Kadın ve Beden

Bu yazı Zehra İpşiroğlu tarafından yazılmış ve 12 Temmuz 2022 tarihinde Femtrak‘ta yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Ataerkil bir dünyada kadının kendini sadece bedeniyle var etmesi önemli bir sorun oluşturuyor.  Bir dönem üniversitede reklam analizleri yapıyorduk. Metalaştırılan  çıplak kadın bedeni sürekli olarak gündemdeydi reklamlarda. Kadınlar erkeğe çekici görünme ya da ona huzur dolu bir dünya sunma gibi hep erkeğin mutluluğunu merkez alan rollere  itiliyorlardı.  Sözgelimi şahane bir arabanın tanıtımında yarı çıplak  bedenlerini sergileyen birbirinden güzel kızlar, elektrik süpürgesiyle mutluluğu yakalayan güzel kadınlar birbiriyle  yarışıyordu. Genç  bir kızın pırıl pırıl bir arabayla özdeşleştirilmesi ya da  olgunca güzel bir kadının elektrik süpürgesiye bütünleşmesi kadını heyecan uyandırıcı, çekici (araba) ya da evin temizliğini, huzurunu sağlayıcı (elektrik süpürgesi) bir mal konumuna itiyordu ki bu reklamlarda sürekli karşılaştığımız bir olgu.

Son yıllardaki mayo modasına bir bakalım, neden erkekler dizlerine kadar inen şortlar giyiyorlar da kadınlar bedenlerinin neredeyse her yerini gösteren varla yok arasında bikinilerle geziyorlar?  O kadar ki aşırı şişman bir kadın bile böyle bir bikiniyi giyebiliyor, çünkü giymezse dikkat çekeceğini düşünüyor. Gözle görünmeyen cinsiyetçi bir baskı var, reklamların baskısı, modanın baskısı…

Aşırı moda düşkünü bir öğrencim vardı, daracık taytlar,  göbeğini sergileyen kısacık tişörtler giyiyordu. Nişanlandığı anda  türban ve pardösüyle iyice kapandı. Herkes çok şaşırdı ama bence bunda şaşacak bir şey yok,  aradığı erkeği bulana kadar bedenini sergiliyor, bulduğu anda da gizliyor. Sonuçta  kadın  kendi bedenine hiçbir zaman sahip çıkamıyor. Hep erkeğin gözüyle bakıyor bedenine. Öyle olunca kendini de bulamıyor.

İnsan kadın olarak doğmaz, kadın olur

Kadın daha bebek yaşta farklı bir sosyalleşme sürecinden geçse, erkek egemen dünyanın ürünü olan sarı saçlı, leylek bacaklı  Barbi bebek ya da tesettürlü Sara bebekleri kendine örnek almasa, erkeklerden bağımsız olarak kendini  bulabilecek, kendi kimliğini yaratabilecek. Bence kadın erkek eşitliğinin gerçekleşebilmesinin ilk adımı bu.

Simone de Beauvoir “ kadınsı olan bir yalandır “ diyor. “Bir kurgudur. İnsan kadın olarak doğmaz kadın olur”.

Ne kadar doğru! Aynı şeyi erkekler için de söyleyebiliriz: “İnsan erkek olarak doğmaz, erkek  olur”. Erkek olması için küçükken pipisi kesilir, büyüyünce de askere gönderilir. Kadın, kendini nasıl bedeni üstünden erkeğe bağımlı olarak var ediyorsa, erkek de şiddet kültürüyle var ediyor. Pınar Selek bunu “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabında çok güzel anlatıyor.

Bugün erkek kültürüne, yani şiddet kültürüne , özellikle de militarizme  karşı bir direniş var. Bu direnişin sadece kadınlar değil erkekler de içindeler. Kadın erkek eşitliğine inanan ve barışçıl bir dünya için mücadele eden erkekler çok.  Gezi olaylarında bunu somut olarak yaşadık. Bir  farkındalık, bir bilinçlenme oluştu ama tabii ki küçük, kısıtlı bir çevrede…Yine de önemli bir gelişmeydi. Zaman içinde bunun daha da  yaygınlaşacağını ve kök salacağını düşünüyorum. Kuşkusuz  en önemli sorun eğitim. Daha bebek yaşta cinsiyet ayrımcılığının yapılmaması. Saldırganlık içgüdüsünün spor, sanat vb başka alanlara yönlendirilmesi önem kazanıyor.  A.Huxley “Ada” adlı ütopik romanında bunu öyle güzel anlatır ki.

