Sansür cennetine hoşgeldiniz

Bu yazı Zehra İpşiroğlu tarafından yazılmış ve 2 Ağustos 2022 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi‘nde yayımlanmıştır. Bu yazıyı kaynağında okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Sanata sansür ve saldırıların toplumumuzda ne yazık ki çok uzun bir geçmişi var. Yıkıcı güçler bir şey işlerine gelmedi mi onu tahrip etmenin yollarını çok iyi biliyorlar.

Sansürün daha sıkı işleyebilmesi için sansür yasasının, yeni adıyla ‘dezenformasyonla mücadele yasasının gündemde olduğu bugünlerde Datça’da eşcinsellik konusunu ele alan “Benim Çocuğum” belgeseli yasaklanıyor, Boğaziçi Üniversitesinin Sinema Kulübü gösterileri engelleniyor, Diyarbakır’da Ahmet Arif büstü tahrip ediliyor. Sanata sansür ve saldırıların toplumumuzda ne yazık ki çok uzun bir geçmişi var.  Yıkıcı güçler bir şey işlerine gelmedi mi onu tahrip etmenin yollarını çok iyi biliyorlar. Sansürü besleyen güçler bütün dünyada etkisini sürdüren radikal milliyetçi, ırkçı ve dinci ideolojiler ki bunlar otoriter toplumlarda  farklı  renkler ve biçimlerde gelişiyorlar. Bu tür ideolojilerin kendi görüşleri doğrultusunda kurguladıkları öykülerin sorgulanması bile sansürün hemen devreye girmesine yol açıyor. Sözgelimi tarih derslerinde kendimizi bildik bileli kahramanlık öyküleri dinlemişizdir, tarihe ezilenlerin açısından bakan alternatif bir yaklaşım ise doğal olarak yok sayılıyor. Çocukluğumuzdan beri beynimizi yıkayan böyle bir eğitimin bizleri etkilememesi mümkün mü?

Ben daha küçük yaşta sansürün ne olduğunu öğrendim. Babam Mazhar Şevket İpşiroğlu  ve Sabahattin Eyüpoğlu  “Hitit Güneşi” belgeseliyle (1957) Berlin’de ödül aldıktan sonra yaptıkları  ikinci belgesel  “Anadolu Yolları”  (1959)  tam yine yurt dışındaki festivallere gönderilmek üzereyken çok kötü sansüre takılmıştı. Hitit uygarlığının izinin sürüldüğü bu belgeselin en çarpıcı yanı canlılığıydı, yani yaşamla bütünleşmesiydi. Belgeselde eski Anadolu uygarlığıyla belgeselin yapıldığı dönemin geleneksel yaşam kültürü arasındaki benzerlikler göze çarpıyordu. Ama tozlu Anadolu yollarının gösterilmesi, Anadolu’daki halkın kağnı kullanması, çocukların yırtık pırtık giysilerle dolaşmaları, köylü kadınların yoksul görüntüleri sansürcü zihniyeti hemen tetiklemişti. En absürtü de develerin geçtiği ıssız bir yol gösterilirken jeneriğin üstüne gelen İstanbul Üniversitesi yazısının üniversiteye hakaret olarak algılanması olmuştu.

Aradan altmış yıldan fazla zaman geçti, ülkeyi yönetenler değişti, koşullar değişti ama otoriter sansürcü zihniyet hiç değişmedi. Edebiyata, tiyatroya, sinemaya, sanata sansür hiç gündemden çıkmadı. Bu da sanatın yıkıcı güçlere karşı direnme gibi bir gizilgücünün olduğu inancının sürmesine yol açtı. Belki de bu nedenle ülkemizde sanatçıların pek çoğu yönetenler tarafından yerden yere vurulurken, halk tarafından hala itibar görüyor. Ancak bu da geçici bir süreç. Çünkü günümüzde sanatın direnme gücünü körleten çok daha büyük bir tehlikeyle karşı karşıyayız, o da demokrasinin gelişmiş olduğu yönetimlerde bile etkisini sürdüren gizli sansür ve otosansür.

TOPLUMSAL CİNSİYET ALANINDA OTOSANSÜR VE GİZLİ SANSÜR

Medyada ve dizilerdeki cinsiyetçi yaklaşımlara baktığımızda otosansüre  sayısız örnek bulabiliriz. Modern yaşamın hızlı akışı içinde geleneksel kadın ve erkek rolleri de değişirken, dizilerde hala koruyucu, denetleyici, etkin maço erkekler güzel, alımlı, edilgen, sevecen, seksi ve doğurgan kadınların ön planda olduğunu görüyoruz. Dizilerin yaşamını sürdürmesi büyük oranda ataerkilliğin korunmasına bağlı. Sözgelimi Korona öncesi gösterime giren ve varoştaki aile yaşamını  konu alan uzadıkça da giderek saçmalaşan dizi “Bizim Hikaye”de kardeşleri için her tür özveriye razı olan bu açıdan da olumlu bir rol modeli çizen abla kelimenin tam anlamıyla ailesi için saçını süpürge  ederken, erkek kardeşler vur kırlarıyla, saldırganlıklarıyla küçük birer maço olarak canlandırılıyor. İyice klişeleşmiş olan kadın ve erkek rolleri öylesine doğal olarak gösteriliyor ki izleyicinin sorgulamak aklının ucundan bile geçmiyor. Öykünün varoşta geçmesi orada da daha muhafazakâr bir yaşam biçiminin benimsenmesi yeterli bir neden değil, çünkü birbirinden kesin çizgilerle ayrılan kadın ve erkek rolleri abartılarak sunulurken, tek gerçek buymuş gibi gösteriliyor. Gerçi dizinin ilerleyen bölümlerinde klişe rollerin yer yer kırıldığını, kadınların da etkin duruşlarıyla gösterildiğini görüyoruz ama bunun da yeterli olmadığını, senaristlerin bu alanda çok daha yaratıcı olmaları gerektiğini düşünüyorum.Dizinin senaristlerinden Hatice Meryem’in kitaplarındaki feminist duruşa baktığımızda toplumsal cinsiyeti ön plana alan bir bakışın dizinin gerçekçiliğini bozmayacak bir biçimde diziye sindirilmesi pekala mümkündü. Bir çok dizide ise bu tür sorunlar gündeme bile gelmiyor, çünkü ataerkil bakış,  toplumda kadınlara ve erkeklere biçilen roller yaşadığımız gerçeğe ayna tutma adına hiç sorgulanmadan sürdürülüyor.

Yine dizilerde kürtaj  düşüncesi bile büyük bir çaresizlik olarak çok olumsuz gösteriliyor. Kadınlar için yaşamsal bir önemi olan bu konu ele alındığında da ne yapıp yapıp kadının kürtajdan  son anda vazgeçmesi sağlanıyor. Farklı bir anlayışın diziyi riske atabileceği kaygısı otosansürün devreye girmesine yol açıyor. Otosansürün nedeni sadece  cezalandırılma korkusu değil, aynı zamanda kabul edilmeme ve dışlanma kaygısı ki bence en tehlikelisi de bu.Ataerkilliği kadınlar da büyük oranda içselleştirdikleri için  sosyal medyada dizilerden yola çıkarak bu sorunu gündeme getiren bir tartışma başlattığımda  bir çok dizi izleyicisinin bu konu üstünde konuşmaktan bile kaçınan saldırgan duruşuna tanık oldum.

Sinemada da kadın sorunlarını ele alan çok ciddi yerli filmlerde bile sorunlar sadece kişisel ilişkilerde odaklanıyor, buna karşılık kadınları ezen, yok sayan sistem eleştirisi devreye bile giremiyor. Sinemada, tiyatroda, dizilerde toplumsal cinsiyetle ilgili konular gündeme geldiğinde bu konuların yerleşik düzenin koruyucularını rahatsız etmeyecek bir biçimde gösterilmesine özen gösteriliyor. Bu açıdan da sorunların çözümünde daha çok psikolojik olanda odaklaşılıyor.

Kendi çalışmalarımdan örnek verecek olursam son tiyatro oyunum “Babalar, Amcalar ve Diğerleri”nde çocuk tacizi gibi çok zor bir konuyu işlerken sorunu sadece psikolojik etkenlerle sınırlamıyor, sistem eleştirisine de yöneliyorum. Oyunda giderek muhafazakârlaşan bir anlayışın bize dayattığı kutsal aile imajının yıkılması, aileyle yüzleşme ve faili koruyan sistem eleştirisi oyunun sahnelenmesi söz konusu olduğunda hemen sansürcü bir bakışın devreye  girmesine yol açmıştı. (Nilüfer Belediye Tiyatrosunun raporu). Benzer olumsuz tepkiler ataerkil dünyada eril zihniyeti nasıl içselleştirdiklerini gösteren Yüzleşme oyunumda da (Ankara Aralık Sahne) gündeme gelmişti.Özellikle de oyunda eril düşünceyi simgeleyen erkek sesleri yadırgatmıştı. Bu tür tepkiler eleştiriye, eleştirel bakışa tahammülsüzlüğü gözler önüne sererken mercek altına alınan eril sistemi de ister istemez onaylamış oluyor.

Buna karşılık bir kadının kimlik arayışını gündeme getiren “Lena, Leyla ve Ötekiler” oyunum bu tür tehlikeli sularda yüzmediği için yedi yıldır tiyatrolarda yaşamını sürdürüyor. Bu gelişim bir roman yazarı kadar özgür ve bağımsız olamayan bir oyun ya da sinema yazarı için daha yazmaya başlamadan otosansürün devreye girmesi anlamına gelmiyor mu?

POLİTİK DOĞRUCULUK ADINA SANSÜR

Ötekileştirilen insanların haklarını koruma adına (politik doğruculuk) devreye giren sansürcü zihniyeti sadece bizde değil demokrasinin gelişmiş olduğu ülkelerde de görüyoruz. Aslında kültürel çeşitlilik ve eşit temsil edilme hakkını savunan böylelikle dilin incitici gücünü ve nefret söylemlerini engelleyen politik doğruculuğu  ilerici bir gelişme olarak görebiliriz. Belden aşağı küfürlerin, kadınları aşağılayan sözcüklerin kullanılmaması buna tipik bir örnek veriyor. Ya da zenci, çingene, kapıcı gibi belli  etnik grupları ya da meslekleri ötekileştiren sözcüklerden de bugün  özenle kaçınılıyor.

Ancak sansürün gündeme geldiği her yerde olduğu gibi politik doğruculukta da sorunlarla karşılaşıyoruz. Sözgelimi bedenini satarak geçinen kadınların mesleğine onları küçük düşürmeme adına seks ticareti ya da sömürüsü olarak değil de seks işçiliği olarak tanımlıyor, kadınlara da seks işçisi diyoruz. Ancak görünüşte liberal gibi görünen bu tanım kadın bedeninin satılık bir mala dönüşmesini doğal bir olgu olarak kabul etmemize yol açıyor. Böylece kadını seks köleliğine indirgeyen ataerkil sistem de doğal bir biçimde onaylanmış oluyor. Ünlü feminist Alice Schwarzer bu sorunu gündeme getirdiğinde transları ötekileştirme, dahası yok sayma suçlamasına  maruz kalmıştı.

Beni çok etkileyen bir olay başörtüsü ile ilgili bir tartışmada ortaya çıkmıştı. Almanya’da başörtülü bir kadının katıldığı bir TV programında bir üniversite hocası “Özgür bir ülkede herkes istediğini giymekte elbette serbesttir” demişti. “İsteyen başörtüsü takar, istemeyen takmaz. Kimse kimseye karışamaz. Ancak başörtüsünün kadını kapatan ataerkil bir zihniyetin ürünü olduğunu da gözden kaçırmamalıyız.” Bu sözleri başörtülü kadının kendisine dava açmasına yol açmıştı.

Politik doğruculuğun bizlere zaman zaman dayattığı sansür konuya tek bir açıdan baktığı, yani sorunu bir bütün olarak görmediği için gerçekleri belli bir filtreden geçirerek kısıtlıyor, dahası yok sayıyor. Bu nedenle politik doğruculuk özünde ne kadar doğru olursa olsun  verdiğim örnekte de gösterdiğim gibi kolaylıkla kötüye kullanılarak bir baskı ve  manipülasyon aracına dönüşebiliyor.

Politik doğruculuk adına sansür devreye girdiği anda edebiyatta önemli bir yeri olan  taşlama,  alaylama, yergi ve kara mizah da  geri plana itiliyor ya da yok sayılıyor. Karikatürün de ne büyük çatışmalara yol açtığını son yıllardaki gelişmeler gözler önüne seriyor.Almanya’da yeni yayınlanan ama hala yönetmenini bulamayan kara mizah oyunum “Memleketimden Kadın Manzaraları” (Blickwechsel, Frauenlandschaften)  sadece bizde değil yurt dışında da şaşırtıcı bir sansürle karşılaşmıştı. Viyana’daki ajansımın bana yolladığı  raporlarda oyunla ilgili çok olumlu yorumlar gelmesine rağmen, böyle bir oyunun sahnelenmesinin riskli olduğu görüşü ön plandaydı. Bunun da nedeni taşlamanın temelini oluşturan doğru/yanlış görüşünün ön planda olmasıydı. Gerçekten de  herkes kendi açıdan haklıdır gibi bir göreceliği savunan postmodernizmin hala geçerliğini sürdüğü bir dönemde taşlama türü oyunları pek sahnede göremiyoruz. Öte yandan yazarın yan tutması ve sosyal ya da politik bir iletiyi savunması çoğu kez didaktik gibi bir damgalamayla küçümseniyor. Bu da bizim kuşağın olmazsa olmaz diye kabul ettiği sorgulayıcı ve eleştirel bakışın yavaş yavaş yok edildiğini gösteriyor.

Sonuçta sansür demokratik toplumlarda sadece gizli sansür ve otosansür olarak etkisini sürdürürken bizim gibi otoriter ve baskıcı toplumlarda dolaysız sansürden gizli sansüre kadar bütün boyutlarıyla ve yoğunluğuyla yaşanıyor. Çünkü  dolaysız sansür ne kadar yoğunsa gizli sansür ve otosansür de o kadar kolay dal budak salabiliyor. Bu açıdan toplumumuzun her tür sansür biçiminin kolaylıkla filizlendiği  tipik bir sansür cenneti olduğunu söyleyebiliriz.

İlgili yazılar
Yorum yapın

Your email address will not be published.Required fields are marked *