanak gibi üstümüze yağan felaket haberlerine, şikayet ve ağlaşmaktan polemik ve şiddet kültürüne değin çalkantılar içinde süren yaşamımızı bize hatırlatırken farkındalığımızı nasıl bile bile yok ettiğimizi de gösteriyor.
„Mevlana şu yaşadığımız hayatı, bir dağın eteğinde durup haykırmaya ve sonra kendi sesimizin yankısını duymaya benzetiyor. Ne söylüyorsak, ağzımızdan hangi kelimeler çıkıyorsa dağ aynen iade ediyor. Telaş ettikçe telaşımız artıyor. Kızdıkça kızgınlığımız katmerleniyor. Dağ bizi bize yansıtıyor“. Kitapta Mevlana’ya yapılan bu gönderme belki de „Firarperest“in özünü oluşturuyor.
Elif Şafak’ın, sorunların temeline inerek farkındalığımızı geliştirmeye çalışan bir duruşu romanlarında da benimsediğini görüyoruz. Bu açıdan da yapıtlarının tümünde güç ve iktidara dayanan toksik erkek dünyasını sorguluyor. İşin tuhaf yanı yazarın bu kitaptaki yazılarının bir dönem yazdığı gazete yazılarını içermesine karşın güncel konuların sınırlılığını aşabilmesi, böylece bize bugüne dair de çok şey söyleyebilmesi. Çünkü bizi yaşamın hızlı akışı içinde durmaya ve düşündürmeye yönlendiriyor, yazıların pek çoğunun neredeyse meditatif bir yanı var. „Firarperest“te her okuyucu kendi yaşamından, arayışından, belki de bilinç altına attıklarından bir şeyler bulacaktır. Ben „Firarperest“i okurken empati ve dayanışmanın en önemli değerler sayıldığı, insanların birbirlerini hırpalamadıkları, ezmedikleri, dahası şiddetin ne olduğunu bile bilmedikleri bir dünyayı hayal ettim. Uyurgezerlerin çoğunlukta olduğu, davranışlarımızın da bu nedenle çoğu kez otomata bağlandığı bir dünyanın insanları olduğumuzun bilincinde olanlar Elif Şafak’ın bu kitabının değerini daha da iyi anlayacaklardır.
Çok satarlık ve uzun satarlık üstüne
Bu açıdan da Elif Şafak’ın bazı kitaplarının Adolf Huxley’in çok sevdiğim felsefi kitabı „Ada“ gibi sadece çok satar değil pekala uzun satar kategorisine de girebileceğini düşünüyorum. Uzun satarlığın Elif Şafak‘ın romanları için ne kadar geçerli olup olmadığını ise kuşkusuz zaman gösterecek. Çok satarlık ve uzun satarlığı gündeme getirirken kendim de kutuplaşma yarattığımın farkındayım. Çünkü ikisi pekala bütünleşebilir de, ancak beklentiler ve ölçütler farklı olduğu için bu kolay değil. Genellikle moda olan, gündemde olan çok satarlığı tetiklerken, düşünselliğe ağırlık veren ve meditatif olan ister istemez engelliyor. Ancak Elif Şafak gibi kutuplaşmaları aşmaya çalışan bir yazar belki bu engeli de aşmayı başarabilecektir. Belki de yazarın çok satarlığın dayattığı sınırlandırmaları kıran en etkileyici yanı içtenliği, sahiciliği ve özgünlüğü, inanç, din, toplumsal cinsiyet gibi kendisini ilgilendiren düşündüren konularda odaklaşması; bu özgünlüğünü mizahın yoğun olduğu “Baba ve Piç” ya da “Siyah Süt” gibi çok sevdiğim diğer romanlarında da hissetmiştim. Bu kitapların yazınsal değerinin (roman kişilerinin biçimlendirilmesi, romanın kurgusu ve dozunda kullanılan mizahi özellikleri) açısından yüksek olduğunu düşünüyorum.
Hem „Havva’nın Üç Kızı“nı hem de „Firarperest“i okurken Paul Klee’nin bu sözlerini düşündüm. Günümüz sorunları üstünde önyargısız düşünmek isteyen herkese bu kitapları öneririm.
Öte yandan yazarın sürekli arayış, yani akış içinde olması, dinci ve milliyetçi ideolojilere saplanmaması ve ataerkilliği sürekli sorgulaması onu özel kılıyor. “İnsan bitmemiştir, gelişim içinde kalmalı, açık olmalı, yaşamında da yaratılışın ve yaratanın seçkin çocuğu olabilmelidir.”