Ayrımcılığa karşı

Ne yazık ki  günümüz politik ortamı ve koşulları böyle bir gelişmeye  hiçbir şans tanımıyor. Bu da ister istemez çoğu kadının bu koşullara ayak uydurmasına yol açıyor. Pek çok kadının ataerkil sistemin savunuculuğunu üstlendiklerini gözlemliyoruz. Neredeyse  dayak yeme hakkı diye mitingler yapacaklar. Aslında bir dönem baş örtüsü için yürüyüş yapmanın da benim gözümde hiçbir farkı yoktu bundan. Sonuçta erkek egemen bir zihniyetin dini kullanarak dayattığı politik  bir ideolojiydi türban. Bir çok kadın da bilinçli ya da bilinçsiz olarak bu oyuna gelmişti.

Kadın erkek eşitliğinin olmamasında kadınların ekonomik bağımlılıkları da önemli bir etken oluşturuyor. Nitekim kadın meslek sahibiyse, çalışıyorsa  mutsuz bir evliliği daha kolay sonlandırabiliyor. Ama bazen kadınlar ekonomik bağımlılığı kolaylarına geldiği için, düzenlerini bozmak istemedikleri için bahane olarak kullanıyorlar. Aslında her şey insanın zihninde olup bitiyor. Bu açıdan kadının onu kuşatan duvarları kırabilmesi için önce kendine inanması ve güvenmesi gerekiyor. Kadın haklarını duyarlılıkla savunan batı ülkelerinde, sözgelimi Almanya’da şiddet gören kadınlara sahip çıkılıyor. Kadınlara bir meslek öğrenmeleri, kendilerini kurtarmaları için fırsat tanınıyor, ama onlar  çoğu kez dayak yemeyi göze alarak kocalarına dönmeyi tercih ediyorlar. Çünkü kendilerine güvenmiyorlar. O kadar  bağımlı yetiştirilmişler ki kocaları olmadan başaracaklarına inanmıyorlar. İşte bu noktada kız çocuklarına ve kadınlara özgüven kazandıracak bir eğitim çok ama çok önem kazanıyor.

Bugün aile kavramının giderek kutsallaştırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Ama her şeyin kadının üstüne yıkıldığı ve eşitliğin hiç mi hiç olmadığı bir ortamda aile ilişkilerinin çok sağlıklı bir biçimde yürümesi mümkün mü? İdeal gibi görünen ailelerde bile iyice kurcaladığımızda, derinlere indiğimizde mutlaka işin içinde kadın açısından hiç de hoş olmayan şeyler vardır. Mutlu evliliklerin bir çoğunun altında kadının ödün vermesi vardır. Bu açıdan bir kadının, ataerkilliğin koşullarına yüzde yüz boyun eğerek evleneceğine hiç evlenmemesinin ya da kendi ayaklarının üstünde durmayı öğrendikten sonra çok daha geç yaşta evlenmesinin daha iyi olabileceğini düşünüyorum. O zaman en azından kendi kişiliğini geliştirebileceği, kendini bulabileceği bir ortam yaratma şansını yakalayacaktır.

Çocuk eğitiminde cinsiyet ayrımcılığının yapılmaması için anne ve babaların da  belli bir eğitimden geçmeleri gerekiyor. Batı ülkelerinde doğrudan erkekleri hedef alan çeşitli projeler de, var.  Örneğin şiddet kontrolü, şiddetin engellenmesine yönelik projeler sık sık yapılıyor. Bizde bu tür  projeler hiçbir zaman   yeterince geliştirilemedi.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği bünyesinde kız çocuklarına verdiği  burs desteğiyle mucizeler yaratan  Türkan Saylan,  İstanbul Üniversitesi Dramaturji ve Tiyatro Eleştirmenliği Bölümü’nde eğitimde tiyatro çalışmalarımızı sürdüğümüz yıllarda bana güvenlik güçleriyle yaratıcı drama  çalışmaları yapmamızı önermişti.  Bence çok güzel bir projeydi ama  etkin olabilmesi için güvenlik güçlerinin içinde bulundukları koşullar göze alınarak çok iyi planlanması gerekiyordu.  Yoksa şiddetin çok doğal sayıldığı, dahası özendirildiği ortam ve koşullarda bu işin hiç de ciddiye alınmayacağı  oradaydı. Bu nedenle böyle bir riski almak istememiştim.

Biz geleneksel yaşamla modern yaşamın çatıştığı çalkantılı bir ortamda yaşıyoruz. Bu çatışma süresince çok acılar yaşanacak. Bunların yaşanmaması ya da en aza indirgenmesi bir sürü etkene bağlı, altyapısal değişikliklere, yasalara, eğitime… Bunların değişmesi ise şu an vardığımız noktayı düşünecek olursak çok ama çok uzun uzun bir süreci kapsayacağa benziyor.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *